General Engels
"İngilizlere sıkı bir iddianame yollayacağım. İngiliz burjuvazisini bütün dünyanın gözü önünde kitlesel ölçüde cinayet, hırsızlık ve başka kötülüklerle suçlayacağım bir İngilizce ön söz yazmaktayım ve bunu ayrı ayrı olarak bastırıp İngiliz parti önderlerine, yazarlarına ve parlamento üyelerine göndereceğim. Bu adamların elinde beni hatırlamaları için bir şeyler bulunacak. Söylemeye bile gerek yok ki bu darbeler Alman burjuvazisini de hedefliyor… Onların da en az İngiliz benzerleri kadar kötü olduğunu açıkça ortaya koyuyorum."
13-12-2020 00:06

Ufuk Akkuş
Çağımıza yön veren düşünürlerin özel yaşamı ve düşünceleri okurun merak ettiği bir husustur. Bu kişi günümüzde hala geçerliliğini sürdüren kapitalizm belasının analizi ve eleştirisini politik yaşamının merkezine koymuşsa ve pratik mücadele ile de bunu desteklemişse onunla paralel düşünenler ve yeni bir dünya kurmak isteyenlerin daha fazla ilgisini çekebilir. Merak konusu, ilgili kişinin sadece gündelik yaşamı değil bu yaşamın politik düşünce ve eylemine nasıl yansıdığı ve karşılıklı etkileşiminin ne olduğu hakkındadır. Terrel Carver “Friedrich Engels Yaşamı ve Düşüncesi” kitabında Marx ile birlikte Marksist teorinin temellerini kuran ve geliştiren Engels’in yaşamını bütün hatlarıyla araştırıyor. Bu çalışmasında Engels’in yaşam uğraşısına ve ilgilendiği konulara yönelik bir ilgi uyandıracağını ümit ettiğini söyleyen Carver, kitaptaki sorularıyla; Engels’in düşünsel ve siyasi kalıtının ne olduğu, yaşamının araştırılmasının bizim için yapıtlarına, karakterine ve döneme ilişkin olarak neleri açığa çıkardığı ve bu bilginin Marksizm'in tarihiyle günümüz siyasetine ilişkin görüşümüzü nasıl etkilediğini bulmaya çalışıyor.
Ruhr Sanayi Bölgesi'nde Dusseldorf’un hemen doğusunda Ren Havzası'nın Barmen kasabasında bugünkü adıyla Wuppertal’de imalatçı bir ailenin en büyük çocuğu olarak 1820’de dünyaya gelen Engels, babasının isteği üzerine üniversiteye gitmek yerine aile işletmeciliği işine çekilmiş ve hızla makineleşen tekstil üretimi ile uluslararası pazarlama konusunda işbaşında eğitilmiştir. Bu uğraşısı onun edebi yönünün önüne geçmemiştir. Lise yıllarında yazdığı birkaç şiiri günümüze kalan Engels, ömrü boyunca çizim ve karikatür yeteneğini sürdürmüştür. Romantik kahramanlığı güncel siyasi mücadele ile özdeşleştiren Engels, Carver’in saptamasıyla iyi eğitimli, varlıklı birçok gencin romantik varlığını, hayalci duygular ve edebi duygular içinde sürdürmesine rağmen Engels’in romantizmi; feodalizmi, hoşgörüsüzlüğü ve dinden beslenen karanlığı silip süpürecek bir hareket olarak kavradığını belirtir.
Sofu bir aile ortamında büyüyen ve 14 yaşına kadar gittiği yerel okulda sofu cemaatinin desteklediği türden bir eğitim gören Engels’in yatılı olarak gönderildiği lise resmi olarak sofuluğa bağlı olmasına karşın liberal öğretmenler de barındırır. Böylece köktenci hıristiyanlıktan öteye klasik edebiyat, bilim ve sanat ile yoğrulmuş bir ortamda düşünceleri gelişme gösterir.
25 yabancı dilin hakkından geldiğini iddia eden Engels, ilk özgün yapıtını 17 yaşında iken yazdığı on kıtadan oluşan ve romantik oyun yazarı Schiller’in Alman doğruculuğu ile oyun yazarı Kotzebue’nin şatafatı ve yabanıllığını karşılaştırdığı “Bedeviler” başlığı ile imzasız olarak yayınlatmıştır. Kendi deyimiyle David Strauus’ın Hegel’in üstüne ışık tutmasıyla akılcılık meselesini kavradığını söyleyen Engels, bir mektubunda hıristiyanlıktan kopuşunu açıklayarak sofulukta düşlemsel ne varsa düşünce uğruna hepsinden sıyrıldığını , o dar ceketi bir daha hiç giymeyeceğini ve Hegelci olma noktasında olduğunu bildirir. Sanki kendi kalbinden çıkarak yazıya dökülmüş gördüğü Hegel’in Tarih Felsefesini her akşam görevmişçesine okuduğunu ve şahane düşüncelerin kendisini pençesine aldığını söyler.
İlk düz yazsını 18 yaşında “Wuppertal’den Mektuplar” başlığıyla yine imzasız olarak yayınlatan Engels, bu kitabında sofuluğu eleştiren, aydınlanmacılığı ve akılcılığı ön plana çıkarmıştır. Carver, Engels’in bu kitabında kendi memleketine ilişkin pek umut taşımadığını ve kentten kıra kültür yaymak gibi ciddi bir kararlılıktan ziyade” ne haliniz varsa görün” demek istediğini belirtir. Kendi çabası ile felsefeye yönelen Engels, 21 yaşında Schelling felsefesini eleştirdiği “Schelling ve Vahiy” kitabıyla uluslararası başarı kazanmıştı. Bu kitap bir tanrıtanımazlık açıklamasıydı ve bu bakımdan düşünce ve karakter gelişiminin önemli bir aşamasının işaretiydi.
Carver, Engels’in komünist oluşunun Ekim 1842’de “Rheinische Zeitung”un yazı işlerine gittiğinde Hess ile tanışmasına bağlandığından bahseder ve Hess’in bu karşılaşmadan bir yıl sonra gazetenin Berlin muhabirine bu olayı şöyle naklettiğini söyler: “Günlük konulardan konuştuk. Devrimciliğin birinci sınıfındaki öğrenci (Engels) buradan ayrılırken ateşli bir komünist olmuştu. Ancak Carver’e göre Engels’in öyle fazla ikna olmaya ihtiyacı yoktur. Çünkü Hess’in aradığı “Avrupa Üçlüsü” onda zaten mükemmel yansımasını bulmuştur.: Fransız siyasetine olan devrimci hayranlık duyguları, Alman felsefesini değerlendirmesindeki Genç Hegelcilik, sanayileşme ve sınıfa bakış açısı. Söz konusu gazetede yazı yazan ve Ekim 1842’de yayın yönetmeni olan Marx ile Engels Kasım 1842’de ilk görüşmeyi yaparlar. Engels, Marx’ın biyografisinin yazarı Franz Mehring’in yazdığı mektupta bu ilk görüşmenin çok mesafeli geçtiğini belirtir. Daha sonra Marx-Engels birlikteliği hem düşünsel ve yazınsal hem de mücadele alanında Marx’ın yaşamı son buluncaya kadar beraber geçmiştir.
Daha önce yazılarını ya isimsiz ya da Oswald ismini kullanarak yayınlatan Engels, ilk kez kendi adıyla “Siyasal İktisat Eleştirisinin Ana Hatları” makalesini yazar. Bir komünist olarak özel mülkiyetin geçerliliğini sorguladığı bu makalede Engels; çağdaş sanayide olduğu gibi iktisat biliminde de özel mülkiyetin merkezde olduğunu ve zorunlu olarak rekabeti öngördüğünü söyler. Engels’e göre rekabet soyutlayıcıdır, ahlaka aykırıdır, toplumda ve ailedeki uygar değerler için bir tehlikedir. Rekabetçi uygulamada, özel çıkarı kamu malıyla bağdaştırmazsınız; özel çıkarlar her zaman birbirine taban tabana zıttır. Üstelik bu karşıtlığı ahlaken kabul edilebilir kılmanın hiçbir yolu yoktur. Rekabetin adaletine dayanan bir insan ilişkileri kuramı, aslında insan soyunun en ağır derecede aşağılanmasıdır, doğaya ve insanlığa karşı bir korkunç bir küfürdür.
Engels’in siyasal iktisadı eleştirisinin ana çizgileri genç yaşta ülkesinin iş ve sanayi dünyasında edindiği deneyimden de süzülmüştür. Uygulamanın arkasındaki kuramını, tüccar sınıfının karşılıklı kıskançlık ve açgözlülüğünden türetmiştir. İşçileri sefalet içinde sürünürken kendileri sefa süren fabrika sahiplerini korkunç bencillikle suçlar. Orta sınıfı da toplu bencilliğin örneği olarak gören, ilk kitap boyutlu çalışması olan ve başyapıtı da denebilecek olan “İngiltere’de Emekçi Sınıfının Durumu” adlı eserinde bu konuyu derinleştirir. Özel önsözünde onları, sanayideki çalışma koşulları konusunda meclis araştırmaları yetkisi alıp sonra da bu raporları ikiyüzlülükle içişlerinin raflarında tomarla atık kağıt arasında ebediyen uykuya bırakmakla suçlamıştır.”” Etkisiz hayırseverlik gösterilerine karşın, İngiliz orta sınıfları, çalışan insanların üstünden zengin olmaktan sonra da karlar kuruyunca onları sefalete terk etmekten başka hiçbir şey düşünmüyordu”. Engels araştırmasının görgül bir tanıklık olduğunu da duyurdu, çünkü işçilerin her günkü yaşamını görmek için orta sınıfların porto şarabını, şampanyasını, kibar konuşmalarını usandırıcı görgü kurallarını bırakmıştı. Engels’in bu yapıtı Genç Hegelcilerin, tarihi çelişkiler yoluyla akılcı ilerlemeler felsefesini temel almıştı. Oradan hareketle de çalışmaları, döneminin sınıf mücadelesi kuramıyla siyasileşmiş ve araştırma, yayın ve doğrudan ilgi kurma gibi uygulamalı bir eylem programıyla kişiselleşmişti.
Carver’e göre; Engels’in komünizmi benimsemesinin temelinde akılcılığın tarihteki gelişimini göstermeyi insanlığın temel görevi sayması ve bu gelişimin de sınıf çatışmasındaki iç çelişkiler yoluyla gerçekleşeceğine inanması yatmaktadır. İnsanlığın ve onun dünyadaki görevine ilişkin böylesi inançlar, kısmen tarihi gelişmeye kısmen de insanın doğasında saklı bulunan yadsınamaz olgulara dayanır. Engels aslında işçileri işverenlerin kurbanı, komünizmin sınıf mücadelesinin çözümü ve insani ilerlemenin de bu amaca doğru giden siyasi eylem olduğuna inanıyordu. Ancak Engels’in burjuva zevkleriyle proletaryaya özgü duyguların pek kolay olmasa da iç içe geçtiği yaşam tarzı vardı. Muğlak faaliyet ve ilişki ağı başka alanlarda da göze çarpıyordu. Ailesiyle geniş ölçüde ekonomik destek ve kişisel gerçeklik içeren ilişkisini sürdürüyordu. Kadınlarla beraberliği ne bütünüyle adanmışlık ne de tam anlamıyla gelgeç ilişkiler şeklindeydi. Marx ile Engels’in siyasi ve düşünsel bakımdan büyük ölçüde ortak yanları olmasına karşın, özel yaşamları ve yaşam uğraşları bakımından aralarındaki zıtlıklar çok çarpıcıdır. Marx tek kadına aşıktır, ona güçlü biçimde bağlıdır. Marx neredeyse 19 yaşından beri Jenny ile nişanlanıp Berlin Üniversitesine girmek için Ren havzasından ayrılmasından itibaren, ana babasından ve kardeşlerinden uzaktı. Orada geliştirmeye başladığı düşünsel ve siyasal ilgiler hayatının geri kalanını işgal etti. Oğul, kardeş ve kayınbiraderlik rolleri tamamen yok denmese de düşük düzeyde kaldı. Buna karşılık Engels, kendi ev içi bağlarını ciddi biçimde dert edinmiyor. Kendi ana babası ve akrabalarıyla sürekli ilgileniyordu. Kişisel ve siyasal nedenlerle de Marx’ları desteklemek için istemeden de olsa aile firmasına bağlı kaldı. Marx kendisi için önemli şeylere bağlılıkta, hedefini bunlarla sınırlayıp sonuçlarına bakmaksızın bunlara bütünüyle odaklanmakta Engels’ten çok daha ödünsüzdü. Engels, tek bir şeye odaklanma eksikliğini bağlılık, hoşgörü, açık yüreklilik ve kendi çıkarına uyan işe yarar uzlaşmalar bulmadaki belli bir eğilimiyle dengeliyordu.
Engels’in 200. doğum yıl dönümünde Türkçeye kazandırılan Carver’in yapıtı büyük ustanın kişisel yaşam serüveni ile kuramsal ve politik mücadelesine odaklanıyor. Engels’in Marksist tarih içindeki önemli yeri hakkında kılavuzluk ediyor. İçinde bulunduğumuz dünyadan hoşnut değilsek, daha güzel bir dünyanın kurulmasını istiyorsak, 19. yüzyıldan bizlere seslenen ve kapitalist sistem var olduğu sürece seslenecek olan bu sese kulak vermekte birçok yarar görüyorum.
Künye: Friedrich Engels Yaşamı ve Düşüncesi, Terrell Carver, Çev. Ümit Şenesen, Yordam Kitap, 2019, 365 sayfa.
İLGİLİ HABERLER
Yarın İçin İnat ve İtiraz: Marksizm ve Siyaset
"Dolayısıyla elimizdeki kitap bir inat ve bir itiraz kitabı: Sınıfta inat eden, siyasetsizleştirilmeye itiraz eden bir Marksizm savunusu (ya da belki taarruzu). Üç temel bölümden oluşan kitapta sırayla yöntemsel, kuramsal ve pratik düzeyde Marksizmin siyasetle olan sarsılmaz ilişkisine, toplumu ve sınıf mücadelesini dönüştürücü işlevine değiniyor Soyer."
17-01-2021 08:14

Berat Çelikoğlu
Sosyalizmin dönemsel geri çekilişi, neoliberalizm fırtınası ve adının önüne aldığı “neo” ya da “post” ekleriyle eski ya da hali hazırda aşılmış olanı farklı kılıflarla sunma çabalarının topyekûn bir ürünü: Sınıftan uzak, siyasetsiz, nihayetinde tehlikesiz bir Marksizm! Can Soyer yöntemle, kuramla ve eylemle işte buna itiraz ediyor.
Yordam Kitap, hazırlanmasına ve/veya yayınlanmasına vesile olduğu çalışmalarla Türkiye’de Marksizm ve sosyalizm adına hülyamızı ve kavgamızı diri tutma mücadelemizde yanıbaşımızda olmayı sürdürüyor. Son olarak geçen haftalarda Can Soyer’in imzasını taşıyan Marksizm ve Siyaset: Yöntem, Kuram, Eylem isimli kitap ile başlıkta da sözünü ettiğimiz üzere bir inat ve itiraz okurlarıyla buluştu.
NEYİN İNADI NEYE İTİRAZ?
“Yaşadığımız çağın Marksizm tarafından çözümlenmeyi beklediğini söylersek elbette yanlış bir şey söylemiş olmayız. Ama eksik söylemiş oluruz: Çağımız esas olarak Marksizmin kılavuzluk ettiği devrimci eylem tarafından yıkılmayı, parçalanmayı, tarihten silinmeyi bekliyor.”
Neyin inadı, neye itiraz? Kuşkusuz okurun aklında canlanacak ilk iki soru budur. Kitabın bize göre temel bir iddiası var: Marksizm, bunca siyasetsizleştirilme ve dolayısıyla tehlikesizleştirilme tehdidiyle karşı karşıya olsa da siyasetten ayrıştırılamaz. Soyer, temel olarak üç bölümden oluşan kitabının ilk iki bölümünde (Yöntem, Kuram), esasen üçüncü bölümün (Eylem) üzerine bastığı zemini tariflemek ve nihayetinde Marksizm için siyasetin ne denli önemli bir atardamar olduğunu göstermek üzere tartışmalara giriyor.
Tartışma siyasetin yalnızca Marksizm için taşıdığı öneme değinmekle sonlanmıyor elbette. Aynı zamanda siyasetin hangi ilişkiler gözetilerek ve neyi dönüştürmek amaçlanarak yapılacağı konusu da bu tartışmalarla birlikte değer kazanıyor. Bu noktada ise Soyer, Marksizme özellikle 90’lı yıllarla birlikte düşülen tüm şerhlere rağmen, ısrarla sınıfın ve sınıf mücadelesinin altını çizen bir Marksizmde diretiyor. Bu diretme ise bağnazca şablonlaştırma, sınıfı ilkel düzeyde görünümlere ve ezberlere indirgeme girişimlerinden uzak, değişimi ve dönüşümü gözeten ve bununla birlikte sınıflar ile sınıf mücadelesinin Marksizm için değişmeyen önemine ilişkin bir diretme.
Dolayısıyla elimizdeki kitap bir inat ve bir itiraz kitabı: Sınıfta inat eden, siyasetsizleştirilmeye itiraz eden bir Marksizm savunusu (ya da belki taarruzu). Üç temel bölümden oluşan kitapta sırayla yöntemsel, kuramsal ve pratik düzeyde Marksizmin siyasetle olan sarsılmaz ilişkisine, toplumu ve sınıf mücadelesini dönüştürücü işlevine değiniyor Soyer. Üstelik felsefeye ve tarihe sırtını yaslayarak sürdürdüğü tartışmalar bayağılaşmayan edebi cüretkârlığıyla tatlanıyor ve okura mermer soğuğundan, monoton bir griden oldukça uzak bir tartışma zemini sunuyor.
Bir parantez açmakta fayda var. Kitaba ilişkin özel bir hissimiz, yazarın “iğneyi başkasına, çuvaldızı kendisine” batırmaktan mümkün olduğunca kaçınma, Marksizmin siyasetsizleştirilmesi tehlikesinin kaynağını dışarıdan gelen bir takım komplocu ataklara, “kurulan tuzaklara” bağlamama yönünde gayret ettiğine yönelik. Soyer, isabetli bir şekilde Marksizme ilişkin hata yapanlara parmak sallayan ve yanlışları uzaktan “bilgece” gösteren bir tavırdan uzak duruyor. Kitap zaten Marksizmin canlılığını, dolayısıyla hem hatalarla hem de doğrularla bir bütünlüğünü gözeterek kaleme alındığı için yazar da eserine bağlılık göstererek eleştirileri içeriden yapıyor, içeriyi dışarıdan referanslarla dönüştürmeye çabalıyor.
YARININ ANAHTARI: SİYASİ VE DEVRİMCİ MARKSİZM
Kitapta sınıf mücadelesinin ve siyasetin Marksizm açısından asli görevine ve dönüştürücü faaliyete yapılan özel önemin altında elbette Türkiye başta olmak üzere dünya çapında sosyalizmi yeniden kitlelerle buluşturmanın, onyıllar süren yalnızlığı aşmanın özlemi yatıyor. Ancak kuşkusuz bu kavuşma yalnızca pratik bir takım farklı yaklaşımlarla sağlanamaz. Bu kavuşma yöntemde ve kuramda da kuşkusuz farklı yaklaşımları, eleştirel ve özeleştirel kimi bakışları gerektiriyor. Dolayısıyla bu kitabı, siyasetle et ve tırnak ilişkisi kuran bir Marksizmin, diğer “Marksizmlerden” ayırt edileceği noktaların belirginleştirilmesi çabası olarak da okumak mümkün. Ne de olsa adım adım aynı yolda yürüyerek farklı yerlere varmak mümkün değil ve siyasetsiz, sınıfsız bir Marksizme, Soyer’in direttiği tarzda bir Marksizm anlayışından daha farklı yollardan yürünerek varılmış olmalı.
Kitlelerle buluşacak, buluştukça gerçek bir güç haline gelecek bir sosyalist alternatifi, “direttiğimiz anlamda” Marksist bir yaklaşımla inşa etmenin yarının anahtarı olacağını düşünenler için bir kılavuz olarak okunabilecek Marksizm ve Siyaset: Yöntem, Kuram, Eylem, okurlarını peşinden yeni sorgulamalara ve tartışmalara sürükleyebilecek bir eser olarak mutlaka okunmalı ve yazarın hem yaklaşımları hem de itirazları okurlarca eleştirel bir süzgeçten geçirilmeli.
Ve elbette bu kitap, sınıf mücadelelerinin bağrında sınanmalı!
KÜNYE: Marksizm ve Siyaset, Yöntem, Kuram, Eylem, Can Soyer, Yordam Kitap, Birinci Basım, Aralık 2020
Vitrin: Yeni çıkanlar
Haftanın yeni çıkan kitaplarından sizler için derledik, keyifli okumalar dileriz…
17-01-2021 01:30

SHERLOCK HOLMES: ÖLÜM PAPİRÜSÜ - DAVID STUART DAVIES
Sör Arthur Conan Doyle'un Ölümsüz Karakteri Dedektif Sherlock Holmes Şimdi Yepyeni Maceralarıyla Karşınızda
Holmes ile Watson, medyum rolü yapan bir sahtekârın, Sebastian Melmoth'un gerçek yüzünü ortaya çıkarmak için bir seansa katılırlar. Ancak daha sonra kendilerini bir cinayet ve hırsızlık sarmalının tam ortasında bulurlar.
British Museum'dan, ölümsüzlüğün sırrını barındırdığı söylenen bir papirüs çalınır ve Scotland Yard'ın imdadına yine Sherlock Holmes yetişir. Bu süratli serüvende, aksiyon Londra'dan uzaklaştıkça daha da acayipleşir ve ünlü dedektifimiz ile sadık ortağı bir kere daha şeytani düşmanlarla mücadele etmek zorunda kalır.
Sekiz Sherlock Holmes romanı kaleme alan ve karakter hakkında önemli otoritelerden sayılan David Stuard Davies, Sör Arthur Conan Doyle'un yarattığı efsaneye saygısını asla kaybetmiyor ve Ölüm Papirüsü'yle tarihin en ünlü dedektifine çözmesi için dolambaçları eğlenceli bir gizem daha sunuyor.
"Görkemli derecede iyi bir hikâye… Holmes ve eski usul, sayfaları art arda çevrilen kitapların sevenlerine tüm kalbimle öneriyorum." –Sleuthing the Shelves
(Tanıtım Bülteninden)
KÜNYE: Sherlock Holmes - Ölüm Papirüsü, Yazar: David Stuart Davies, Çevirmen: Seda Çıngay Mellor, İthaki Yayınları, 2021, 176 Sayfa
KARANLIK MADDE VE KARANLIK ENERJİ: EVRENİN GİZEMLİ %95'İ ÜZERİNE - BRIAN CLEGG
İngiltere’de 2019 Yılının En İyi 5 Astronomi Ve Uzay Kitabından Biri
Karanlık madde ve karanlık enerji, evrenin bilim insanlarına sorduğu en zor ve en tuhaf bilmecelerden biri. Gördüğümüz ve ölçebildiğimiz şeyler evrenin yalnızca %5’ini oluşturuyor. Geri kalan %95’in varlığını sadece etkilerinden dolayı, sadece matematiksel hesaplamalar yoluyla anlayabiliyoruz. Bilim insanları evrenin bu anlaşılamayan, kayıp, gizemli kısmına “karanlık madde” ve “karanlık enerji” adlarını veriyor.
Popüler bilim yazarı Brian Clegg’in bu kitabı yalnızca karanlık madde ve karanlık enerji konusuna değil, astronomi ile modern fiziğin belli başlı konularına oldukça aydınlatıcı bir ışık tutuyor. Kaçırmayın.
“Açık, kısa ve öz. Evrendeki en büyük soru işaretlerinden birine dair okuyabileceğiniz, giriş niteliğindeki, anlaşılması en kolay kitaplardan biri.”
BBC Sky at Night
(Tanıtım Bülteninden)
KÜNYE: Karanlık Madde ve Karanlık Enerji - Evrenin Gizemli %95'i Üzerine, Yazar: Brian Clegg, Çevirmen: Sinan Köseoğlu, Ege Can Karanfil, Say Yayınları, 2021, 160 Sayfa
KLASİK KADINLAR/MOLL FLANDERS - DANIEL DEFOE
Moll Flanders, 17. yüzyıl İngiltere’sinde dünyaya gelen bir kadının yaşamöyküsünü, kendi ağzından aktarır. Zindanda doğup on iki yıl fahişelik, on iki yıl hırsızlık yaparak yaşayan, başından beş evlilik geçen, maceraları İngiltere’den Amerika’ya uzanan Moll Flanders, tartışmaya açık hayat görüşü ve derinlemesine sunulan portresiyle İngiliz edebiyatının en ilgi çekici kadın kahramanlarından biridir.
Roman türünün ilk örneklerinden olan Moll Flanders, bir yandan dönemin toplumsal değerlerine ışık tutarken diğer yandan da suç dünyasını ve cinsellik konularını, ahlak dersi verme kaygısı gütmeksizin açıkça gözler önüne serer. İlk yayımlandığı 1722 yılından itibaren büyük ses getiren kitabın başkarakterinin temel olarak kabul ettiği ihtiyaçlarından vazgeçmeden ve kişiliğinden ödün vermeden toplum içinde hayatta kalabilme mücadelesi, Moll Flanders’ın Defoe’nun en ünlü eseri Robinson Crusoe’yla karşılaştırılmasına vesile olmuştur. Zira Moll Flanders, bin bir özveri ve kurnazlık göstererek göğüs gerdiği ataerkil toplumda, okyanusun ortasında bir adaya düşen Robinson Crusoe kadar yalnız, bir o kadar da yaratıcı ve beceriklidir.
(Tanıtım Bülteninden)
KÜNYE: Moll Flanders - Klasik Kadınlar, Yazar: Daniel Defoe, Çevirmen: Nihal Yeğinobalı, Can Yayınları, 2021, 416 Sayfa
AİLE AŞÇISI: 100 TÜRLÜ SEBZE, 100 TÜRLÜ ÇORBA, 100 TÜRLÜ YUMURTA PİŞİRMEK USULLERİ - AVANZADE MEHMED SÜLEYMAN
1871'de doğan, çok farklı alanlarda irili ufaklı onlarca kitap yazmış Avanzade Mehmed Süleyman'ın kimisini Fransızcadan çevirdiği, kimisini Istanbul ve saray mutfağından çıkardığı, o dönem "Aile Asçısı" serisinde topladığı sebze, çorba ve yumurta pişirme usullerine dair üç ayrı kitapçık Aile Asçısı'nda bir araya geliyor.
Peynirli enginardan kereviz kızartmasına, badem çorbasından kestane ezmesi çorbasına, sirkeli yumurtadan Rus usulü yumurtaya çoğu basit ve hızla yapılabilecek tariflerden oluşan bu kitapçıklar sadece okuru yüzlerce lezzetle buluşturmakla kalmıyor.
Osmanlı mutfağında alışık olunmayan kurbağa, bira, şarap, trüf gibi ürünlere de yer vererek dönemin mutfağına ve kültürüne dair de ilginç bir panorama ortaya koyuyor. Özgün Ünver'in, bu kitapçıklardaki asıl tariflerden yola çıkarak yaptığı kimi uyarlama tariflerle zenginlesen Aile Asçısı, hem sofralarına değisik lezzetler katmak isteyenler için hem dönemin mutfak kültürünü merak edenler için zengin bir kaynak.
"(...) Türkiye'nin yaşadığı Batılılaşma/çağdaşlaşma sürecinin karmaşıklığını ve çok katmanlılığını bir yandan şaraplı yemek tarifl eri verirken diğer yandan İslâm kadınını yücelten, bir yandan tıp ve eczacılık konularında ahkâm keserken diğer yandan falcılık ve rüya tabiri öğretmeye soyunan, bu arada da hayatında seçkin tabakanın kenarından bile geçmemiş olan Avanzade Mehmed Süleyman gibi bir insanın şahsında bile görmek mümkündür. Bugünkü –ne Batılı ne Doğulu, hem Batılı hem Doğulu– Türkiye'nin beşik çağı, elinizdeki kitapta gözler önüne serilmektedir."
İrvin Cemil Schick
(Tanıtım Bülteninden)
KÜNYE: Aile Aşçısı: 100 Türlü Sebze - 100 Türlü Çorba - 100 Türlü Yumurta Pişirmek Usulleri, Yazar: Mehmed Süleyman, Çevirmen: Hüsniye Koç, İletişim Yayıncılık, 2021, 152 Sayfa
RENGARENK ANADOLU: KÜLTÜR BALONU - PERİHAN ASLI ÖZDAL
Sıradan bir gün eğlenceli bir kültür turuna dönüşebilir mi? Kahramanlarımız Ece, Kaan ve Vecihi ile her şey mümkün.
Güneşli bir İzmir sabahında beraber topaç çevirirken kendilerini bir anda Tire’de bulacaklarını, hatta daha da uzaklara gideceklerini Ece ve Kaan da tahmin etmiyordu. Öğrenmeye hevesli iki küçük çocuk, Vecihi’nin Kültür Balonu’yla göklere yükselip Anadolu’nun farklı illerinde geçmişten bize kalan mirastan paylarını alıyorlar. Merak ettikleri her şeyin cevabını gittikleri yerlerdeki dostlarına sorarak eğlenerek öğreniyorlar. Halk kimdir? Keşkek ne zaman yenir?
Yörükler nasıl yaşar? Van kahvaltısında neler yenir? Ve daha birçok sorunun cevabını merak eden çocuklarımız bu kitabı okuyup Ece, Kaan ve Vecihi’ye eşlik ederek kendi kültürlerini keşfe çıkabilirler.
Rengârenk Anadolu kitap serisinin ilki Kültür Balonu, bu kitabı alacak ebeveynlere de çocuklarıyla kültür üzerine keyifli bir sohbet için bir kapı aralamayı hedefliyor.
(Tanıtım Bülteninden)
KÜNYE: Rengarenk Anadolu - Kültür Balonu, Yazar: Perihan Aslı Özdal, Nota Bene Yayınları, 2020 Aralık, 36 Sayfa
KIRK GÜN KIRK GECE: OSMANLI DÜĞÜNLERİ, ŞENLİKLERİ, GEÇİT ALAYLARI - METİN AND
Osmanlı şenlikleri, Türk gösterim sanatlarının hemen her türünü incelemeye bir ömür adamış ve harcamış olan Metin And için büyük, geniş bir keşif alanı gibiydi. 1950'li yıllardan başlayarak sürekli geliştirdiği çalışmalarını, makaleler ve kitaplar kaleme alarak ortaya koydu; biraz daha uzun yaşayabilse, yeni buluş ve bulgularını yansıtabilse konu gerçek bir "şenlik alanı"na dönerdi.
Kırk Gün Kırk Gece, güzel bir kitap adı olmakla birlikte sözel kültürün zirveleri olan masallardan da izler taşır. Masal kahramanlarının ayrıntısı bilinmeyen düğünleri ve çekilen çilelerin sırrını açığa vurmayan yolculukları kırk gün kırk gece sürer, geriye dönülüp bakıldığında dün gibi gelen, bir arpa boyu yol alınmamış gibi anlatılan masalların gücüyle zenginleşen şenlikler, bize gerçek bir uygarlık hikâyesi de anlatır.
Kırk Gün Kırk Gece, Osmanlı şenliklerine bir sanat bileşkesi olarak bakan And'ın tespitleri, yorumları, "erken" ve "yönlendirici" önerileri sanat tarihi için de iyi niyetli değinmeler içeriyor. Gösterim sanatlarının bu dalında hedefe giden yolun başlarında ve ortalarında onun olağanüstü gayret ve sezgiyle açtığı "çığır" ve bıraktığı "izler" var.
(Tanıtım Bülteninden)
KÜNYE: Kırk Gün Kırk Gece: Osmanlı Düğünleri - Şenlikleri - Geçit Alayları, Yazar: Metin And, Yapı Kredi Yayınları, 2021, 376 Sayfa
Mitolojik yansımalar ve insan
Say Yayınlarından geçtiğimiz günlerde okuyucularıyla buluşan David Adams Leeming imzasını taşıyan ‘’ Mitoloji Kahramanın Yolculuğu’’ kitabı, doğa ve insan zekâsının geçirdiği evrim aşamalarını anlamak ve gerçek dünyanın hayali ürünlerle yeniden kurgulanışını konu alıyor; Yazar mitolojileri insanın kendini anlama çabasının bir ürünü olarak sunuyor.
17-01-2021 01:24

Şadi Erarslan
Mitoloji tek bir yazıda anlatılamayacak kadar detaylı bir yapıya sahiptir. İnsanlık tarihinin uzunluğu ve tarih içerisinde aklının geçirdiği aşamaları işin içine dâhil ettiğimizde içinden çıkılamayacak bir hal alır. İnsanı diğer canlılardan ayrıt eden düşünme ve üretme kabiliyeti insanların kendi ihtiyaçlarını karşılamasının ötesine geçerek, dünyayı ve kendini anlamlandırmaya çalışmasına sebep olmuştur. Tüm bu çabaların sonucu olarak mitler, insan doğasını ve düşünme tarzını anlamak için bakmamız gereken hayal ürünü olaylardır.
Say Yayınlarından geçtiğimiz günlerde okuyucularıyla buluşan David Adams Leeming imzasını taşıyan ‘’Mitoloji Kahramanın Yolculuğu’’ kitabı, doğa ve insan zekâsının geçirdiği evrim aşamalarını anlamak ve gerçek dünyanın hayali ürünlerle yeniden kurgulanışını konu alıyor; Yazar mitolojileri insanın kendini anlama çabasının bir ürünü olarak sunuyor.
Sekiz bölümden oluşan ‘’Kahramanın Yolculuğu’’ ilk olarak çocuğun rahme düşmesiyle başlıyor. Bu bölüm de rahme düşen çocuğun mucizevî bir şekilde doğmasıdır. İlkel insanların cinsel birleşmeyi hamilelikle ilişkilendirmemelerinden doğan her çocuk mucizevîdir. Bu mucizevî doğumlar mucizevî kahramanların ortaya çıkmasını sağlıyor. İnsanlar dünyaya düştüğünden itibaren, kastettiğimiz Âdem’in cennetten kovularak dünyaya gönderilmesi, işte buradan itibaren insanlar kendileri gibi lekelenmemiş bir Mesih arayışı içerisine girerek kurtarıcı beklemiştir. Örneğin Babil kralı Sargon bakireden doğmuştur, Herakles, Zeus’un annesini baştan çıkarıp otuz altı saatlik bir sevişme sonucu dünyaya gelmiştir. Vaftizci Yahya kısır bir annenin rahmine düşmüştür. İsa bakire Meryem’in rahmine tanrının oğlu olarak düşmüştür.
Çocukluk, Erginlenme bölümün de; insanın geçmişini yadsımadan geleceğini kurmaya çalıştığını okuyoruz. Bu da insanın kendini gerçekleştirmesine bağlıdır böylece bireyselleşme sürecinin başında insan kendisiyle yüzleşerek; iç benliğindeki iblislerle ve hayal dünyasındaki fantezilerle yüzleşmeye koyulur. Mitte çocuk ilahi bir güçtedir. Kayadan kılıcı çekerek babasıyla denk olduğunu gösterir. Bu da onun içindeki benlik duygusunun gelişerek kendini çevresine kanıtlamasına denk gelir.
Hazırlık dönemi çocuğun artık çevresini anlamaya çalıştığını ve taşları yerine oturttuğu dönemdir. Kendini burada bir sınava tabi tutarak kanıtlama çabasındadır. Böylece "kendini bulması için kaybetmesi gerekiyor." Uzun bir arayış dönemi neticesinde kahraman köşesine çekilir ve kendini sınar bu da meditasyondur. Daha çok Uzakdoğu animist inançlarda görülen meditasyon insanın kendini keşfetmesini sağlar. Muhammed’in Hira mağarasına çekilmesi, İsa’nın ve Buddaha’nın dünyadan çekilmeleri olumludur ve yeni bir hayatın doğuşunu simgeler. Ayrıca mağara mitinin tüm bu inançlarda önemli izleri vardır.
Her insanın kendini sınadığı dönemleri olmuştur bu da kişinin kendisini kanıtlamaya çalıştığı dönemdir. Kahraman artık yetkin bir varlık haline gelmiştir ve artık kendini sınayarak doğruyu bulmaya çalışır. Psikolojik olarak kahramanlar insanın benlik arayışını temsil eder. Arayış içerisinde olan kahraman bir yetişkin olarak acı çekmeye ve bunlardan kurtulmak için savaşmaya başlar. Böylece kendi adını duyurmaya ve kendini kanıtlamaya ihtiyaç duyar. Dionysos’un Yunanistan’dan Hindistan’a dek gitmesi bir yaşam arayışıdır. Herakles, Theseus ve Kutoyis ciddi vazifeler içerir ve bunların tamamlanması üstün insanın yükseldiği anlamına geliyor.
‘’Ölüm ve günah keçisi’ kısmında, Her kahraman toplumun ızdırabını çekmek ve bunun hesabını kendini feda ederek yapar. Kahraman toplumun korkularının günah keçisidir. İsa’nın çarmıha gerilip yargılanması buna örnektir. Kahraman aynı zaman da ölümün bir son olmadığını bize göstermeye çalışarak yeni bir hayat vaat eder. Tüm bunlar ölümün sıradan ve her insanın hayat cetvelinde bulunduğunu gösterme çabasıdır.
Yaşanan hayatın bir son bulması da doğanın bir sona ve yeni başlangıçlara işaret ettiğini gösterir. Burada insanın yaşadığı ömrün sonunda yeni bir hayat formuna kavuşacağını göstermeye çalışır. Doğanın bize olan armağanın tekrar kendi bünyesine çekerek insanın ilahlaşmasını sağlıyor. Mitolojilerde yer altı mitinin esasen anlamı budur. Öz benliğini bulmuş insanın bunu normal karşılayacağı evredir. Bu da meditasyonun son aşamasıdır. Âdem’in, Mesih’in ve Ereşkigal’in yer altına inişi bir haç yolculuğudur ve yaşamın sürekliliğinin ifade eder.
Daha önce de ifade ettiğimiz gibi doğa sonla beraber yeni bir başlangıçta sunar bize. Dirilişte kahraman yeniden hayat bulur. Gerçek hayatta doğada ki döngüselliği temsil eden yeniden doğuş miti buraya oturmaktadır. Tıpkı bir çiçeğin kışın solup yazın yeniden yeşermesi veya mevsimlerin arda arda gelmesi gibi. Tüm pagan inançlarda kendini gösteren yeniden doğuş miti doğanın döngüsünden başka bir şey değildir. Bazı hikâyeler de örneğin Adonis ölür ve canlı bir çiçeğe dönüşür.
Son bölüm artık her döngünün varacağı yeri temsil eder bu ise artık kahramanın son yolculuğu ve ilahlaşmasıdır. Kendini gerçekleştirmenin son evresi hamlaşan insanın, korkudan, sınırlamalardan kurtulmuş ve tam bir özgürlük halini almıştır. Bu da kahramanın yeni yolculuğu ve daima kozmosta kendini sürdürmesini gösterir. Örneğim İsa göğe yükselir ve artık ‘’o İsa değil her şeydir.’’
Kitapta dünyanın her köşesinde yaşayan toplumların mitlerinin derlenerek bir araya toplandığı, insanlık tarihi içinde kişilerin geleceğini nasıl tahayyül ettiğini gösteriyor. Böylece insanın kendini doğa da nerede konumlandırdığını, öz benliğini ve kendini nasıl gerçekleştirdiğinin sunulduğu bu eser, insanların gerçek yaşamlarından yola çıkıp kahramanlar yaratarak tarihini mitlerle açıklamaya çalıştığını anlatıyor. Dolayısıyla mitoloji, insan psikolojisinin imgelerinin dışavurumudur.
Künye: Mitoloji Kahramanın Yolculuğu, David Adams Leeming, Çev. Ilgız Yıldız, Say Yayınları, 2020, 405 sayfa
Karo zemin üzerinde büyümenin sancısıyla sarmalanırken…
Büyümenin ağrılı ve zor tarafını kendine yarattığı unutulmuş bir tavuk kümesinin arkasındaki köşesinden ve bir karo zeminde ayaklarının üstünden görüyoruz. “Herkesin Adı affedersin” bu zamana kadar çok da farkına varılmayan anların cümlelerini, belki de tam da ihtiyaçları olan zamanda, büyümeye çalışan çocuklarımızla buluşturuyor.
17-01-2021 01:22

Umut Dağlar
Büyümek zor ve sancılı bir süreç. İçimizin kalabalığı dışarının gürültüsünde kendine nasıl yer buluyor, bunu da olduğumuz yerden yorumlamak bir hayli karmaşık… Fakat hikayeler, yazılanlar, sözcüklerin arkasından uzatılan eller; hangi zamanda olursa olsun ve kim olursa olsun herkese güç veriyor. Edebiyatın ve okumanın sarmalayan tarafına ihtiyaç duyduğumuz her an bizleri kucaklayacak birçok sayfa olduğunu biliyoruz.
“Bugünlerde Herkesin Adı Afedersin” de hayatın özellikle büyüme çağındaki çocukları sarmalayan kitaplar rafında yerini alıyor. İyileştiriyor, cesaretlendiriyor; karmaşıklığın ve hüznün tablosunu yeniden çiziyor belki; suskunluğun ve arkasında olanların tanımını yeniden yapıyor. Ki tüm bunlar belki de çok uzun süreçler boyunca hayatlarımızda varlığını sürdürürken “Herkesin Adı Affedersin”de bir öğleden sonra anının içinde yol alırken karşılaşıyoruz hepsiyle. Kuytu bir köşede, vişne kompostosunun kapanması gereken kapağında, ayakların bitişik uzunca süreler boyunca durduğu o karo zeminde, acının ve hüznün kesilmiş ama yapıştırılması gerektiğine inanmayan fotoğraflarında, iki kelimenin yarısını duymanın verdiği cümlede, yarım bir kalbin atışında, tavuklara giden solucanlarda, o çok gürültülü anın sessizliğinde ve güzel yazılmış bir affedersin kelimesinin çiçekler içinde yer alarak nasıl renklendirebileceğinde…
Bianca, kocaman bir öfke balonunun içinde kendini nasıl konumlandıracağını bilemezken, büyümenin tüm sancılarının yanında bir de terk edilmişliğe denk gelmiş ve buna rağmen sevgi bağını koparmadığı babasını hala çok severken ve kalp hastası kardeşinin tüm bakımını üstlenen annesinin kendisini baş edilmez tanımlamasıyla karşı karşıya kalmışken tüm bu karmaşıklıkta kendine nasıl bir yer bulacağını düşünüp duruyor. Bianca, bize büyümenin içten tarafını ne kadar sancılı olursa olsun en gerçek duygularıyla birlikte anlatıyor. Kimseye ait olamamayı, suskunluğu, karmaşıklığı, hayranlığı… En sonunda ise elbette cesaretini…
“Herkesin Adı Affedersin” tek bir öğleden sonranın içine sayısız duyguyu en net halleriyle yerleştirmekle birlikte bu duyguların herkesin bildiği dilde yansıtabileceğini anımsatıyor bizlere her defasında. Bu sebeple satırlar arasında rastladığımız vurucu, hiç de alışık olmadığımız fakat olabildiğince sarsıcı cümleler hem hikayenin hem de okuyan kişilerin sarmalandığı ifadeler halinde karşımıza çıkıyor. Bianca, hayatının en önemli gününü kendi içinden anlatırken, dışarıya dair hissettiği duygular bir yana gözlemleri ve bunu ifade etme biçimiyle de herkesin içinde yer ediyor. Kimsenin haberi olmadığı karo zeminin üstünden bir çocuğun iç dünyasının ne kadar çalkantılı olduğunu görebiliyoruz; ötesi bunu hissedebiliyoruz. Bianca’nın başkaları tarafından tariflendiği tüm sıfatları dışında, onun içine açılan kapıları o bizlere anlattıkça elinden tutup birlikte açıyoruz. Hatta üstüne kendi kilitlerimizi de kırıp atıyoruz.
“Bir şeyleri yıkmaya kalktığında bu tür şeyler gelebilir insanın başına.” Diyor Bianca. Kendi tercih ettiği adıyla Perdon. Kendi dünyasının kilitlerini hayran olduğu bir dizinin oyuncusuyla tanışması ve ondan cesaret alarak bu gücü kendinden bulmaya başlamasıyla bir bir kırarken. Sığındığı o unutulmuş tavuk kümesinin arkasındaki kendine yarattığı kuytusundan çıkarken… Baş edilmez diye tanımlandığı anla birlikte bunun böyle olmadığını kendi içinde defalarca yaşayıp yine kendine anlatırken; ve elbette isminin yanına bir de ilginç sıfatı yerleştirilmişken… Bianca, bu yoğun ve kaygılı süreci yaşarken- ve elbette çabalarken- onun kırılmışlığını çevresindekiler ve eksik kalan taraflarını içinde bulunduğu dünya ne kadar onarabilecektir; bilmiyoruz… Fakat Bianca’nın dünyasından hareketle şundan eminiz: Affedersin kelimesinin etrafına çiçekler kondurabilmek ve içindeki harfleri olabildiğince güzel yapmak o kadar da zor bir şey değil.
Bianca –kendi tercih ettiği adıyla Perdon- karo zeminin üstünde yan yana birleştirilmiş ve ne kadar orada olduğunu bilmediği ayaklarının üstünden çocuklarımıza dokunuyor.
Künye: Bugünlerde Herkesin Adı Affedersin, Bart Moeyaert, Çev. Mustafa Özen, Can Çocuk Yayınları, 2020, 176 Sayfa.
Dünyanın en tuhaf harikası: Beyin
Beynimiz ve vücudumuz yaşamımız boyunca öylesine değişir ki, bu değişimi algılamak bir saatin akrebindeki hareketi algılamak kadar zordur. Kırmızı kan hücreleriniz her dört ayda bir tümüyle yenileriyle yer değiştirirken deri hücreleriniz de birkaç haftada bir yenilenir. Yaklaşık yedi yıl içinde, vücudunuzdaki her bir atomun yerini başka atomlar almış olur. Fiziksel açıdan siz, aslında sürekli olarak yeni bir size dönüşürsünüz. Neyse ki bütün bu farklı versiyonlarınızı birbirine bağlayan sabit bir olgu var gibidir: bellek.
17-01-2021 01:21

Ufuk Akkuş
Sinirbilimci David Eagleman; “Beyin senin hikayen” ile ezoterik bir konuyu okunması kolay, ilginç ve ayrıntılı bir popüler psikoloji kitabı haline getirerek bu alana ilgi duyanlara erişilebilir kılıyor. Eagleman; kendi gerçekliğimiz içine tutsaklığımızın farkına bile varamayacak kadar hapsolmuş durumdayken milyarlarca beyin hücresi ve birbirleriyle kurdukları bağlantılardan oluşan ağın içinde “kendimizi” bulabileceğimizi ve daha iyi hale getirebileceğimizi ortaya koyuyor. Altı bölümde, kendi donanımızı kırabileceğimizi etkili bir şekilde anlatıyor ve her bölümü “Ben Kimim ?”, “Gerçeklik Nedir?” gibi varoluşsal sorularla çerçevelendiriyor. İnsan beyninin nasıl geliştiğini, duyularımızın ve algılama yeteneğimizin nasıl değiştiğini, dış faktörlerin eylemlerimizi ve karar verme sürecimizi nasıl etkilediğini, nasıl sosyal varlıklar olduğumuzu ve teknolojinin duyularımızı nasıl etkileyebileceğini inceliyor.
İnsanlar tamamen aciz, gelişimi eksik kalmış, hayat karşısında esnek birer beyinle doğar, farklı ortamlarda yaşama becerisi göstererek diğer türlerden fazla gelişim gösterir. Kendimizi içinde bulduğumuz dünya tarafından biçimlendiririz. Deneyim beyni değiştirir, bir şeylere nasıl anlam yükleyeceğimizi belirler. Deneyim, algı ve çevre farklılığı her bir beyni bir kar tanesi kadar benzersiz kılar.
Dışarıdaki bilginin beyne girişi için tek yol vardır: duyu organlarımız. Ama görmek için gözlerden fazlası gerekir. Beynin görsel verilerin gerçek anlamlarını doğru yorumlayabilmesinin tek yolu sinyallerin, hareketlerimiz ve onların duyusal sonuçlarıyla eşleştirilmesidir. Görmek bize zahmetsiz bir iş gibi gelse de sanıldığı gibi kolay değildir.
Gerçeklik deneyimimiz sadece duyulardan gelen veri akışına bağımlı değildir. İçsel model devreye girince dünya sahneden çekilse bile gösteri sürer, beyin kendi imgelerini yaratmaya devam eder. Ama çevremizdeki dünyayı tüm ayrıntılarıyla algıladığımız bir yanılgıdır. Örnek olay incelemeleri; aldığımız kalorilerin yüzde yirmi kadarının beyne enerji sağlamak için kullanıldığını ve beynimizin gelen bilginin sadece dünyada yolumuzu bulmak için gerektiği kadarını işlediğini göstermiştir. Gerçeklik, biyolojimizle sınırlı, kafatasımızdaki sahnede canlandırılan ve beyinden beyine farklılık gösteren bir hikayedir.
Beynimiz çevreden sürekli bilgi toplar ve bu bilgiyi davranışlarımızı yönlendirmede kullanır. Freud da bilinçdışının bu derin mağaralarını aydınlatmak için uğraştı. Elimizde sıcak bir içecek olduğunda bir arkadaşımızla olan ilişkimizi anlatırken daha olumlu, soğuk bir içecek olduğunda daha olumsuz bir tavır takınabiliriz. Bilinçli zihin, özgür irade ne kadar kontrol sahibidir?
Beyin vücutla sürekli geribildirim ilişkisi içindedir. Farkında olmadan fizyolojik imzamız karar vermemize yardımcı olur. Beyin, deneyimlerimizden yararlanarak dünyayla ilgili sürekli bilgi toplar. Böylece seçenekleri kıyaslayıp değer biçeriz. Çevremiz ve algımız değişebildiği için, bu değerlendirmeleri kalıcı mürekkeple yazmamız mümkün değildir. Kim olduğumuz, ne yaptığımız, dünyayı algılama biçimimiz karar verme eylemimize bağlıdır. Bir tek kimliğe sahip olsak da, bir tek zihne sahip değiliz. Birbiriyle yarış halindeki güdülerin toplamıyız. Daha iyi karar verebilmemiz, seçeneklerin beyinde girdikleri rekabeti anlamamıza bağlıdır.
Toplumsal dünyanın içinde, başkalarının niyetlerini okumaya çalışarak, toplumsal yargılarda bulunarak yol alırız. Dünyada yolumuzu bulmamıza yarayacak antenlerle donanmış olarak doğar, bu yetimizi büyüdükçe zenginleştiririz. Bizim nöronlarımız gezegendeki herkesin nöronlarıyla karşılıklı iletişim içindedir. Bu bize ilerlemek için birbirimize ne kadar ihtiyacımız olduğunu gösteriyor.
İnsanların binlerce kuşak boyunca yineledikleri yaşam döngüsü aşağı yukarı aynı: Doğuyoruz, kırılgan bir bedeni idare etmeye çalışıyoruz, bize sunulan küçük bir duyusal gerçeklik kesitinin tadını çıkarıyoruz ve ölüyoruz. Bilim bize bu evrimsel hikayenin ötesine geçebileceğimiz araçları sağlayabilir. Artık kendi donanımıza müdahale edebileceğimize göre beynimiz onu teslim aldığımız şekilde kalmak zorunda değil. İnsanlık şu anda kendi kaderimizi elimize almamızı sağlayacak araçları keşfetme aşamasında.
Her yeni öğrendiğimiz şey, beyin plastisitesi (beynin uyum yeteneği) sayesinde biyolojimizle teknoloji arasında bir evliliği mümkün kılar. Beyin teknoloji vasıtasıyla bilgiyi aldığı sürece işini yapar. Dille “görmek”, vücutta dolaşan titreşimlerle “duymak” beynin duyusal değiştirim gücü ile gerçekleşir. Uzak gelecekte yalnızca fiziksel vücudumuz değil, benlik duyumuz da gelişmeye tabi olacaktır. Peki, ölüm kaçınılmaz olmaktan çıkabilir mi? “Alcor Yaşam Uzatma Vakfı”nın biyolojik çürümeyi önleyen bir derin dondurucuda saklamakta olduğu 129 kişi sadece bir kumar mı? Yapay zeka mümkün mü? Eagleman, bu soruların cevapları üzerine düşünmemizi sağlıyor. Kime dönüşeceğimiz bize bağlı diyor. Zeynep Arık Tozar‘ın harika çevirisiyle kitap bize ulaşıyor.
Künye: David Eagleman,”Beyin Senin Hikayen”, Çev: Zeynep Azık Tozar, Domingo, 21. Baskı, Ekim 2020, 265 Sayfa.
İnsani atık ve atık insanlar
Cezaevleri diğer pek çok toplumsal kurum gibi; atıkların geri dönüşüm işlevini bırakmış, tasfiyesine yönelmiştir. Modernitenin küresel zaferinin ve gezegenin bu yeni sıkışıklığının atık tasfiye sanayisinde yarattığı krizle savaşta ön saftaki yerini almıştır. Tüm atıkların potansiyel olarak zehirli ya da atık sınıfına girdikleri için bulaşıcı ve rahatsız edici oldukları, eşyanın düzenini bozdukları düşünülür. Geri dönüşüm artık bir yarar sağlamıyorsa ve randımanlı olmayacaksa, atıkla başa çıkmanın yolu onun “biyolojik bozunması”nı ve çürümesini hızlandırmak, bir yandan da onu sıradan yurttaşların yaşamından uzak tutmaktır.
10-01-2021 01:28

Ufuk Akkuş
İçinde yaşadığımız kapitalist sistem sermaye birikiminin sürekli geliştirilmesine dayanır. Başka bir deyişle sistemin tek amacı kar ederek tekrar yatırım döngüsü sağlamaktır. Burada söz konusu olan ekonomik büyüme, karlılığın ve sermaye birikiminin duraksamaksızın büyümesidir. Bunun için de birikimin büyümesine yönelik idari, hukuki ve teknik düzenlemelere başvurulur. İnsan ihtiyacının giderilmesi ve üretilenlerin adilce paylaşılması yerine birikimin nimetlerinin büyük bölümü sistemin doğası gereği yine sermayedara gider. Tüketimi artırmak amacıyla yapılan bu üretim döngüsünü sağlarken bu süreçte doğaya verilen zararlar ve tüketim mallarının tüketilmesi sonucunda oluşan atıklar sermayenin ilgi alanına girmez. Üretim esnasındaki çevre tahribatını azaltıcı önlemler ancak o ülkede hukuki yaptırımlar varsa ve kararlı bir şekilde uygulanıyorsa zorunlu olarak uyulması gereken kurallar kapsamında değerlendirilir. Tüketim sonucu oluşan atıklar da bir şekilde toplatılarak yeniden üretime sokulabilir ancak bu da atıkların genişleyerek çoğalması anlamına gelir.
Zygmunt Bauman, “Iskarta Hayatlar Modernite ve Safraları” kitabında gezegeni tehdit etme derecesine gelen atık meselesine odaklanıyor. Bauman, tüketim maddeleri atığı ile “atık insan” dünyasının benzerliğine değinerek iki yakıcı sorunu iç içe ele alıyor. Bauman’ın anlatımında “Atık insan”ı harcanmış insan olarak niteleniyor ve ihtiyaç fazlası ya da ıskarta insan olarak görülüyor. Atık insan, zorunlu nedenlerle ya da bilerek/isteyerek kayıt dışı bırakılan kalkınmasına izin verilmeyen insanları kapsıyor. Bauman’a göre; üretim ve tüketimin nerdeyse tümü piyasa ve pazarlar aracılığı ile gerçekleşiyor. Metalaşma, ticarileşme, parasallaşma süreçleri yerkürenin en ücra köşelerinde tedavüle giriyor. Bu gelişme sürdükçe, yerel sorunlara küresel çözüm getirmek, ya da yerel atıklara küresel çöplük bulmak imkansızlaşıyor. Tersine yerel yönetimler, modernitenin küresel zaferinin sonuçlarına katlanmak zorundalar. Şimdi küresel sorunlara yerel çözümler bulmaları gerekiyor, ancak bunu başarmaları da kolay gözükmüyor. Bauman, çağdaş hayatın günümüzdeki manzarasını anlatan bu sorunlara modernite/modernleşmenin yol açtığını öne sürüyor. Aslında tüm bu sorunlar kapitalist sisteme özgü olup, aşılmasının da doğaya saygılı ve israfa yol açmayan tarzda üretim planlamasının uygulanacağı toplumsal altüst oluşla mümkün olduğunu düşünüyoruz. Atık insan meselesinin de sınırların kalktığı ve özgür insanların bireyselliklerini yaşayabileceği bir dünyada çözümleneceğini söyleyebiliriz.
Bauman’a göre; insani atıkların ve atık insanların tasfiyesi sorunları, bireyselleşmenin akışkan, modern, tüketici kültürü üzerinde her zamankinden fazla baskı yapıyor. Toplumsal hayatın en önemli veçhelerini esir alıyor, hayat stratejilerini ele geçiriyor, onları kendi atıklarını (başlamadan biten, yetersiz, sakat ya da yürümeyen, harcanmaya mahkum insan ilişkileri) üretmeye sevk ediyor. Iskartaya çıkmayı günümüzün en yakıcı sorunlarından biri olan işsizlikten de aşağı konumda gören Bauman, işsizin tıpkı sağlıksız, rahatsız gibi yoksunluk takısı almış bir sözcük olduğunu ve normun dışına çıktığını vurguluyor. Iskartaya çıkmak ise süreğenliği çağrıştırıyor ve durumun sıradanlığını ima ediyor. Bir karşı durumu değil bir hali tanımlıyor. Iskartaya çıkmak lüzumsuzluğu, gereksizliği, kullanım dışılığı anlatıyor. Başkalarının size ihtiyacı yoktur, siz olmadan işlerini eskisinden daha iyi bile yapabilirler. Iskartaya çıkmak deyimi ihtiyaç fazlası, hurda, defolu, çöp, atık gibi sözcüklerle aynı anlam dünyasını paylaşır. İşsizin, “emek ordusunun yedek askeri”nin geleceği, yeniden hizmet saflarına çağrılmaktı. Hurdanın geleceği ise, diğer hurdaların yanına çöplüğe atılmaktır. Bauman, ıskartaya çıkarılmanın sosyal açıdan bir yersiz yurtsuzluğa, dolayısıyla bir özgüven yitimi, hayatını amacının yitirilmesi gibi duygulara yol açacağı hissi veya bu durumla hiç karşılaşmamışlarsa bile her an karşılaşabilecekleri kuşkusu, kendileri de büyük ıstıraplar çekmiş “X kuşağı”na mahsus bir deneyim olduğunu savunur.
Iskarta insan birikiminin patlamaya yol açacağı korkusuyla 19. yüzyılda nüfusun sorunlu kesimini kitleler halinde yurt dışına yollayarak sosyal sorunların üstesinden gelinmek istenmişti. Kentlerde meydana gelen taşkınlıklar, yöneticileri göreve çağırıyordu. 1848 Haziran’ından sonra Paris’in kenar mahalleleri asi sefillerden temizlenmiş, “ayaktakımı” yığınları deniz ötesine Cezayir’e gönderilmişti.1871’de Paris Komünü sonrasında aynı işlem tekrarlandı, ancak bu kez istikamet Yeni Kaledonya idi. İhtiyaç fazlası ya da marjinal insanlar; tanımlanmış bir sosyal statüleri olmayan, maddi ve entelektüel üretim açısından ihtiyaç dışı kabul edilen kendilerini de öyle gören değer kaybetmiş bireyler olarak görülür. Örgütlü toplum onlara bedavacı, davetsiz misafir, muamelesi yapar ve çoğu kez onları her türlü kötülüğün kaynağı, suçun kenarında dolaşan, sosyal dokuyu sömüren kimseler olarak görür, en azından tembelliğe kılıf uydurmakla suçlar. Varsılların değer verdiği ama yoksulları perişan eden yol ve yöntemleri açıkça reddeder, saygı göstermezlerse bu da kamuoyunun başından beri söylediğinin -ihtiyaç fazlaları sadece yabancı bir doku değil, toplum sağlığını tehdit eden kanserli bir hücre, yaşam biçimimizin ve savunduğumuz her şeyin yeminli düşmanı olduklarının- kanıtı olarak algılanır.
Bauman; mültecileri, yerinden edilenleri, sığınmacıları, muhacirleri, kaçak göçmenleri küreselleşmenin atıkları olarak görür. Aynı zamanda modern üretimin bir yan çıktısı olan geleneksel sanayi atıklarının da çoğaldığını söyler. Bu atıkların tasfiyesi, atık insanların tasfiyesi kadar büyük, korkutucu bir sorun olup ikisinin nedeni de aynıdır: tıka basa dolan gezegenimizin en ücra köşelerine kadar yayılan, tüketim toplumu dışındaki tüm yaşam biçimlerini ezip geçen ekonomik ilerleme. Zehirli atıklar da ekonomik sathın en az direnç gösterdiği yerlerde daima en aşağıya sızar. Çin’in bir elektronik aletler çöplüğüne dönen Guiyu köyünden ve ekonomik ilerleme treninden düşen eski köylülerin yaşadığı Hindistan, Vietnam, Singapur ya da Pakistan gibi ülkelerde Batı’nın elektronik atıkları “geri dönüştürülür”.
Bauman’a göre modernitenin küresel zaferinin en vahim sonuçlarından biri insan atıklarının tasfiyesindeki ağır krizdir. Mevcut yönetim kapasitesinin giderek artan atık hacmiyle başa çıkamaması modern dünyamızın ne yeniden kazanabildiği ne de yok edebildiği kendi atıklarında boğulması ihtimalini güçlendiriyor. Biriken atıklardaki zehir oranının hızla arttığına dair işaretler var. Endüstriyel ve ev atıklarının gezegenin ekolojik dengesini bozması yoğun endişelere neden oluyor ama sayıları gittikçe artan “atık insanlar”ın gezegende bir arada yaşayabilmemizin ön koşulu olan siyasi denge ve toplumsal istikrar üzerindeki etkilerini tüm berraklığıyla anlamaktan çok uzağız. Iskarta insan yığınlarının giderek kalıcı hale gelmesi ayrımcı siyasetlerin daha da katılaşması ve olağanüstü güvenlik önlemlerini gerektirir ki toplumun sağlığı, sosyal sistemin “normal işleyişi” tehlikeye girmesin. Talcott Parsons’a göre her sistemin kendi varlığı için elzem olan “gerilim yönetimi” ile örüntünün sürdürülmesi, bugün atık insanları toplumun geri kalanından kesin çizgilerle ayırmaya, yasal çerçeveden soyutlanmalarına ve etkisizleştirilmelerine indirgenmiştir. “Atık insanlar”ı uzaktaki tasfiye alanlarına göndermek artık mümkün görünmemektedir. Bu yüzden bu insanlar sıkı gözetim ve denetim altında tutulmalıdır. Sosyal devlet adım adım ısrarla ve acımasızca bir karakol devletine dönüştürülmüştür.
İnsani atıkların ve atık insanların küreselleşmenin ve tüketim toplumunun yaygınlaşması ile geliştiği ve modern topluma ait olgular olduğunun altını çizen Bauman, bu konunun giderek yakıcı bir soruna dönüştüğünü ve insanlar arası ilişkileri de olumsuz etkilediğini örneklerle ortaya koyarak değişik bir bakış açısı sunuyor okuyucularına.
Künye: “Iskarta Hayatlar, Modernite ve Safraları”, Zygmunt Bauman, Çev. Osman Yener, Can Sanat Yayınları, 2020, 155 Sayfa.