Gayrimüslimlerin mülksüzleştirilmesi üzerine: Edirne
“Sermaye ilişkisini yaratan süreç, işçiyi kendi çalışma koşullarının mülkiyetinden ayıran süreçten başka bir şey olamaz; bu, bir yandan, toplumsal geçim ve üretim araçlarını sermayeye, öte yandan, dolaysız üreticileri ücretli işçilere dönüştüren süreçtir. Demek oluyor ki, ilk birikim denilen şey, üreticileri üretim araçlarından ayıran tarihsel bir süreçten başka bir şey değildir. Bunun bir “ilk” süreç olarak görünmesi, sermayenin ve sermaye ile uyuşan üretim tarzının tarih öncesi dönemini oluşturmasından ileri gelir.” (Marx, Kapital 2011:687)
20-12-2020 00:06

Nursel Çelen
Mülksüzleştirme ve Türkleştirme Edirne Örneği isimli kitap İlkay Öz tarafından kaleme alınan Prof. Dr. Füsun Üstel ve Doç. Dr. Özgür Adadağ’ın ( Özgür Adadağ ile tamamlanmıştır.) danışmalığını yaptığı bir yüksek lisans tezinin kapsamlı halidir. Bu çalışma Edirne yereline odaklanarak ulus-devlet inşa sürecinde 20. yüzyılın bütününe yayılmış Türkleştirme ve gayrimüslimlerin mülksüzleştirilmesi yoluyla Müslüman- Türklerin ilkel birikimlerini gerçekleştirme politikalarını analiz eder. Gayrimüslimleri mülksüzleştiren olayları, yerel gazetelerden ve tapu kayıtlarından bunların izini sürerek, Türkleştirme ve mülksüzleştirme politikasının nasıl yerel bürokrasi, eşraf ve halk işbirliği içinde gerçekleştirildiğini anlatmıştır.
Öz, Türkiye’de milli iktisat politikasının temel hedeflerinden olan burjuva ve küçük burjuva sınıflarının oluşturulabilmesi için ihtiyaç duyulan ilkel birikimin ekonomi dışı zor yöntemleriyle, gayrimüslimlerin mülksüzleştirilmesi yoluyla gerçekleştiğinden bahseder. Yukarıda alıntıladığım Marx’a göre ilkel birikim kavramını bu durumu açıklamak için kullanmıştır. Marx’a göre, ilkel birikim kısaca üreticileri üretim araçlarından ayıran ve böylece dolaysız üreticileri, ücretli işçilere dönüştüren tarihsel bir süreçtir. Türk-Müslüman kesimlerinin ilkel birikimlerini gerçekleştirmesi önce “Ermeni Tehciri” ve “Rum Mübadelesi” ile başlıyor. Böylece Ermeni ve Rumların emvâl-i - metrukeleri üzerinden gerçekleştirilmeye çalışılan ilkel birikimin ve sermaye transferinin Yahudilerinkiyle de devam ettiği anlatılmaktadır.
Kitapta ilk olarak Ermeni ve Rumların tasfiyesi ve mülksüzleştrilme süreçlerine değinilmiştir. Rumların tasfiyesi ve mülksüzleştirilmesi 1910’ların başlarında baskı ve şiddet politikalarıyla kitleler halinde Trakya ve Ege’den sürülmesi ve geri kalanının da 1923 Lozan Antlaşması’ndaki zorunlu mübadele sonucu gönderilmesiyle devam etmiştir. Ermeniler ise 1915’te çeşitli kanunlarla hem tehcir edilmiş hem de sahip oldukları malvarlıkları ellerinden alınmıştır. Bu iki halkın tasfiyesi hem Türkleştirme politikalarına hem de milli iktisat politikalarına katkı sağlamıştır. Edirne’de bu tasfiye edilen halklardan geri kalan emvâl-i metrukelerin bir kısmı Müslüman-Türklerin bir kısmı da Yahudilerin eline geçmiştir. Yahudilerin henüz Edirne’den kovulmadığı tarihlerde, Yahudiler piyasanın neredeyse %70’ine hakimken Müslümanların %30’a yakın ticari hakimiyeti olduğu gözükmektedir. Bu iktisadi boşluğun Yahudiler tarafından doldurulması milli iktisat politikaları açısından hayal kırıklığına neden olmuştur. Öz, yaşanan bu hayal kırıklığı ve ardından yarattığı öfkeyi bizlere Edirne yerel gazetelerindeki haber ve yazılarla göstermeye çalışmıştır. Örneğin: Yahudilere karşı doğrudan ilk saldırı 1922’nin Aralık ayında İleri gazetesinde “ Kanımızı Emenler” başlığıyla yayınlanan yazıyla gelmiştir.“Trakya-Paşaeli gazetesi 1923 Ağustos-Eylül aylarındaki yayınlarında Yahudi tüccarların köylüleri sömürdükleri ve kandırdıkları iddiasında bulunmuştur.”...“ Ağustos 1925’te Edirne Postası Yahudilerin Trakya’daki ticari hakimiyetlerini eleştirmiş, Türk tüccarlarına örgütlü olarak Yahudilere karşı mücadele çağrısı yapmıştır.”... “Keza Bursa ve Kırklareli’nde de Yahudilerle ticaret yapılmamasına dair afişler asılmış, Uzunköprü’de Yahudi tüccarlara karşı boykot ilan edilmiştir.” Bu tarz yayınların kışkırtmalarıyla meydana gelen gösteriler sırasında halk, “ Bu ülkeden gitme sırası size de gelecek! Yahudiler defolsun!” şeklinde sloganlar atmıştır. Söylenen bu cümleler Ermeniler ve Rumlardan sonra sıranın Yahudilere geldiğini ifade etmektedir.
Öz, Edirne’de Yahudileri özellikle ticari alandaki üstünlükleri sebebiyle hedef alan üç büyük olayın meydana geldiğinden bahseder. Bunların yerel eşrafın devlet görevlileriyle işbirliği sonucunda gerçekleştiğini söyler. Devletin “gayrimilli” olarak gördüğü bu kesimin tasfiyesiyle homojenleştirme politikalarına bir adım daha yaklaştığını ifade eder. Bu olaylardan ilki 1934 Trakya Olayları olarak bilinen Yahudilerin Trakya’dan sürülmesidir. Bu olay yereldeki dinamiklerden ulusal güçlere kadar bir çok aktörün dahil olduğu süreci içermektedir. Olayların meydana gelmesinde Nihal Atsız ve Cevat Rıfat Atilhan’ın antisemit yayınları, İbrahim Tali Bey Raporu, İskan Kanunu, Yahudilerin ticari hakimiyeti gibi bir çok etken rol oynamıştır. Öz, 1934’teki Yahudi karşıtı olayları anlatırken diğer kentlere de (Kırklareli ve Çanakkale gibi) yer vermekle birlikte çalışmayı Edirne üzerinden detaylandırmıştır.
Yahudileri hedef alan ikinci olay ise ilkel birikim sürecinin devamı ve döneme uygun hali olan 1942-1944 Varlık Vergisi uygulaması olmuştur. Öz, bu kanunla birlikte Yahudiler kendilerine tarh edilen yüksek miktardaki vergiyi ödeyebilmek adına ev, işyeri ve arsalarını değerinin çok altında satışa çıkarmak zorunda kaldıklarını anlatır. Bu kanunun iktisadi niteliği nedeniyle gayrimüslimlerin mülksüzleştirilmesi, sermayenin el değiştirilmesi ve Müslümanların ilkel birikimlerini gerçekleştirmesine katkı sağladığı görülmektedir.
Edirne’de Yahudileri hedef alan son büyük olay ise, Türkiye Siyonizmle Mücadele Derneği Edirne Şubesi’nin yürüttüğü faaliyetler olmuştur. Öz, 1968 yılında kurulan bu derneğin merkezinin İzmir’de olduğundan ve yalnızca tek bir şubesinin bulunduğundan bahseder. Bu dernek Siyonizm karşıtlığı altında Yahudi düşmanlığı yapmaktadır. Öz, derneğin söylemlerinin 1934’te olduğu gibi iktisadi kaygılar içerdiğini söyler. Dernek Edirne’deki son gayrimüslim topluluğu olan az sayıdaki Yahudileri hedef alarak Edirne’nin Türkleşmesine katkıda bulunmuştur. Gayrimüslimlerin mülksüzleştirilmesi üzerinden sermayenin Müslümanlaştırılması-Türkleştirilmesi projesi bu son olayla birlikte başarıya ulaşmıştır. Yazar bu olaylarla ilgili yapmış olduğu gerek sözlü tarih çalışmalarıyla gerekse de zorlu arşiv araştırmalarıyla literatüre önemli bir katkıda bulunmuştur.
Son olarak bu akademik çalışmada ilgimi çeken ve ben de merak uyandıran şey aslında yazarın konuyu seçme hikayesi olmuştur. Çalışmanın giriş kısmında hikayesini kısaca şöyle anlatıyor: Füsun Üstel’in lisansüstü öğrencilerine verdiği Türkiye’de Kimlik ve Vatandaşlık dersinde Türkiye’de gayrimüslimlere karşı gerçekleşen olayları anlatırken 1934 Trakya Olayları’ndan bahsetmiştir. Edirne, Kırklareli, Çanakkale ve Tekirdağ’da Yahudilerin yaşadığından ve 1934 yılında bu insanların büyük bir kısmı şiddet ve baskıyla evlerinden sürülüp yerlerine Müslüman-Türklerin yerleştiğini anlatmıştır. Yazar Edirneli olmasına rağmen, bu zamana kadar böyle bir olayı ilk kez duyduğundan bahseder. Hayıflanmasının dışında konuyu seçmesinin asıl nedeni o dönem Edirne’de yaşamış Yahudilerin bir kısmının mandıracılık yapması ve ailesinin de kuruluşu 1935 tarihli bir mandıraya sahip olmasıdır. Bu durum yazarın kafasında tuhaf bir soru işareti oluşturmuştur. Araştırmanın sonucunda yazar bu sorunun cevabını arşiv ve sözlü tarih çalışmaları sonucunda öğrendiğini belirtmiştir ama maalesef kitabında buna yer vermemiştir. Ancak kendi araştırmalarım sonucunda kitap tanıtımı için katıldığı bir söyleşide bu sorunun cevabını rahatlıkla yanıtladığını öğrendim. Bu nedenle benim gibi merak edenler için söyleşide yanıtlamış olduğu cevabı ve linki sizlerle paylaşacağım.
“Marksist bir sosyal bilimci adayı olarak ailemin ilkel birikimini Yahudilerin mülksüzleştirmesi yoluyla gerçekleştirip gerçekleştirmediğini öğrenmem ve gerekirse bununla hesaplaşmam lazımdı. Üstel’e tezimi bu konuda yazmak istediğimi söyledim ve kabul etmesinin ardından kişisel bir sorgulama da olan bu çalışmaya başladım. Aile büyükleriyle yaptığım görüşmelerde ailemin Bulgaristan göçmeni olduğunu ilk olarak Meriç kıyısında bir köye yerleşip ardından karşı kıyıya, Yunanistan’a geçtiğini sonrasında burada da tutunamayıp 1930’ların sonuna doğru Edirne merkeze yerleştiği malumatını aldım. Yani bu olaylar sırasında ailem Edirne’de değilmiş. Yine de ben bu malumatla yetinemezdim, tapu arşivinde de bunun izini sürmeye karar verdim. Olaylar sırasında ve takip eden yıllarda birçok Bulgaristan ve Yunanistan göçmeni ailenin Yahudi mülklerini elde ettiklerine tapu arşivindeki belgelerde denk gelirken ailemin ismine bu tarihlerdeki kayıtlarda rastlamadım. İsimlerine tapu kayıtlarında ilk rastladığım tarih 1950’lerdi. Aldıkları topraklar da muhtemelen göç ettikleri Balkanlardaki yerlerinin karşılığı olan Rum emvâl-i metrukeleriydi.”
KÜNYE: Mülksüzleştirme ve Türkleştirme Edirne Örneği, İlkay Öz, İletişim Yayınları, 2020, 264 Sayfa.
Balancar, Ferda. “1910’lardan 1970’lere Edirne’de mülksüzleştirme ve Türkleştirme”. Agos (12.10.2020),http://www.agos.com.tr/tr/yazi/24695/1910lardan-1970lere-edirnede-mulksuzlestirme-ve-turklestirme
İLGİLİ HABERLER
Vitrin: Yeni çıkanlar
Değerli İleri Kitap takipçileri, siz kitapseverler için haftanın yeni çıkanları arasından bir derleme yaptık. Beğeneceğinizi umuyor, keyifli okumalar ve iyi bir Pazar diliyoruz.
24-01-2021 00:03

BELKİ DE BİRİYLE KONUŞMALISIN – LORI GOTTLIEB
Konusunda uzman bir psikoterapist ve yazar olan Lori Gottlieb, kırklı yaşlarında beklenmedik bir ayrılık yaşıyor. İyileşme sürecinin bir parçası olarak kendisi de terapiye gitmeye karar veren Lori'nin hayatına deneyimli ama ilginç bir terapist giriyor: Wendell. Tuhaf hırkası ve pantolonuyla, meslektaşlarının pek de tercih etmeyeceği terapi odası dekorasyonuyla bir TV dizisinden fırlamış gibi görünüyor.
Aldığı sıkı eğitime ve deneyime rağmen hayatındaki bu beklenmedik krizi aşmaya çalışan Lori, eşzamanlı olarak danışan hayatlarının mahrem odalarında dolaşmaya devam ediyor: Bencil bir Hollywood yapımcısı, kanser teşhisi konan yeni evli bir kadın, hayatında hiçbir şey düzelmezse doğum gününde intihar edeceğini söyleyen yaşlı bir kadın ve yanlış adamlarla takılmaktan vazgeçemeyen genç bir kadın…
Şaşırtıcı bir bilgelik ve mizahla Gottlieb; aşk ve arzu, anlam ve ölümlülük, suçluluk ve kurtuluş, korku ve cesaret, umut ve değişim arasındaki gergin ipte yol alırken, kendimize ve başkalarına söylediğimiz gerçekleri ve kurguları inceleyerek kör noktalarımızı işaret ediyor.
Belki de Biriyle Konuşmalısın; geçmiş hikâyelerimizi gözden geçirmenin, ilerlememize ve iyileşmemize nasıl yardımcı olduğuna dair çok derin ve kişisel, ama bir o kadar da eğlenceli ve evrensel bir tura çıkarıyor bizi.
(Tanıtım Bülteninden)
KÜNYE: Belki de Biriyle Konuşmalısın, Yazar: Lori Gottlieb, Çevirmen: Cemre Ömürsuyu Seyis, Hep Kitap, 2021, 466 Sayfa.
DENGE UZMANI - ORHAN DURU
Orhan Duru’nun ikinci öykü kitabı Denge Uzmanı (1962) yeni bir editörlükle Yapı Kredi Yayınları’ndan yayımlandı.
Denge Uzmanı, klasik öykünün kalıplarını bozarak yeni bir anlatı dili geliştiren 1950 Kuşağı’nın ele avuca sığmaz yazarı Orhan Duru’nun ikinci kitabı. Biçemiyle, kurgusuyla ne ölçüde yenilikçi, seçkin, öncü bir kitap olduğu bugün de apaçık ortada.
Orhan Duru sözü kırk parçaya bölerek düşün gerçeğini, saçmanın anlamını, umutsuzluğun neşesini yaratıyor.
“En sonunda ben de baktım fotoğrafıma. Dehşet içinde kaldım. Korktum. Acayip bir adam oturuyordu bir tahta sandalyede. Arkasında kara bir perde. Perdenin üzerinde kuş resimleri.”
(Tanıtım Bülteninden)
KÜNYE: Denge Uzmanı, Yazar: Orhan Duru, Yapı Kredi Yayınları, 2021, 88 Sayfa.
RENGARENK ANADOLU - NOTALARLA YOLCULUK
Okul gezisiyle İstanbul’a gelen Ece ve Kaan bu güzel şehri dostları Vecihi ile gezmek istediklerini fark edip dostlarını çağırırlar. Peki kültür gezgini Vecihi tek bir şehri gezmekle yetinebilir mi? O, küçük dostlarını yine macera ve bilgi dolu bir yolculuğa davet edecektir.
Kültür Balonu’na atlayan üç kahramanımız bu kez halk müziğinin renkli dünyasını tanımak için Anadolu’nun dört bir yanındaki dostlarına uğruyorlar. Farklı yörelerde ozanlarla tanışan, her yöreye özgü çalgıları gören ve türkü derlemeyi öğrenen Ece, Kaan ve Vecihi zor koşullarla da baş etmek zorunda kalacakları bu maceraya tüm çocukları çağırıyorlar. Özay Gönlüm, Aşık Mahsuni ve Neşet Ertaş gibi halk müziği ustalarının eşlik ettiği bu dopdolu yolculukta çocuklar eğlenerek öğreniyorlar.
Rengârenk Anadolu kitap serisinin ikincisi Notalarla Yolculuk, bu kitabı alacak ebeveynlere de çocuklarıyla halk müziği üzerine keyifli bir sohbet ve birlikte türküler söylemek için bir kapı aralamayı hedefliyor.
(Tanıtım Bülteninden)
KÜNYE: Rengarenk Anadolu - Notalarla Yolculuk, Yazar: Kolektif, Nota Bene Yayınları, 2020 Aralık, 40 Sayfa.
PRATİK ETİK - PETER SINGER
Peter Singer, yayımlandığı günden itibaren büyük ses getiren Pratik Etik'te, gündelik hayat ve etik konusunu çarpıcı başlıklar altında tartışıyor.
"En önemli etik meseleler her gün karşımıza çıkanlardır: Aşırı yoksulluk içinde yaşayan insanlara yardım edebilecekken, eğlencemize para harcamak doğru mu? Hayvanlara, sadece bize yememiz için et üreten makinelermiş gibi davranmamız haklı gösterilebilir mi? Yürüyebiliyorsak, bisiklet kullanabiliyorsak ya da toplu taşıma araçlarına binebiliyorsak, bir yandan gezegeni ısıtan sera gazlarını da salarak araba kullanmalı mıyız? Kürtaj ve ötenazi gibi öteki sorunlar neyse ki çoğumuz için gündelik kararlardan değil; fakat gene de önemli, çünkü hayatımızın bir noktasında ortaya çıkabilir. Bunlar ayrıca, demokratik bir toplumdaki her aktif katılımcının bilgiye dayalı, enine boyuna düşünülmüş görüşlere sahip olması gerektiği güncel kaygılara ilişkin meseleler."
"Bu kitap ahlak felsefesinin nasıl uygulanacağına dair bir model sunuyor. Ahlak felsefesini uygulamak (yalnızca okumanın aksine), kişinin en temel ahlaki inançlarının tarafsız ve açık görüşlü bir sorgulamasını içerir; teorinin ve savların baskısıyla kişinin inançlarını (ve uygulamalarını) değiştirmek için ihtiyaç duyduğu entelektüel cesareti gerektirir. Singer bu kitapta tartıştığı ahlaki meselelerin her birine böylesi bir tarafsızlık, açık görüşlülük ve entelektüel cesaretle yaklaşıyor."
Mylan Engel Jr., Northern Illinois Üniversitesi, The American Journal of Bioethics
(Tanıtım Bülteninden)
KÜNYE: Pratik Etik, Yazar: Peter Singer, Çevirmen: Nedim Çatlı, İthaki Yayınları, 2021, 472 Sayfa.
ADANMAK - ALİ GRANİT
Adanmak, Türkiye'de benzeri gittikçe azalan kitaplardan biri; bir başarı öyküsünün kahramanının yaşamına eğilen, unutulmasının önüne geçmeyi amaçlayan bir çalışma.
Yalçın Granit, Türk basketbolunun kuruluş yıllarından başlayarak bugüne kadar etkin rol oynamış; önce sahada, sonra kulübede, ardından da yazılarıyla basında milli basketbolumuz için emek vermiş bir isim. Elinizdeki kitap, yalnızca onun basketbol macerasını kayda geçirmeyi amaçlamıyor. Adanmak, hem spor tarihimiz için bir belge hem de yeni kuşaklar için bir şeye adanabilmenin ve başarılı olmanın imkânsız olmadığını gösteren örnek bir yaşamöyküsü.
Onun çarpıcı "kendini yoktan var etme" serüveninin izini sürerken de fonda bir yüzyıldan diğerine güçlenerek yol alan Türk basketbolunu, geçirdiği evreleri aşamalarıyla gözler önüne seriyor.
(Tanıtım Bülteninden)
KÜNYE: Adanmak, Yazar: Ali Granit, Can Yayınları, 2021, 408 Sayfa.
Umut içerir: Gezegenimizi Yiyip Bitirdiğimizde
Bir Kızılderili deyişinden ilham alarak yazılan bu hikâye, çocukların dünyada olup bitenlere karşı meraklarını tetikleyici nitelikte.
24-01-2021 00:03

Burcu Adıgüzel
Dünyada olup biten iyi, kötü her şeye karşı duyarlı biri olarak yaşamaya başladığımız andan itibaren, umut da umutsuzluk da aynı anda beraberinde geliyor şüphesiz.
Umutlanıyoruz; çünkü başka türlü nasıl yaşanır, güne nasıl başlanır, umuttan daha iyi bir neden henüz bilmiyoruz belli ki. Umutsuzluk hissediyoruz çünkü insanoğlu iktidarlarıyla, kararlarıyla, kişisel hayatlarıyla, özetin özeti tüm varlığıyla ‘’kötü’’ olanı üretmekte kararlılık gösteriyor. Geriye ise direnmek ve bunda inat eden direnenler kalıyor. Yazmak kadar kolay değil elbette. Hem onurlu hem baş kaldıran, hem de anlamlı bir hayat sürmek zor…
Gezegenimizi Yiyip Bitirdiğimizde’yi okumam saniyelerimi aldı. Eni boyu büyük, resimleri kocaman, sözcükleri kısacık bu öykü, tüm bunları düşündürüp ‘’Yazmalıyım.’’ dedirtecek kadar önemli meselelere güçlü bir şekilde değiniyor. Çocuklara; ‘’Dünyadaki buzullar eridiğinde, son hayvanın kürkünü kesip, yiyip, diktiğimizde geriye para ve altından başka bir şey kalmayacak.’’ diyecek kadar cesur bir yere kuruyor tezgâhını. İklim değişikliğinde, ormanların yok olmasında, hayvanların katledilmesinde ve doymak bilmeyen bir ihtirasa kurban verdiğimiz doğada, ne kadar yıkılmış şey varsa hepsini kısa şekilde ama bir çırpıda söyleyiveriyor. Kitabın sonu ise tüm olumsuzlukları önümüze seren içeriğine rağmen umut vâdediyor. Hem de kendimizin önemini, varlığımızın biricikliğini, fikirlerimizin bazen yalnız da kalabileceğini ama haklılığını koruyabileceğini bize yeniden hatırlatır şekilde.
Alain Serres, kendi deyimiyle ‘’Dünyayı hayal etmelerine ve sorgulamalarına yardım edecek şekilde kitaplar’’ yayımlamak üzere yayınevi kurmuş bir yazar. Bir diğer önerim de yazarın diğer kitabı ‘’Çocuk Olmaya Hakkım Var’’ olsun.
KÜNYE: Gezegenizimizi Yiyip Bitirdiğimizde, Alain Serres, Res. Silvia Bonanni, Çev. Hazel Bilgen, Yapı Kredi Yayınları, 2018, 28 sayfa.
David Harvey ile Kapital’i okumak
Bilime giden düz bir yol yoktur ancak onun dik patikalarında yorucu tırmanışları göze alanlar aydınlık doruklara ulaşabilirler.
24-01-2021 00:03

Ufuk Akkuş
David Harvey’in Marx’ın Kapital’inin 1.cildi üzerine her yıl verdiği derslerin yazılı versiyonundan oluşturduğu “Marx’ın Kapital’i İçin Kılavuz” adlı kitabı Kapital”in daha iyi kavranması ve Kapital okumayı kolaylaştırması açıdan önemli olanaklar sunuyor. Harvey, yolculuk kılavuzu olarak adlandırdığı bu kitabın, yola çıkmak isteyen herkese rehberlik etmesini, Marx’ın ekonomi politiğine yararlı bir giriş sağlamasını umduğunu söylüyor.
Harvey, öncelikle Kapital’in hayret verecek ölçüde zengin bir kitap olduğuna değinir: Sayfalarında sayısız ekonomi politikçinin, filozofun, antropoloğun, gazetecinin ve siyaset teorisyeninin yanı sıra Shakespeare, antik Yunanlılar, Faust, Balzac, Shelley, peri masalları, kurt adamlar, vampirler ve şiirler cirit atar. Marx bu metni inanılmaz derecede çeşitli ve zengin eleştirel düşünce geleneğine dayanarak yazmıştır. Kapital’de ortaya konulan analize esin veren üç büyük düşünsel ve siyasal gelenek vardır. Marx’ın esas aldığı eleştirel yöntem, başkalarının söylediklerini ve gördüklerini alıp işleyerek düşünceyi yeni bir şeye dönüştürür. Marx’a göre yeni bilgi; kökten farklı kavramsal blokları alıp birbirine sürterek devrimci ateşi yaktığımızda doğmaktadır. Kapital’de de fiilen bunu yapar. Farklı düşünsel gelenekleri bir araya getirerek tamamen yeni ve devrimci bir bilgi çerçevesi yaratır. Kapital’de bir araya gelen üç kavramsal çerçeve şunlardır: Birincisi, ekonomi politiktir. Ağırlıklı kısmı William Petty, Locke, Hobbes, Hume, Adam Smith, Malthus, Ricardo ve James Steuart gibi düşünürleri kapsayan Britanya’lı düşünürlerden oluşur. Aynı zamanda Quesnay ve Turgot gibi fizyokratlar ile Sismondi ve Say gibi Fransız klasik ekonomi politikçiler de vardır. Marx’ın teorisindeki ikinci kavramsal yapıtaşı; Antik Yunanlılarla başlayan felsefi düşününce geleneği ile Alman felsefesi özellikle de Hegel felsefesidir. Marx, doktora tezini Epikür ve Demokritos üzerine vermiştir. Pek çok yerde argümanlarının dayanağı Aristoteles’tir. Spinoza, Leibniz, Kant, Descartes, Rousseau’dan da etkilenmiş ama en fazla etkilendiği Hegel’dir. Marx’ın dayandığı üçüncü gelenek ise ütopik sosyalizmdir. O dönemde ütopik sosyalizm öncelikle Fransızdır. Modern geleneği başlatma payesi genellikle İngiliz Thomas More’a verilir. Ayrıca hem ütopik yazan hem de hayata geçirmeye çalışan Robert Owen İngilizdir. Fakat Fransa’da büyük ölçüde Saint Simon, Fourier ve Babeuf’un daha önceki metinlerinden esinlenen ütopik düşünce 1830’larda ve 1840’larda müthiş bir patlama yaşanmıştı. Örneğin İkaryenler diye bir grup kurarak, 1848’den sonra ABD’ye yerleşen Etienne Cabet, Proudhon ve Proudhoncular, Auguste Blanqui, Flora Tristan gibi sosyalist feministler.
Marx’ın amacı, sol siyasal projenin yönünü nispeten sığ bulduğu ütopyacı sosyalizmden bilimsel sosyalizme çevirmekti. Am bunun için sadece ekonomi politikçiler ile ütopik sosylistleri karşı karşıya getirmek yeterli olmayacaktı. Eleştirel felsefe geleneğinin araçlarını kullanarak, sosyal bilimlerin yönteminin her yönünü yeniden yaratması ve düzenlemesi gerekiyordu.
Kapital’in ilk birkaç bölümünün bir hayli çetin olduğunu işaret eden Harvey, bunu iki nedeninin olduğunu söyler. Birincisi, Marx’ın yöntemiyle ilgilidir. İkincisi de onun bu projeyi özel olarak kurmasıdır. Harvey, Marx’ın Kapital’deki amacının; ekonomi politiği eleştirerek kapitalizmin nasıl işlediğini anlamak olduğunu söyler. Ancak Marx’ın asıl amacı dönemin klasik ekonomi politikçilerinden yola çıkıp,onların eksikliklerini aktararak kapitalist sistemin nasıl işlediğini ve hangi çelişkileri içinde barındırdığını ortaya koymaktır. Marx, dönemininin ekonomi politikçilerinin tersine kapitalizmin tarihselliğine değinir ve onun geçici bir üretim tarzı olduğuna vurgu yaparak komünist tahayyülü işaret etmektedir. Kapitalist sistemdeki krizlerin sisteme içkin olduğunu ve sistemin iç işleyişinden ve doğasından ötürü yıkılmaya mahkum olduğunu ileri sürer. Tabii ki sistemi dönüştürecek toplumsal öznenin yani “anlatılan senin hikayendir” dediği işçi sınıfının toplumsal rolünü ve eylemini hesaba katarak.
Harvey, Marx’ın Kapital’in ikinci baskısındaki araştırma yöntemi ile sunuş yönteminin farklı olması gerektiğine dair vurgusunu Marksist yönteme gönderme yaparak açıklar. Marx’ın araştırma yöntemi mevcut olan her şeyle, yani yaşanan haliyle gerçeklikle, ekonomi politikçilerin, filozofların, romancıların vb. gibi bu yaşantıya dair tüm tasvir ve tanımlamalarıyla başlar. Gerçekliğin nasıl işlediğine dair bazı basit ama güçlü kavramları keşfetmek için bu malzemeyi amansızca eleştirir. Bu yönteme “iniş yöntemi” adını verir. Çevremizdeki dolaysız gerçeklikten yola çıkarız ve bu gerçeklik için temel nitelik taşıyan kavramları bulmak için daha derine bakarız. Bu temel kavramlarla donandıktan sonra tekrar yüzeye doğru ilerleriz bu da “çıkış yöntemi”dir ve böylece görünüşler dünyasının ne kadar aldatıcı olduğunu keşfederiz. Kavramlar elimizde yokken baktığımız görünüşler dünyası kavramlar sayesinde birden bambaşka bir dünya haline gelmiştir. Öze ulaşmış oluruz ve elimizdeki kavramlarla artık dünyayı yorumlama noktasında oluruz. Marx genellikle yüzeydeki görüntüyle başlayıp derindeki kavramları bulmaya çalışır. Ancak Kapital’de önce kurucu kavramlar ile analize başlanır. Kavramlar peş peşe sıralanır. İlk başta kavramları ve işleyişi kavramak güç görünse de kitap ilerledikçe bu kavramların dünyamızı nasıl aydınlattığı görülür. Harvey’in vurgusu; bu kavramların nasıl işlediğinin ancak Kapital’in tüm ciltleri okunduğunda tam olarak anlaşılabileceği şeklindedir. Bu yaklaşım argümanları tek tek inşa eden, taş üstüne taş koyan analizden farklıdır. İlk üç bölümün zorluğu buradan gelir ve metinde ilerledikçe mevzuyu anlamak için sabır gerekir. Ancak bundan sonra bu kavramların nasıl işlediğini görebiliriz.
Marx, Kapital’e meta kavramıyla başlar. İniş yöntemi Marx’ı meta kavramına götürmüştür ama bu tercihini izah etmeye kalkmadığı gibi meşruluğunu savunmak için de çaba harcamaz. Harvey’e göre meta ile başlamanın son derece yararlı olduğu zamanla anlaşılır, çünkü herkes gündelik hayatında metalarla temas kurar ve onları deneyimler. Zamanımızı şu ya da bu metayı satın alarak, isteyerek, geri çevirerek, şu ya da bu metaya bakarak geçiririz. Meta biçimi kapitalist üretim tarzında evrensel bir yere sahiptir. Marx, ortak paydayı seçmiştir. Sınıf, ırk, cinsiyet, din, milliyet, cinsel tercihten bağımsız olarak herkesin aşina olduğu ve herkeste ortak bir şeydir meta. Metalar varlığımızın esasıdır: Yaşamak için onları satın almak zorundayız. Harvey’in iddiası “neden meta” sorusuna yanıt veremez. Çünkü, herkesin aşina olduğu maddi nesneler deyince akla toprak, para gibi bir sürü başka nesne de gelebilir. (Melda Yaman-Özgürt Öztürk, Metaların Kerameti, sayfa:106). Marx’a göre ekonomi politikçilerin yaptığı şey; üretimi bölüşümden farklı olarak, tarihten bağımsız, doğa yasaları içine hapsedilmiş olarak göstermek ve bu fırsattan yararlanarak burjuva ilişkilerin soyut olarak kavranan toplumun değişmez doğal yasaları olduğu fikrini el altından ileri sürmekti. Öztürk’e göre Marx ise, başlangıç noktasını tarih aşırı bir genellik düzeyinde değil, kapitalist üretime özgü bir düzeyde belirleyecektir. Ayrıca, başlangıçta analiz edilecek nesne, kapitalist üretime özgü olmanın yanı sıra aynı zamanda diğer kategorilerin kendisinden türetilebileceği somutlukta bir genel (evrensel) olmalıdır. Örneğin emekten yola çıkıldığında fiyat gibi bir kategoriye geçiş yapmak nerdeyse olanaksız hale gelir. Bu nedenle ilk kategori, en genel, en soyut olan değil yeterli somutlukta bir kategori olmalıdır. Marx, sunuş düzeni üzerine kafa yorarken, analize nereden başlanması gerektiği sorusuna yanıt olarak bir somut evrensel aradığı söylenebilir. Hem evrensel, hem de somut, yani birçok farklı özelliğin, belirlenimin birleşimi, dolayısıyla da analiz edildiğinde birçok belirlenime geçiş yapmayı olanaklı kılacak bir nesne (a.g.e. s.108).
Meta insanların ihtiyaçlarını ve arzularını karşılayan bir şeydir. Marx, bir şeyin yararlılığının en iyi şekilde kullanım değeri olarak kavramsallaştırılabileceğini söyler. Harvey, burada Marx’ın insan istekleri, ihtiyaçları ve arzularının olağanüstü çeşitliliğinden, ayrıca metaların muazzam çeşitliliğinden ve ağırlıklarından ya da ölçülerinden ne kadar çabuk soyutlama yapıp kullanım değeri adı altında tek bir kavarama odaklandığına dikkat çeker. Fakat kapitalizmde metalar ayrıca mübadele değerinin maddi taşıyıcılarıdır. Metalar sürekli el değiştirebilmekte ve bir mübadele sistemi içinde hareket etmektedir. Meta el değiştirirken sadece kendi niteliklerine dair değil, tüm metaların niteliklerine dair bir şeyi ifade eder. Yani mukayese edilebilir olduklarını gösterir. Metaları birbirine eşitleyen, mukayese edilebilir kılan ortak şey ise onların emek ürünü olmalarıdır. O halde tüm metalar insan emeğinin ürünleridir. Metaların ortak noktası, hepsinin üretimlerinde cisimleşmiş olan insan emeğinin taşıyıcıları olmalarıdır. Kullanım değeri olarak metalar her şeyden önce birbirinden farklı niteliklerdir, ama mübadele değerleri olarak yalnızca farklı miktarlardır ve dolayısıyla zerre kadar kullanım değeri içermezler. Metalarda cisimleşen emek onun gerçek üretiliş zamanı olamaz. Çünkü öyle olsaydı, bir metayı üretmek ne kadar uzun sürüyorsa meta o kadar değerli olurdu. Böylece tüm metalar tek ve aynı tür emeğe soyut insan emeğine indirgenmiştir.
Harvey, sadece dört sayfada esrarlı ifadelerle temel kavramların sunulduğuna işaret eder. Kullanım değerinden mübadele değerine oradan da soyut insan emeğine geçilmiş ve en nihayetinde türdeş insan emeğinin cisimleşmiş nitelikleri olarak değer ulaşılmıştır. Tüm metaları mukayese edilebilir kılan değerdir ve bu değer hem hayalet benzeri bir nesnellik olarak gizlenmiş, hem de meta mübadelesi süreçlerine geçmiştir. Harvey, bunu süpermarketteki metalar örneğiyle açıklar: Mübadele değeri metalarda cisimleşmiş insan emeğinin zorunlu bir temsilidir. Süpermarkete gittiğinizde mübadele değerleri görürsünüz, ama metalarda doğrudan cisimleşmiş insan emeğini göremez ve ölçemezsiniz. Süpermarket raflarında hayalet benzeri bir varlığa sahip olan şey insan emeğinin cisimleşmesidir.
Marx’a göre; herhangi bir malın büyüklüğünü toplumsal olarak gerekli emek miktarı ya da onun elde edilmesi için toplumsal olarak gerekli emek zamanı belirler. Toplumsal olarak gerekli emek zamanı ise; bir kullanım değerini normal koşullar altında, o sıradaki ortlama hüner derecesi ve yoğunluğuyla elde edebilmek için gerekli emek zamandır. Buradan hangi tür insan emeği toplumsal olarak gereklidir sorusu çıkar, yanıt arayışında da bir başka ikilik ortaya çıkar: somut (fiili) emek ve soyut (toplumsal olarak anlamlı) emek arasındaki ikilik. Bu iki emek biçimi meta mübadelesi ediminde tekrar birleşmektedir. Yine bu mübadele anının incelenmesi göreli ve eşdeğer diğer biçimleri arasındaki başka bir ikiliği açığa çıkarır. Değerin bu iki ifade tarzı, diğer tüm metalarla ilişkisinde evrensel bir eşdeğerlik işlevi gören bir metanın (para meta) ortaya çıkışıyla tekrar birleşir. Buradaki argüman tarzı belli bir örüntüyü izler. Argüman tedricen ilerler. Karşıtlıklar birliklere (para biçimi) ulaştırılır ve bu birliklerin içinde çelişki yeni bir ikilik yaratır (süreçler ile şeyler arasındaki ilişki, insanlar arasındaki maddi ilişkiler ve şeyler arasındaki toplumsal ilişkiler). Bu örüntüler Marx’ın sunum yöntemidir ve Kapital boyunca devam eder.
Harvey, “Marx’ın Kapitali için Kılavuz” kitabında Marx’ın Kapitali’nin okunmasını kolaylaştırıcı bir anlatım sunuyor. Marx’ın ayrıntıya girmediği noktaları açıklıyor ve konun daha iyi anlaşılması için bazı örnekler aktarıyor. Harvey, sadece Kapital’i özetlemek ve açıklamakla yetinmiyor. Konuları ele alırken Marx’ın diyalektik yöntemine de dikkat çekiyor. Marx’ın da vurguladığı gibi ilk üç bölümün zorluğunun nedenlerini sıralıyor ve öncelikli görevinin bu bölümlerde okuyucuya rehberlik etmek olduğunu vurguluyor ve bu bölümün aşılmasından sonra okumanın kolaylaşacağı ve kendi deyimi ile sakin sulara yelken açabileceğimizi söylüyor. İnsanlık tarihinin bu en önemli eserini, Harvey’in akıcı ve güzel üslubunun kılavuzluğunda okumak, Kapital’i ve dolayısıyla kapitalist sistemi daha iyi anlamak ve pratikte doğrulamak için son derece yararlı olduğunu düşünüyoruz.
KÜNYE: Marx’ın Kapital’i İçin Kılavuz, David Harvey, Çev. Bülent O. Doğan, 2012, 360 sayfa.
Diktatöryel tavırların izleri
‘‘Diktatörlerle kitleler arasındaki ilişkiyi (insan ilişkilerinin tümünde olduğu gibi) tamamen anlamak ya da öngörebilmek mümkün değildir. Bir diktatör kitleleri peşinden sürüklemeyi, zihinleri ve iradeleri esir almayı, tek bir işaretle milyonlarca kişiyi harekete geçirmeyi nasıl başarır? Milyonlarca kişiyi bir liderin iradesine endeksleyen uyurgezerlik ve uysallığın doğasında ne vardır? Tarihçilerin ve sosyal bilimcilerin bir yığın açıklamasına karşın bu meselenin hala tanımlanamayan, öngörülmesi güç bir tarafı var. İnsan davranışını teoriler değil, deneyimler şekillendiriyor.’’
24-01-2021 00:03

Nursel Çelen
Milyarlarca kişi özgürlüklerin ihlal edildiği, insan haklarının çiğnendiği, tutuklama, işkence, yargısız infaz, yolsuzluk, iktisadi verimsizlik, fakirlik, cehalet, bulaşıcı hastalık ve toplumsal adaletsizliğin kol gezdiği otoriter rejimlerde yaşamaktadır. AlaEl-Asvani diktatörlüğü, insanlığa tehdit oluşturan ve kesinlikle müdahale edilmesi gereken bir hastalık olarak tanımlar. Diktatörlük Sendromu adlı kitabında bu hastalığın ortaya çıkış koşullarını, semptomlarını ve hem halklarda hem de diktatörün kendisinde meydana gelen komplikasyonların araştırmasını yapmaya çalışmıştır.
Ala El-Asvani 1957 doğumlu, diş hekimliği mezunu olan Mısırlı bir yazardır. Kendisini araştırma yazılarından ziyade Yakupyan Apartmanı, Mısır Otomobil Kulübü, Şikago gibi en çok okunan ve en çok dile çevrilen Arapça romanlarından tanıyoruz. Kitapları yayımlandığı dönemde ülkesinde çok ciddi tartışmalara yol açmıştır. Toplumsal gerçekçi bir yazar olarak Modern Mısır toplumuna ve kültürüne olağanüstü bir bakış getirmiştir. Mısır’daki devrimden üç yıl sonra General Abdülfettah el-Sisi iktidara geldiğinde El-Asvani’nin kitapları kara listeye alınmıştır. Diktatörlük Sendromu adlı kitabının yarısını Kahire’de yazmıştır. O sırada Mısır rejimiyle arası kötü olduğu için ülkede bulunması hem kendisi hem de ailesi için ciddi bir tehditti ve bu yüzden yarısı biten kitabını bir USB belleğe yükleyip çantasında saklayarak ülkeden çıkartmıştır. Kitabını New York’ta tamamlayabilmiş ve Türkçe baskısı bizlereİletişim Yayınları tarafından 2020 yılının son aylarında ulaşmıştır.
El-Asvani’nin kitabını tıbbi bir rapor biçiminde başlıklar halinde yazmasını hekim olmasından kaynaklı olduğunu düşünüyorum. Ancak kitabında teorik soyutlamadan ziyade bireylerin somut deneyimleri üzerinden bir anlatı yürütmüştür. Edebiyatçı olmasından kaynaklı insan deneyimlerine odaklanmış ve bu durum anlatıyı daha dasürükleyici hale getirmiştir. Dikta rejimi deneyimleri ağırlıklı olarak Mısır, Irak, Suriye ve Libya üzerinden verilmiştir.
El-Asvani, ilk kendi deneyimlerinden yola çıkarak otoriter rejimler altında yaşayan insanların siyasal davranışlarını anlama çabasına giriyor. Kendi çocukluğundan bir örnek vererek yazısına şöyle başlamıştır: “İsrail’le savaş 5 Haziran 1967 sabahı başlamıştı. Herkesin içi milliyetçi bir coşkuyla doluydu – kişisel tavrını bana şöyle izah eden babam da coşkunun bir parçasıydı: ‘Abdülnasır bir diktatör ve ona hala muhalifim ama bugün Mısır savaşın parçası ve ülkemizi desteklemek zorundayız.’... Evimizin balkonuna ufak bir haber paylaşım merkezi kurmuştum. Karşı komşumuz Martaadında bir büyükanne, oğlu, gelini ve çocuklarından oluşan bir İtalyan aileydi... Marta Teyze’yi severdim ve balkonundaki çiçekleri sularken onunla Fransızca konuşurduk. Savaşın başladığı sabah tatlı tatlı gülümseyip bana selam vermişti... Radyodaki askeri anonsları ona tercüme ederdim. İlkin 23 İsrail uçağını düşürdüğümüz açıklandı. Sonra bu sayı 46’ya, sonra 87’ye yükseldi. Düşürülen İsrail uçağı sayısının son anonsa göre 200 olduğunu söylediğimde MartaTeyze başını sallayıp söyle dedi: ‘Evladım devletiniz size yalan söylüyor. Ben İkinci Dünya Savaşı’nı yaşadım ve bu kadar uçağın bir günde düşürülmesiimkansız.’ Marta Teyze’nin tavrından rahatsız olup anonsları tercüme etmeyi bırakmıştım.”
El-Asvani, Nasır’ın propaganda aygıtının onları İsrail’i ezip geçtiklerine inandırdığını anlatır. Savaşın ilk iki günü böyle devam etmiştir. Üçüncü ve dördüncü günü ise felaketin boyutları tüm çıplaklığıyla ortaya çıkmıştır ve bu durum Mısırlılar için büyük bir şok yaratmıştır. Daha sonra Nasır görevden ayrılacağını Mısırlılara televizyon aracılığıyla bildirmiştir. Ancak Mısır halkı istifayı engellemek üzere sokaklara dökülmüşlerdir. El- Asvani, “Mısırlılar niçin Nasır’dan hesap sormak yerine, görevde kalmasını istemişti?” diye soru sorar ve bir karşılaştırma yapar. Bu tuhaf zihniyeti 1945’te Winston Churchill Almanya’nın teslimiyetini ve İngiltere’nin İkinci Dünya Savaşı’ndan zaferle ayrılışını açıkladıktan sonra yaşananlarla kıyaslamıştır. Britanyalılar savaştan sonra Churchill’i bir kahraman olarak görseler de yeniden başbakan seçmemiştir. El- Asvani, bu durumu Etienne de La Boetie’nin eseri olan “Gönüllü Kulluk Üzerine Söylev” deki fikirler üzerinden açıklamaya çalışır.
Daha sonraki deneyimi ise çocukluk arkadaşı olan Amir hakkındaydı. Amir, İletişim Fakültesi mezunu ve hayali ünlü bir gazeteci olmak olan başarılı bir gençtir. Mezun olduktan sonra devlet kontrolündeki büyük bir gazetede stajyer olarak çalışmaya başlamıştır. Kısa bir süre sonraAmir’den Başkan Mübarek’in kendi başkanlığını onaylatmak için yaptığı referandumu takip etmesini ve vatandaşların başkanı desteklemek için sandıkları doldurduğunu yazmasını istemişlerdir. Amir bu durumu El-Asvani’ye anlatmış ve gerçeği yazmak istediğini ve her ne pahasına olursa olsun yalan söylemeyeceğini belirtmiştir. Ancak iki gün sonra El- Asvani gazetede Amir’in yazısını okuduğunda şaşkınadönmüştür. Manşet şöyleydi: “Başkan Mübarek’e Görülmemiş Halk Desteği” O günden sonra El- Asvani Amir’e ulaşmaya çalışmış ama söyleyeceklerini duymak istemediği için görüşmemişlerdir. El- Asvani, burada diktatöryel bir devlette yükselmenin ya da yeni bir konuma gelmenin ilk adımı budur diyerek Mısır’da insanları dört kategoriye (destekçi, işbirlikçi, muhalif ve protestocu) ayıran güvenlik aparatının onayı olmadan devlette iş bulmanın imkansız olduğunu belirtir.
El-Asvani’nin kitabındaki diğer başlıklar (semptomlar) ise; Makbul Vatandaşın Ortaya Çıkışı, Komplo Teorisi, Faşist Zihniyetin Yayılması,Entelektüelin İtibarsızlaştırılması ve Terörizme Zemin Hazırlayan Faktörler ve Diktatörlükşeklinde sıralanır. El-Asvani‘nin semptom olarak tanımladığı bu başlıklar diktatörlük sendromunun en yayın ve en tehlikeli olanlarıdır. Dikkatimi çeken kısımlardan biri olan Entelektüelin İtibarsızlaştırılması’nda beş ayrı entelektüel tutumdan bahsediyor. İlki, Direnen entelektüel, isminden de anlaşılacağı üzere iktidara direnen ve ona karşı olandır. İkincisi Yandaş entelektüel, direnenin tam tersi iktidar yanlısıdır ve sürekli savunuculuk halindedir. Üçüncüsü ise Tarafsız entelektüel, şimşekleri üzerine çekmemek için muhalefet etmekten kaçınır öte yandan iktidarı desteklemeye de yanaşmaz. Dördüncü Yarı zamanlı entelektüel, bir yandan ifade özgürlüğünü savunurken öte yandan devlet memuru olarak otoriter rejime hizmet eder. Son olarakKomisyoncu entelektüel,paraya teslim olup değerlerinden vazgeçen olarak tanımlanır. Otoriter toplumlarda ciddi ve bağımsız entelektüele yer yoktur ve entelektüel faaliyetin yalnızca özgür bir toplumda verimli olabileceğini söyler.
Son olarak kitapta Sendromu Seyri ve Diktatörlük Sendromunun Önlenmesi başlıkları yer alıyor. Sendromun Seyri’nde diktatörün hayatının iktidara geldiğinde başladığından ve önemli üç aşamadan geçtiğindenbahsediyor. Bunların tek adamlık arzusu, şan şöhret ve mutlak yalnızlık olduğunu söylemektedir. Şan şöhret kısmında şöyle bir örnek verir: “Modern tarihte diktatörler isimlerini ilelebet yaşatıp büyük şan ve şöhrete kavuşmak için ‘mega-projeler’ başlatmıştır. Kaddafi’nin ‘Büyük İnsan Yapımı Nehir’ Projesi (1984); Mübarek’in Toshka Projesi (1997); Cemal Abdülnasır’ın Asvan Büyük Baraj Projesi (1960’ta tasarlanıp on yıl sonra hizmete girmiştir) ve Sisi’nin Süveyş Kanalı’nı genişletmek için 64 milyar Mısır poundu (yaklaşık 6 milyar Britanya poundu) harcadığı Süveyş Kanalı Koridor Alan Projesi (2014-2015). Düzgün bir fizibilite çalışmasıyapılmadığından Sisi’nin projesinin pek kazanç getirmeyeceği ortaya çıksa da Sisi’nin coşkusu azalmadığı gibi açılış töreni için büyük hazırlıklar yapılmıştı.” Yani diktatörün yolculuğunda şan şöhretin zorunlu bir uğrak olduğunu ve onu nihai aşama olan mutlak yalnızlığa götürdüğünü söylemektedir. Sendromun Önlemesi kısımda ise kısaca liderin karizmasının büyüsüne kapılmamak ya da herhangi birinin veya bir inancın idolleştirilmesine karşı çıkmaktır diyerek söylemesi kolay yapması zor olsa da diktatörlüğü önlemenin en etkili yöntemi olduğunu vurgular.
El-Asvani’nin dilimize çevrilen romanlarının hepsini okumuş ve çok beğenmiş biri olarak bu kitabındaki kimianalizler bana göre indirgemeci ve üstten olsa da anlatılan deneyimler fazlaca tanıdıktı. Bu nedenle yine de deneyimler üzerinden yapılan bu anlatının değerli olduğunu düşünüyorum. En önemlisi diktatöryel tavırların izlerini gündelik hayatta insanların davranışlarını nasıl etkilediğini bizlere çok güzel anlatmıştır.
KÜNYE: “Diktatörlük Sendromu”, Ala El-Asvani, , İletişim Yayınları, Çev. Barış Özkul 2020, 148 sayfa.
Dünyanın dar geldiği…
Okuru, keşfin hazzından uzaklaştırmamak üzere, metnin oyunlarını bozmadan öncelikle söyleyebileceğim, zorlayıcı postmodern tekniklerle örülü kurgunun altından ustalıkla kalkılması takdire değer. Zaman zaman sözün sahibini takip edebilmek okurun dikkatini gerektirse de…
24-01-2021 00:02

Dilek Yılmaz
Ayhan Koç’un son romanı Cümle Göğün Mavisi geçtiğimiz Kasım ayında İthaki tarafından yayımlandı. 2017 Everest İlk Roman Ödüllü Sırlıçeşme ve 2018’de okurla buluşan Kara Havadisler Kervanı’nda yer alan öyküleriyle kolaya kaçmayan bir yazar olduğunun erken dönem sinyallerini veren Koç, bu romanda da gerek konusu gerekse kurgu tekniğiyle güncel Türkçe edebiyatın popüler uğraklarının dışına çağırıyor okuru.
Gazeteci Fevzi, arkadaşı Sermet’le birlikte hazırladıkları, ucu hükümete uzanan yolsuzluk dosyası haberinin yayınlanmasının ardından,başına gelecekleri kabullenmiş halde evde polisler tarafından gözaltına alınmayı beklemektedir. Fevzi’nin bavulunu hazırlarkenki iç sorgulamalarının tanıklığında anlarız ki tek derdi malum hadisenin, daha başından öngörülebilir sonuçlarına katlanmak değildir. Üç gündür aynı operayı dinleyerek sigara dumanına boğulmuş salonda yatıp kalkan Fevzi’nin yedi yıldır evli olduğu Meral’le iğneleyici ve zaman zaman sertleşendiyaloglarına yansıyan gerginliğin sebebini de romanın daha başında öğreniriz. Aldatıldığından Meral’in tuttuğu günlükleri ele geçirerek haberdar olan Fevzi’nin duygusal hezeyanlarının mazisi, romana neredeyse karakter olarak sızmış ve çoğu bölümün başındaki alıntılara da kaynaklık eden Pagliacci Operası eşliğinde ve hikâyenin merkezinde yerini alır.
İçine doğduğu aileden erken kopmuş, okumuş yazmış, vaktiyle yazdığı romanla ödül alıp röportajlar verdiği edebiyat macerasından her ne kadar hikâyenin sonunu kestirdiği için caymış görünse de işler pek umduğu gibi gitmemiş, aslında aşktan arkadaşlığa hiçbir şeyi pek yolunda gitmemiş, olmamış ve oldurmak için mücadele de vermemiş Fevzi. Kendisiyle ve dış dünyayla türlü biçimlerde hesaplaşmasının derinliklerindebuluyoruz yavaş yavaş kendimizi. Geçmişi ve bugünü üzerinden sorgulamaların kimi belirsizlikleri de Fevzi’nin zihninde beliren yeni roman fikri üzerinden roman içinde romanın kurguya eklenmesiyle aydınlanıyor. Arada sözü kimin aldığı konusunda okuru tereddüde düşürse de, yazarın Fevzi’ye yazdırdığı iç romanın ayırt edilmesini sağlayan belirgin işaretler metinde okurun elini kolaylaştıracak biçimde verilmiş.
Eski yazar, şimdinin gazetecisi Fevzi’nin toplumsal meselelere duyarlılığı konusunda şüphe yok ancak Türkiyeli okurun konuyu gördüğü anda zihninin meyledeceği gözü kara devrimci gazeteciye uyar yanı pek yok. Malum haber de aslında Sermet’in fikri. Fevzi’nin bu plana dahil olma motivasyonunun kaynağı,Meral’le ilişkisinde yaşanan yarılma. Özetle, bir nevi evden kaçma bahanesi. Fevzi’nin Almanya’da yaşayankız kardeşinin telefonda “…yolsuzluk haberi çıkaracak başka gazeteci mi kalmadı abi, sana mı düştü” sorusuna yanıtında adreslendiği gibi, o gazetecilerin birçoğu hapistedir ve sıra artık Fevzilere kadar gelmiştir ve bu kimseyi pek de şaşırtmaz. Aynı görüşmede ipuçlarını toplamaya başladığımız aile dramı üzerinden Fevzi’nin şimdiki hayatıyla kurulan paralellikler de roman bütününde ara sıra karşımıza çıkıyor.
Aldatıldığını öğrenen Fevzi’nin, annesi de karısının onu aldattığı gibi babasını aldatmıştır. Annesine duyduğu öfkeye rağmen içten içe ona hak verir halini açık eden “Çünkü sevgi denen şeyin, aşk mı demeli, ne dersek diyelim işte, o duygunun gayrı iradi olduğunu bilecek kadar büyümüştüm.” açıklamasının, karısına yüklediğitüm olumsuz duygular beraberinde;bir erkeğin karşısında edilgenleşmeyen öyle bir kadını bir daha bulamama korkusunda dile gelen,ne kalabildiği ne de büsbütün gidebildiği ilişkinin çelişkileriyle benzerlikleri var.
Malum operanın konusuda benzerliklerin bir parçasıdır. Canio’nun kendisini aldatan karısını ve âşığını öldürmesi ve seyircinin bunu oyunun bir parçası zannetmesinden, romanda Bay A. ile olaylı yemek sahnesiyle başlayan bölüm ve ardından okuyacaklarımız gibi.
Cümle göğün mavisinin yetmediği boğuntu halinin nasıl bir zeminde yükseldiğini görüyoruz ilerledikçe. Annesinin intiharının ardından,“Annemin teyelleyip öylece bıraktığı iki kumaş parçasıydık, dikecek eller gidince kopuverdik” diye andığı, şimdilerde bakıma muhtaç ve artık hatırlamayan babasıyla ne yapacağını kestiremediği arızalı ilişkisi kadar, muhafazakârlaşmış, babaya gönderecek kadar paralandığı belli, vicdanını bununla savuşturankardeşi üzerinden zamanın ruhunu yansıtan izler de var.
Gündeme dair pek çok dokundurmadan edebiyat camiası da nasibini alıyor. Eleştiri yoksunluğundan al gülüm ver gülüm çıkar ilişkilerine, kategorize edilmiş yazar tipolojilerinin olduğu bölüm zehir zemberek. Eski ev arkadaşı, şimdinin çok satar yazarı Cihan üzerinden kurulan çatışmada, Fevzi’nin ya da yazarın özeleştirisi olarak okunabilecek yorumlar da mühim. Fevzi’nin sürdüremediğine Cihan inatla devam etmiştir. Pek vaatkâr bir kabiliyeti göze çarpmasa da amacına uygun adımlarla ilişkiler kurmuş, zaman içinde “doğru” hamleler yapmış ve içeride kalıp kendisini de belirli ölçüde geliştirerek bir biçimde “olmuş”tur. Şüphesiz ki Fevzi’nin Cihan’la derdi okurun da artık bildiği gibi bununla sınırlı değildir ve kıyamet de tam orada kopacaktır.
Proust’tan Oğuz Atay’a açık/örtük çokça selamla, Fevzi’nin iç dünyasında gezindiğimiz Cümle Göğün Mavisi bugünün romanı. Okuru, keşfin hazzından uzaklaştırmamak üzere metnin oyunlarını bozmadan öncelikle söyleyebileceğim, zorlayıcı postmodern tekniklerle örülü kurgunun altından ustalıkla kalkılması takdire değer. Zaman zaman sözün sahibini takip edebilmek okurun dikkatini gerektirse de. Bununla birlikte anne ve Meral arasındaki psikolojik rahatsızlık ve ihanet paralelliğinin bu yakınlık ve baskınlıkta verilmemesi halinde nasıl olurdu diye düşünmedim değil. Aynı şekilde, bazı göndermelerin seyreltilmesi halinde de. Güncel politik meselelere çok derinleşmeyen dokunuşlar, metnin okura yansıyan niyetiyle aslında uyumlu. KHK’lilerden mültecilere, basın özgürlüğünden Kürt sorununa, ülkenin gittikçe kararan özellikle son döneminin birçok yarası genel olarak ölçülü bir varlıkla kendine yer bulmuş. Bir haber üstüne devletin ensesinde bittiği gazetecinin başkahraman olduğu romanda Metin Göktepe’nin de anılması güzel. Bunun yanında; örneğin, Ayşe’nin bir yan karakter olarak romandaki varlığı, işaret ettiği birden fazla meseleyi kendi üzerinden yansıtarak metni doğallıkla yükseltiyor. Memleket meselelerinin art arda listelendiği, biraz yüksek sesli bulduğum bölüm de var. Cumadan pazara üç günde geçen hikâyede “…kendine iyilik ile kötülük arasında güvenli bir alan bulduğu için onu sevmiyorum, ondan doya doya nefret etme hakkını benden esirgediği için” sözleriyle özetlenebilecek babaya hislerinin, babanın yakınında olduğu zamanlara dalgalı sirayet ettiği gibi, ne cennet ne cehennem, gelgitli duygu haliyle kendisiyle ve her şeyle mücadele halinde Fevzi’yi sorularının cevaplarına, bizi de Fevzi’yi anlamaya en çok yaklaştıranın “yabancı” olması sürpriz değil. Son’dan sonra gelen Meral’in güncesi hikâyenin bütününe dair başka soru işaretlerini deaçık bırakıyor, biraz da karamsarlıktan sıyırıyor. Cümle Göğün Mavisi okurun yorumuna bıraktıklarıyla beraber, adının metni kavraması da dahil kurgusu, dili iyi çalışılmış bir roman olarak fark edilmeyi hak ediyor.
KÜNYE: Cümle Göğün Mavisi, Ayhan Koç, İthaki Yayınları, 2020, 206 sayfa.
Yarın İçin İnat ve İtiraz: Marksizm ve Siyaset
"Dolayısıyla elimizdeki kitap bir inat ve bir itiraz kitabı: Sınıfta inat eden, siyasetsizleştirilmeye itiraz eden bir Marksizm savunusu (ya da belki taarruzu). Üç temel bölümden oluşan kitapta sırayla yöntemsel, kuramsal ve pratik düzeyde Marksizmin siyasetle olan sarsılmaz ilişkisine, toplumu ve sınıf mücadelesini dönüştürücü işlevine değiniyor Soyer."
17-01-2021 08:14

Berat Çelikoğlu
Sosyalizmin dönemsel geri çekilişi, neoliberalizm fırtınası ve adının önüne aldığı “neo” ya da “post” ekleriyle eski ya da hali hazırda aşılmış olanı farklı kılıflarla sunma çabalarının topyekûn bir ürünü: Sınıftan uzak, siyasetsiz, nihayetinde tehlikesiz bir Marksizm! Can Soyer yöntemle, kuramla ve eylemle işte buna itiraz ediyor.
Yordam Kitap, hazırlanmasına ve/veya yayınlanmasına vesile olduğu çalışmalarla Türkiye’de Marksizm ve sosyalizm adına hülyamızı ve kavgamızı diri tutma mücadelemizde yanıbaşımızda olmayı sürdürüyor. Son olarak geçen haftalarda Can Soyer’in imzasını taşıyan Marksizm ve Siyaset: Yöntem, Kuram, Eylem isimli kitap ile başlıkta da sözünü ettiğimiz üzere bir inat ve itiraz okurlarıyla buluştu.
NEYİN İNADI NEYE İTİRAZ?
“Yaşadığımız çağın Marksizm tarafından çözümlenmeyi beklediğini söylersek elbette yanlış bir şey söylemiş olmayız. Ama eksik söylemiş oluruz: Çağımız esas olarak Marksizmin kılavuzluk ettiği devrimci eylem tarafından yıkılmayı, parçalanmayı, tarihten silinmeyi bekliyor.”
Neyin inadı, neye itiraz? Kuşkusuz okurun aklında canlanacak ilk iki soru budur. Kitabın bize göre temel bir iddiası var: Marksizm, bunca siyasetsizleştirilme ve dolayısıyla tehlikesizleştirilme tehdidiyle karşı karşıya olsa da siyasetten ayrıştırılamaz. Soyer, temel olarak üç bölümden oluşan kitabının ilk iki bölümünde (Yöntem, Kuram), esasen üçüncü bölümün (Eylem) üzerine bastığı zemini tariflemek ve nihayetinde Marksizm için siyasetin ne denli önemli bir atardamar olduğunu göstermek üzere tartışmalara giriyor.
Tartışma siyasetin yalnızca Marksizm için taşıdığı öneme değinmekle sonlanmıyor elbette. Aynı zamanda siyasetin hangi ilişkiler gözetilerek ve neyi dönüştürmek amaçlanarak yapılacağı konusu da bu tartışmalarla birlikte değer kazanıyor. Bu noktada ise Soyer, Marksizme özellikle 90’lı yıllarla birlikte düşülen tüm şerhlere rağmen, ısrarla sınıfın ve sınıf mücadelesinin altını çizen bir Marksizmde diretiyor. Bu diretme ise bağnazca şablonlaştırma, sınıfı ilkel düzeyde görünümlere ve ezberlere indirgeme girişimlerinden uzak, değişimi ve dönüşümü gözeten ve bununla birlikte sınıflar ile sınıf mücadelesinin Marksizm için değişmeyen önemine ilişkin bir diretme.
Dolayısıyla elimizdeki kitap bir inat ve bir itiraz kitabı: Sınıfta inat eden, siyasetsizleştirilmeye itiraz eden bir Marksizm savunusu (ya da belki taarruzu). Üç temel bölümden oluşan kitapta sırayla yöntemsel, kuramsal ve pratik düzeyde Marksizmin siyasetle olan sarsılmaz ilişkisine, toplumu ve sınıf mücadelesini dönüştürücü işlevine değiniyor Soyer. Üstelik felsefeye ve tarihe sırtını yaslayarak sürdürdüğü tartışmalar bayağılaşmayan edebi cüretkârlığıyla tatlanıyor ve okura mermer soğuğundan, monoton bir griden oldukça uzak bir tartışma zemini sunuyor.
Bir parantez açmakta fayda var. Kitaba ilişkin özel bir hissimiz, yazarın “iğneyi başkasına, çuvaldızı kendisine” batırmaktan mümkün olduğunca kaçınma, Marksizmin siyasetsizleştirilmesi tehlikesinin kaynağını dışarıdan gelen bir takım komplocu ataklara, “kurulan tuzaklara” bağlamama yönünde gayret ettiğine yönelik. Soyer, isabetli bir şekilde Marksizme ilişkin hata yapanlara parmak sallayan ve yanlışları uzaktan “bilgece” gösteren bir tavırdan uzak duruyor. Kitap zaten Marksizmin canlılığını, dolayısıyla hem hatalarla hem de doğrularla bir bütünlüğünü gözeterek kaleme alındığı için yazar da eserine bağlılık göstererek eleştirileri içeriden yapıyor, içeriyi dışarıdan referanslarla dönüştürmeye çabalıyor.
YARININ ANAHTARI: SİYASİ VE DEVRİMCİ MARKSİZM
Kitapta sınıf mücadelesinin ve siyasetin Marksizm açısından asli görevine ve dönüştürücü faaliyete yapılan özel önemin altında elbette Türkiye başta olmak üzere dünya çapında sosyalizmi yeniden kitlelerle buluşturmanın, onyıllar süren yalnızlığı aşmanın özlemi yatıyor. Ancak kuşkusuz bu kavuşma yalnızca pratik bir takım farklı yaklaşımlarla sağlanamaz. Bu kavuşma yöntemde ve kuramda da kuşkusuz farklı yaklaşımları, eleştirel ve özeleştirel kimi bakışları gerektiriyor. Dolayısıyla bu kitabı, siyasetle et ve tırnak ilişkisi kuran bir Marksizmin, diğer “Marksizmlerden” ayırt edileceği noktaların belirginleştirilmesi çabası olarak da okumak mümkün. Ne de olsa adım adım aynı yolda yürüyerek farklı yerlere varmak mümkün değil ve siyasetsiz, sınıfsız bir Marksizme, Soyer’in direttiği tarzda bir Marksizm anlayışından daha farklı yollardan yürünerek varılmış olmalı.
Kitlelerle buluşacak, buluştukça gerçek bir güç haline gelecek bir sosyalist alternatifi, “direttiğimiz anlamda” Marksist bir yaklaşımla inşa etmenin yarının anahtarı olacağını düşünenler için bir kılavuz olarak okunabilecek Marksizm ve Siyaset: Yöntem, Kuram, Eylem, okurlarını peşinden yeni sorgulamalara ve tartışmalara sürükleyebilecek bir eser olarak mutlaka okunmalı ve yazarın hem yaklaşımları hem de itirazları okurlarca eleştirel bir süzgeçten geçirilmeli.
Ve elbette bu kitap, sınıf mücadelelerinin bağrında sınanmalı!
KÜNYE: Marksizm ve Siyaset, Yöntem, Kuram, Eylem, Can Soyer, Yordam Kitap, Birinci Basım, Aralık 2020