Fırat Çoban yazdı | Uzun ve dikenli bir yol: Göçler çağında yürümek

Fırat Çoban yazdı | Uzun ve dikenli bir yol: Göçler çağında yürümek

"Göçleri yaratan süreçler ve krizler -savaşlar, çatışmalar, yoksulluk, işsizlik, iklim krizi- her geçen gün derinleşmeye devam ediyor. Göçler çağı devam edecek… Kısa ve orta vadede göç ile ortaya çıkan ya da derinleşen sorunları çözecek kapsamlı politikalara, uzun vadede zorunlu göçü yaratan süreçleri ortadan kaldıracak karşı hegemonik bir siyasete ihtiyacımız var."

Fırat Çoban

Birkaç hafta önce, İran sınırından Türkiye’ye gruplar halinde geçiş yapan Afgan mültecilerin videosunun dolaşıma sokulmasının ardından, sosyal medyada Türkiye’nin göç politikasının eleştirisinden mülteci düşmanlığına değin birbirinden farklı pek çok ses yükseldi.  Dezenformasyonun yayıldığı, provokatif içeriklerin sistematik biçimde dolaşıma sokulduğu, ırkçılık ve mülteci düşmanlığının palazlandığı, bireylerin mahallerine çekilerek ahlaki pozisyonlarını birbirine dayattığı, oldukça önemli bir kısmı akademik etik ve politik sorumluluktan yoksun bu seslerin çok önemli bir kısmını tartışma olarak adlandırmakta güçlük çektiğimi ifade edeyim. Bu sebeple bu yazı meseleye dair bazı görme biçimleri sunmakla birlikte, esasen tartışmayı sağlıklı bir zemine çekmeyi arzu ediyor.

Göç, dönüştürücü bir süreçtir. Emek rejiminden kentsel mekânın düzenlenişine değin pek çok şey göç ile değişir. Bu süreçte toplumsal ilişkilerde ve kent hayatında uyumsuzluklar, huzursuzluklar ortaya çıkabilir. Sosyal medyada karşılaştığımız üzere, bireylerin, ani ve bazen de geri dönüşsüz biçimde gerçekleşen değişime gösterdiği refleksleri doğrudan ırkçılık olarak tanımlamaktan imtina etmeliyiz. Böylesi “yerelci” tepkileri ırkçılık olarak tanımlamanın ırkçılığı büyüten ve sağlamlaştıran bir etkisi olduğu inancındayım. Göç alan yerde yaşam pratiklerinin, emek rejiminin, kentsel mekânın ve/veya sosyal dokunun dönüşümünden, ırkçılık ve göçmen düşmanlığından uzak bir kimse de çeşitli rahatsızlıklar, endişeler duyabilir. Göç yönetimi bu sebeple yalnızca göç eden kimseleri değil, göç edilen yeri de korumaya gayret eder. Bu noktada, yaşamak için göç edenler ile göç edilen yerde yaşam pratikleri dönüşenler arasında açığa çıkan -ve bazen sistemli biçimde büyütülen- gerginliği yeniden üretmeyen, elbette ilkini -yaşam hakkını- önceleyecek ve ikincisini de değersizleştirmeyecek bir kavrayışın yararlı olacağını düşünüyorum. İkincinin değersizleştirilmesi, doğrudan ırkçılık olarak tanımlanması, ücretinin mülteciler yüzünden düştüğüne ya da aynı gerekçeyle işsiz kaldığına ikna olmuş insanları -ya da kayıtsız/belgesiz göçmenler dolayısıyla güvenlik temelli kaygılara sahip olan insanları-, mevcut sağ popülist projelere itiyor ve bu “gerçekliği” üreten süreçler ile ardındaki ideolojiyi güçlendiriyor. Yönettikleri belediyeler aracılığıyla kavramın tam manasıyla faşist bir idare kurmaya gayret eden failler ile yukarıda açıklamaya gayret ettiğim anlaşılabilir toplumsal huzursuzluklar arasına siyasal ayrımlar çekmek faşist kampı büyütmeksizin dağıtmanın başat yollarından biri olabilir.

Dünyayı göçler çağına götüren neoliberal küreselleşme, yarım asrın sonunda küresel Güney’i ucuz emek cenneti haline getirmeye, buradaki insanları açlık ve yoksulluk sınırında tutmaya, gelirden çalışan sınıfların aldığı payı düşürmeye, en genel haliyle toplumu güvencesizleştirmeye, borçlandırmaya ve güvenlikleştirmeye devam ediyor. Bir yandan derinleşen ekonomik ve sosyal eşitsizliklerle, diğer yandan otoriterleşen hükümetlerle yüzleşmek durumunda kalıyoruz. Bu sorunların müsebbibi olarak da işçilerin sendikasızlaştırılması, toplumun neoliberal saldırılar karşısında örgütsüzleştirilmesi gibi bir dizi asıl gerekçeyi örten bir mülteci düşmanlığı sistematik biçimde üretiliyor. Büyüyen ancak istihdam yaratamayan ekonominin, toplumsal refahın azalmasının, gelir dağılımındaki eşitsizlik uçurumunun, niteliksiz ve paralı eğitim sisteminin, her alanda piyasalaşmanın sorumlusu kesinlikle mülteciler değil. Ancak onlarca yıldır devasa bir zihin tarafından üretilen bu “gerçeklik”,  “hayır, aslında mülteciler sizin işinizi çalmıyor” ve türevi dilsel ifadelerle ya da mülteci-dostu çeşitli ahlaki pozisyonlarla ortadan kaldırılamaz. Mülteci düşmanlığını, zorunlu göçü ve mevcut çalışma ilişkilerini eşzamanlı üreten siyasetin ardına saklandığı haleyi dağıtacak ve bu süreçler arasındaki ilişkiyi görünür kılacak, yerli ve göçmen iş gücü arasında dayanışma ve örgütlenme pratikleri geliştirecek, asıl çelişkiyi sömürünün ortaya çıktığı yere kurarak yatay çatışmaları dikeyleştirecek, orta ve uzun vadeli bir doğrultuda alanlar, mekanizmalar ve maddi pratikler inşa edecek bir siyasal söyleme ihtiyacımız var.

Bu söylemin inşasında, Türkiye’nin göç yönetiminin eleştirisi ile AB’nin tutumunun vurgulanması önemli bir yer tutuyor. Bugün Türkiye, dünyada en çok mültecinin yaşadığı ülke konumunda. Bunda küresel göç dalgası kadar Türkiye’de sınır yönetiminden entegrasyona değin çalışan bütüncül bir göç yönetiminden söz edemememiz, göçün günün sonunda bir dış politika enstrümanı olarak araçsallaştırılması de etkili. Birkaç hafta önce sanki yeni bir olguymuş gibi servis edilen Afgan mülteci geçişleri ile NATO zirvesinden kapsamı genişletilmiş bir Afganistan harekâtı ile dönülmesi arasındaki anlamlı ilişkiyi burada vurgulamak elzem. Faili oldukları ya da körükledikleri savaşlar dolayısıyla yerlerinden edilen mültecilere kara ve deniz sınırlarında sistematik hak ihlallerine maruz bırakan Avrupa Birliği ise, uluslararası hukuku ve mülteci haklarını çiğneyerek Türkiye’yi bir ucuz emek cenneti göçmen deposuna çevirmeye çalışıyor. Bunun karşılığında da günaşırı insan hakları ihlalleri ile eleştirdikleri AKP hükümetine 3.5 Milyar Euro ve daha önemlisi uluslararası bir meşruiyet sağlıyor. Bu tutumun kurbanı da yurtları yaşanmaz kılınan ve göç ettikleri yerde de korkunç sömürü koşullarında yaşayan ve çalışan mülteciler ile göç edilen yerde yaşam pratikleri dönüşenler, güvenlik temelli ve ekonomik kaygılar besleyen insanlar oluyor. Başlangıçta, mültecileri esaslı bir uluslararası korumadan yoksun bırakan, Avrupa kara ve deniz sınırlarında her gün işkence ve kötü muamele dahil çeşitli insan hakları ihlallerine neden olan ve Türkiye’yi AB’nin göçmen deposu haline getiren geri kabul anlaşmasının iptal edilmesi gerekliliğini dile getirmeli, AB’yi Türkiye ile eşit sorumluluk paylaşımına zorlamalıyız.  

Türkiye’yi yeni bir askeri ve sosyal çatışmanın içine çeken NATO, Türkiye’yi kendi sınırlarının dibinde göçmen akışını muhafaza eden tampon bir ülke yapmaya çalışan Avrupa Birliği ve AKP hükümeti, yaşamakta olduğumuz sorunların esas failleridir. Öte yandan, memleketteki işsizlik ve yoksulluk gibi sorunların müsebbibi olarak mültecileri işaret eden sağ popülist milliyetçi ajandaların uygulayıcısı muhalefet de hem “2 yılda çözeriz gibi” gerçekçi olmayan taahhütleri ve etrafından dolandıkları esas sorunlarla bu süreci yönetebilmekten uzaktır hem de destekledikleri savaş tezkereleri ve körükledikleri mülteci düşmanlığı ile bu süreçte pay sahibidir. Gazete Karınca’daki röportajda da ifade ettiğimiz üzere, Türkiye bugün sınırlarının ötesindeki savaşların neticesi olarak meydana gelen göç hareketliliğinin pasif bir alıcısı değil; bizatihi dış politika kararları ile göç hareketliliğini meydana getiren süreçlerin kurucu bir aktörüdür. Bu sebeple mülteci akışına karşı odakların, aynı şiddetli muhalefeti onu yaratan süreçlere karşı geliştirmesi de gerekiyor.

Göçleri yaratan süreçler ve krizler -savaşlar, çatışmalar, yoksulluk, işsizlik, iklim krizi- her geçen gün derinleşmeye devam ediyor. Göçler çağı devam edecek… Kısa ve orta vadede göç ile ortaya çıkan ya da derinleşen sorunları çözecek kapsamlı politikalara, uzun vadede zorunlu göçü yaratan süreçleri ortadan kaldıracak karşı hegemonik bir siyasete ihtiyacımız var. Kaygıları değersizleştirmeden, sorunları yaratan süreçleri yeniden üretmeden, birkaç senede gül bahçesi vaat edenlere şüpheyle yaklaşarak gidilecek uzun ve dikenli bir yol…

DAHA FAZLA