Gazeteci-yazar Mustafa Hoş: Çorlu tren katliamı süreci AKP iktidarının en adaletsiz, en gaddar sürecidir

Gazeteci-yazar Mustafa Hoş: Çorlu tren katliamı süreci AKP iktidarının en adaletsiz, en gaddar sürecidir

Çorlu tren katliamının üzerinden geçen bir yılı, süreci başından beri takip eden ve yazdığı 'Ölüm Treni' kitabıyla tarihe not düşen gazeteci-yazar Mustafa Hoş'la konuştuk.

Tugay Candan - Twitter: @TugayCandann

Mail: [email protected]

8 Temmuz 2018’de Tekirdağ’ın Çorlu ilçesi Sarılar mevkiinde 25 kişinin hayatını kaybettiği, 300 kişinin ise yaralandığı tren katliamının üzerinden bir yıl geçti.

Aradan geçen süre zarfında bu olayın bir kaza değil de katliam olduğu daha ilk günlerde ortaya çıkarken, katliamın hukuki süreci ise büyük skandallara sahne oldu.

Ailelerin adalet mücadelesi sürerken, bu sürecin başından beri konunun takipçisi olan ve cinayeti belgeleriyle ortaya koyan, hatta yazdığı "Ölüm Treni: Çorlu Tren Faciasının Gizlenen Gerçekleri" kitabıyla tarihe not düşen gazeteci-yazar Mustafa Hoş'la kitabı ve katliamın üzerinden geçen bir yıl üzerine konuştuk.

'HAK ARAYAN İNSANLARI SUÇLU GÖSTERMEYE ÇALIŞTILAR'

Sondan başlayalım. 3 Temmuz'da duruşmadaydınız. Bu duruşma ve hukuki süreç ne anlatıyor bize?

Yani o gün mahkemede hepimizin gözünün önünde oldu her şey. Ailelerin gözü önünde oldu, avukatların gözü önünde oldu, baro başkanlarının gözü önünde oldu, gazetecilerin gözü önünde oldu. Zaten başka da kimseye yok. Katılanlar bunlar. Ben neredeyse 1 yıldır o insanlarla temas halindeyim ve birçok etkinliklerine katıldım. Herkes birbirini tanıyor yani. Yabancı biri olsa fark edilirdi. Şimdi herkesin gözü önüne olan bir şeyi farklı aktardılar. Yani yok marjinal, yok provokasyon gibi şeylerle orayı kriminalize etmeye çalıştılar. Hak arayan insanları suçlu göstermeye çalıştılar, bu çok vicdansızca geliyor bana.

Yani 8 Temmuz 2018’den, 3 Temmuz 2019’da kadar bütün aşamalarda büyük bir gaddarlık var ve adaletsizlik var. Mahkemeden döndükten sonra oturdum, düşündüm. Bu ne böyle neden bunları yapıyorlar diye düşündüm. Bu vicdansızlığı hala da anlayamadım. Bunun tek bir açıklaması var sanırım; büyük bir suç işlediler ve bu suçun üstünü örtmeye çalışıyorlar. Suçluluk telaşı içerisinde her bir aşamada da yapmaya çalıştıkları şeyi eline yüzüne bulaştırıyorlar.

Mahkemede olan şuydu: Salona girdiğimde gördüm bunu, sonradan düşündüğümde daha da netleşti. Bakıyorsun sanıkların olduğu kısma, sonra yaralıların ve ailelerin olduğu kısma bakıyorsun, sanki sanıklara “Biz sizi koruruz, biz sizin yanınızdayız” der gibi bir ortam oluşturulmuştu.

Yargılanan aileler sanki…

Evet, tamamen böyle bir şey hissediliyordu. Bilinçli yapılmışsa çok korkunç. İçgüdüsel olarak yapıldıysa zaten orayı düzenleyenin kendini nerede konumlandırdığını gösteriyor. Silahlı polisler vardı, kim ne yapacak ki mahkemede? Ama mesaj sanıklara burada. “Biz sizin yanınızdayız” demek istiyorlar. Bunu aileler hissetti. Sadece aileler de değil, orada bulunan birçok insan hissetmiştir zaten.

Duruşmada yapılanların organize olup olmadığını Anayasa Mahkemesi önünde yaşananlardan anlamak mümkün değil mi? “Süpürün” diyenler orada da vardı, burada da ortaya çıktı.

Organizeden de öte mahkemedeki güvenlik görevlilerinin konumu şu halde: Kendi işlevlerinin ya da mahkemedeki hukukun gerektirdiği gibi hareket etmiyorlar. Orada bir güç var ve o gücü korumak için hareket ediyorlar. Bir paramiliter gibi yani. Bir güvenlik görevlisi refleksi yok. “Süpürün” lafı belki polisin kendi içinde kullandığı bir kavramdır ama orada “Siz bizim için değerli değilsiniz, istediğimiz zaman sizi süpürürüz” diye kullanıyorlar.  Hissettirdikleri de bu, yaptıkları da bu. Zaten orada bunların organize şekilde yapılması değil, zihinlerin böyle düşünüyor olması zaten korkunç.

'İNSANA YABANCILAŞMANIN EN ÜST NOKTASI'

Mayıs ayında kitabınız Ölüm Treni çıktı. Bu kitabın içinde birçok belge var, ailelerin anlattıklarında müthiş bir tanıklık var, araştırmacı gazetecilik ve yoğun bir emek var. Siz kitabınızda “Ben 30 yıllık gazetecilik hayatımda böyle bir olay görmedim” diyorsunuz. Çorlu’yu diğerler ihmal cinayetlerinden ayıran nedir?

Çorlu’yu diğerlerinden ayıran şu: Çorlu aymazlığın, insansızlığın, insana yabancılaşmanın en üst noktası… O raydaki çimentonun, balastın, herhangi bir şeyin insandan daha değerli olması. Bunu göze soka soka gösteriyor olmaları. Bir cinayet işlemeleri ve bu cinayetinde üstünü örtmek için devletin bütün olanaklarını kullanmaları. Devletin tüm olanaklarını kullanırken de değişik hiyerarşide ya da kulvardakilerin buna destek olması. Yani organize bir şekilde topyekün bir cinayet işlediler ve bu cinayetin üstünü kapamaya çalışıyorlar. Bu bir tarafı…

Diğer tarafı da insana bu kadar nasıl yabancılaşılıyor anlamakta zorlanıyorum. Yani, “Adalet istiyoruz” diyor başka bir şey söylemiyor aileler. Adalet isteyen insanı nasıl döversin ya? 8 Temmuz’dan beri her bir davranış, her bir hoyratlık aynı oranda devam ediyor. Sürekli kötülükte kendilerini aşıyorlar.

Bu açıdan bakıldığında Çorlu hakikaten çok farklı. Her bir insanın hayatı 8 Temmuz’la birlikte bölünmüş durumda. Bu insanların 7 Temmuzuyla, bugünü arasıyla hiçbir benzerlik yok. Hayatında karakol görmemiş, adliye görmemiş insanları sokaklarda adalet aramak zorunda bırakıyorlar ve bu arayışta da korkunç bir gaddarlık sergiliyorlar.

Yani bu kadar belgesi bilgisi olan bir cinayetin üstünü örtmek için bu kadar gaddarlaşmak, aslında bir dönemin simgesi olacak nitelikte.

'BİR TRAVMAYA DÖNÜŞMÜŞ DURUMDA'

Aileler bu katliamın ardından acılarını bile yaşayamadılar, bu bile çok büyük bir kötülük değil mi?

Yaşayamadılar ve hala yaşayamıyorlar. Şimdi bak, çok yakınlarını kaybetmiş insanlar ve bu ihmallerle olduğu için büyük bir travmaya dönüşmüş durumda. Bir diğer travma da  kaybettikleri çocuklarının, analarının, bababalarının haklarını ve hukuklarını ararken karşılaştıkları gaddarlık. Her biri kendisine şu soruyu soruyor: “Ya biz bunlara ne yaptık da bize böyle davranıyorlar?” Bak o insanların arasında MHP’li olan var, muhafazakar olan var, CHP’li olan var. Zaten zorunlu şekilde bir araya gelmişler öncesinde tanışıklıkları da yok. Ama şu an her biri aynı şeyleri hissediyor. Farklı kültürlerden, farklı ortamlardan, siyasi görüşlerden olmalarına rağmen hepsi aynı soruyu soruyor. “Hem eşimizi, anamızı, babamızı, çocuğumuzu elimizden aldınız, hem de bize karşı niye bu kadar zalimsiniz?” diye soruyorlar. Bak bu sorunun yanıtını bulamadıkça daha büyük travmalar yaşıyorlar. Bu cinayeti diğer ihmal cinayetlerinden ayıran en önemli noktalardan biri de bu.

'ÇOCUKLARA GEREKLİ DESTEK VERİLMEDİ'

Bu trenden kurtulan çocuklar da var.

Evet işin gaddarlık kısmını, adli kısmını konuşuyoruz ama bir tarafı da bu. Hayatını kaybedenlerin çocukları var, kardeşleri var, yakınları var. Bir çocuk unsuru var yani olayda. Ve bu çocuklara gerekli destek de verilmedi. Bir rehabilitasyon sürecinden de geçemediler ve hala o anı yaşıyorlar çünkü aileler sürekli bu anı yaşadıkları için onlar da bu anı yaşıyorlar ve bu sarmalın içindeki çocuklarda ciddi sorunlar ortaya çıktı. Yani şefkatten uzak bir yıl yaşıyorlar. AKP iktidarının en adaletsiz, en gaddar sürecidir Çorlu süreci.

Kitabınızda birçok belge var katliamı aydınlatan. Bu belgelerin yansıması aralık ayında Meclis KİT Komisyonu’nda görüldü. İsa Apaydın, burada yasadışı bir belge gösterdi. Meclis çatısı altında yasadışı belge göstermek ne demek?

Onu koruyanlar, tren katliamındaki asli sorumluğundan yargılanmasını engelleyebilir mi bilmem ama bu sahte veri düzenlemek, Meclis KİT Komisyonu’nda açıklamak ve yalan söylemekten yırtamayacak.

'ÖNEMSEMEDİLER, SAVSAKLADILAR VE GÖREVLERİNİ YAPMADILAR'

Sahte delil gösteriyor ve yalan da söylüyor. “Meteoroloji bana bilgi vermedi” diyor. Oysa kurumların arasında bir protokol yok.

Orada da yalan söylüyor. 1. Bölge Müdürlüğü 29 Haziran’da yağış uyarısı yapıyor.  TCDD’nin iç yazışmalarında var bu. Ama o gün hiçbir kontrol yapılmadı. Bahsedilen yağışla, trenin devrildiği yağış arasında 2 buçuk saat fark var. Kendi raporlarına uygun davransalardı, o tren zaten devrilmeyecekti. Bu bilgi ellerinde var. Ellerinde bilgi olmasına rağmen önemsemediler, savsakladılar, görevlerini yapmadılar.

'BU OLAYI 'DOĞAL AFET' DİYEREK KAPATABİLECEKLERİNİ SANIYORLARDI'

Siz bu süreçte sık sık ve kitabınızda da aynı şekilde, hazırlanan iddianamenin cinayetin üstünü örtmek için hazırlandığını söylediniz. Şimdi bu iddianamenin kaynağı olan bir bilirkişi raporu ve bu raporu hazırlayan Bilirkişi Kanununa aykırı atanmış bilirkişiler var. Siz bunların kanunen neden bilirkişi olamayacağını ortaya çıkardınız. Bu atamayı yapanlar, bilmiyorlar mı bu kişilerin ifşa olacaklarını? Nasıl böyle pervasız bir atama yapılabilir?

Yani bunu tahmin etmekten öte, başından beri sürece “nasılsa üzerini örteriz” şeklinde bakıyorlar.  Asıl pervasızlık burada. İlk günden beri böyle bakıyorlar. Tablonun tümüne baktığımızda organize bir üstünü örtme şebekesi görüyoruz. İçerisinde her bir kademeden insanların yer aldığı ve sonrasında da hala mahkemeye kadar uzanan süreçte devam ediyor aynı anlayış. Başlangıçtan beri bu olayın üstünü “doğal afet” bahanesiyle örteceklerine o kadar emindiler ki temmuzda bilirkişilerden Mustafa Karaşahin emir geldi ve televizyona çıkarıldı. Onlar bir sayfa ‘doğal afet’ raporuyla kapatabileceklerini sanıyorlardı bu olayı. Bundan o kadar eminim ki… Ama ailelerin ısrarlarıyla…

Sizin de takibinizle…

Benim gibi gazetecilerin de takibiyle ortaya çıkmadı başladı gerçekler ve artık üzeri örtülemeyecek bir cinayet meydanda duruyor. Ama hala buna çabalıyorlar, inanılır gibi değil.

'GÜNLERCE, HAFTALARCA, AYLARCA GÖZÜME UYKU GİRMEDİ'

Biraz da işin sizinle ilgili olan kısmını, gazetecilik kısmını konuşalım. Kitabınızda ailelerden aktardığınız insana çok ağır gelen hikayeler var. “Acıyı paylaşmak” demişsiniz. Okurken bile çok zor; dinlerken ve aktarırken çok daha zor değil mi insani açıdan?

Zor, çok zor. Aynı şeyi Ensar’da yaşamıştım. Bütün o çocukların yaşadığı her anı biliyorum, vakıfım. Ama hiçbirini yazmadım. O çocukları deşifre edemezdim. Zaten yazamazdım da… Onların yaşadıklarını aktardığınız an başka bir şeyi de tetiklemiş oluyorsunuz. Daha fazla okunursunuz falan ama yazmadım bunlar için. Günlerce, aylarca, haftalarca gözüme uyku girmedi. O yüzden bu sürecin ağırlığını üzerimde hissettim uzun zaman.

Bunun bir benzeri de Çorlu’da oldu. Bizim işimiz insanlarla temas kurma işi ama aynı zamanda da mesafe işi. Yaptığım her işte temas ve mesafeyi korumaya çalıştım ama bu iki olayda da temas ve mesafenin geri dönüşü bende çok yıpratıcı oldu. Çünkü o acıyı hissediyorsunuz falan ama insanların acıya duyarsızlaştığını da görüyorsunuz.  Bu daha acı. İnsanız biz sonuçta herhangi bir şeye bu kadar yabancılaşamayız. Tabi ki içerisine girdiğinde objektifliği yitirme riski vardır ama bu aynı zamanda yabancılaşmaya doğru evrilmemelidir. Bunun içerisine girersin ve sana etki eden yanlarıyla da başa çıkarsın.

Asıl meselede burada. Ben bu kadar hırpalanıyorsam, o insanların yaşadıklarını düşünün! Hep söyledikleri şu: “Abi neden bize böyle yapıyorlar, bize neden böyle davranıyorlar?” Evet tek sordukları bu ve bunu bana sorduklarında benim gözlerim doluyor.

'SUÇ ORTAKLIĞI YAPIYORLAR'

“Anaakım” denilebilir. Medyanın büyük bir kısmının da bu olayın üzerini örtme görevini üstlendiğini düşünüyorum ben.

Suç ortakları… Suç ortaklığı yapıyorlar.

Sizin gibi tecrübeli bir gazetecinin bakış açısıyla, bir gazetecinin suça ortak olması nasıl bir şeydir?

Korkunç. Bu dönemde gazeteci bir suç ortaklığı kuramaz. Kurarsa, gazeteci olamaz zaten. Bu dönemde Aladağ’da, Ensar’da, Çorlu’da suç ortaklığı yapanlar bunun hesabını da vermeli bence. “Görmedim, duymadım” diyemezler. Her şey, herkesin gözü önünde oldu ve bilinçli bir şekilde bunlar kamuoyuna aktarılmadı, sansürlendi ve haberleri yapılmadı. Bu ölümlerin suç ortağıdır ve hiçbir zaman da kendini aklayamayacaktır medya.

Sadece şu var Tugay: Çorlu’da ne yaptın, Ensar’da ne yaptın, Aladağ’da ne yaptın, 14 yaşında ölen çocuğun annesi yuhalatılırken ne yaptın, Rabia Naz olayında ne yaptın? Bu beş maddeyi birisine sorduğunda yanıt veremiyorsa bir ‘gazeteci,’ suratına tükürsün herkes. Bırakın gazeteciliği insan değil bunlar. Tez bu kadar basit; alın karşınıza beş tane soru sorun. Eğer gazeteciyse bunlara yanıt verir, değilse suratına tükürülsün. Başka da bir şeye gerek yok zaten.

'GAZETECİ HALKA KARŞI SORUMLUDUR'

Siz kitabınızda bir ‘vefa borcu’ndan bahsetmişsiniz. Ben de şu soruyu soruyorum. Gazetecinin halka karşı vefa borcu nedir?

Gazeteci halka karşı sorumludur. Kamusal alanda görev yapar ve gerçekleri anlatmakla yükümlüdür. Gazeteci aslında şudur: Bir deniz fenerinin ışığı yanlış yere yönlendirirse gemi ya karaya vurur, ya da bir adacığa çarpar ve batar. Gazetecilik buradaki deniz feneridir. Bu görevi yapmayanlar, ‘gazetecilik’ adı altında bu ülkeye kötülük yapmış, mesleğine de ihanet etmiş insanlardır. Hiçbir gerekçesi yoktur. Hiçbir savunulacak yanı da yoktur.

Bir insanın bir çocuğa karşı kılı kıpırdamıyorsa insan bile değildir. Ensar’da kılınız kıpırdamadıysa, eve gidip çocuklarınızı nasıl sevdiniz ya? Hayata bu kadar yabancılaşamaz bir gazeteci. Gazetecilik yaparak bedel ödeyen birçok insan var bu ülkede.

Gazeteci kime yaranacağına ve kime yarayacağına bakmaz, gerçeğin peşinden gider ve gerçeği anlatır. Bedeli ne olursa olsun.

Memleketin her noktasından bir adalet çığlığı yükseliyor neredeyse; Soma, Rabia Naz, Şule Çet, Aladağ, Çorlu…

Trafikte kaza sürü verilen cinayetler…

Evet evet.

Yani böyle bir sürü olay var.

'BU SUÇ ŞEBEKESİNİN SONUNU ADALET ARAYAN İNSANLAR GETİRECEK'

Ama adalet, kendisini arayanları birleştiriyorlar da… Mesela Şaban Vatan, Çorlu ailelerinin adalet nöbetine katılıyor. Keza Mısra Hanım, Berkin Elvan’ın ailesiyle bir araya geliyor.

Dediğin gibi daha fazla da bir araya gelecekler ama şu var: Bir suç şebekesi Aladağ’dan Şule Çet’e, Ensar’dan Çorlu’ya, Rabia Naz’a kadar her yerde görülüyor.

Bu suç şebekesinin sonunu adalet arayan insanlar getirecek. AKP’nin bumerangıdır bu çığlıklar. Bu böyle olmaya da devam edecek. Bir ülkenin ortak paydası adalet ve vicdanı aldığınız da ortada bir ülke kalmaz.

Kitabınızda, Erdoğan ve Necmettin Sel arasında geçen telefon konuşmasına da tanıklığınızla yer vermişsiniz. İsmail Küçükkaya’nın aktardığı bir Rabia Naz olayı var.

Evet, biliyorum onu.

'ERDOĞAN SÖZÜNÜ TUTMADI'

Nereden tutsanız elinizde kalıyor ama bu ülkede yargının harekete geçmesi için Erdoğan’ın talimat mı vermesi gerekiyor?

Öyle görünüyor. Zaten rahip Brunson’dan birçok olaya kadar bu görülüyor. Acı olaylarda da böyle. Yalnız şu var: Çorlu’da Tayyip Erdoğan sözünü tutmamıştır. Sözünü tutmadığını da 3 Temmuz’da hepimiz gördük.

'İHMAL CİNAYETLERİNİN ÖNÜNÜ AÇAN ŞEYLERDEN BİRİ DE 'NASILSA BİR ŞEY OLMAZ'CI BAKIŞ AÇISIDIR' 

Adaletsizlik ve vicdansızlığın AKP’yı yıkacağını söylediniz. Bu kadar gaddarlık cezasız kalır mı peki?

Bu adaletsizlik ve vicdansızlık sürecinin AKP’nin sonunu getireceği kesin. Siyasal olarak birçok şeyi onarabilirler; “Yol yaptık”, “Köprü yaptık” diyebilirler ama bir tane menfezin onarılmaması sonlarını getirir. Bu davanın zaman aşımının olmadığını da bu yüzden söylüyorum. Bugün sorumluluğu olup yargılanmayan kim varsa, gelecekte mutlaka bunun hesabını verecek.

O İsa Apaydın mutlaka yargılanacak. Ben şu andan itibaren biliyorum ki hiçbiri rahat uyuyamayacak. Bu ülkede bir bakış açısı vardır. “Nasılsa bir şey olmaz” denir. Bu bakış açısı ihmal cinayetlerinin artmasına neden olmuştur. Hiçbir şey yapamıyorsan bu insanların acılarını paylaş, yanlarında dur, sesleri duyur. O zaman birileri geceleri rahat uyuyamayacaktır. Bu bile bir şeydir.

Peki yıllar sonra bakıldığında bu dönem nasıl hatırlanacak? Bir kelimeyle anlatılacak olsa ne olur?

Aklına ilk ne geliyorsa o.

Zalimlik…

Evet, kimin aklına ilk ne geliyorsa öyle hatırlanacak.