Fatih Yaşlı yazdı: Cumhuriyet ve sol siyaset

"Sosyalistler bir burjuva cumhuriyetine baktıklarında nasıl bir kazanım görebilirler? Saltanatın ve hilafetin tasfiyesi, Tevhid-i Tedrisat yasası, eksikli de olsa laikliğe dair atılan adımlar, aydınlanmacı bir eğitim anlayışı, medeni kanun, tebaadan yurttaşa geçiş, kadın erkek eşitliğine dair yapılanlar…"

Fatih Yaşlı - İleri Haber

Yazıya, Yalçın Küçük’e referansla, Türkiye’de her bir on yılın kendisinden önceki on yıldan farklı olduğunu, farklı toplumsal ve siyasal dinamikleri bünyesinde barındırdığını, dolayısıyla farklı krizlerle, çalkantılarla ve müdahalelerle somutlaştığını, yani her on yılın kendisine özgü bir ruhu olduğunu hatırlatarak başlayayım. Bu hatırlatmadan maksadım ise herhangi bir konuya ya da kavrama dair tartışmalarımızı, ne söylediğimizi ve siyasi pozisyonumuzu belirleyenin tam da o sözünü ettiğim “zamanın ruhu” olması, yani o ruh içerisinden konuşuyor olmamız.  

Cumhuriyet meselesine dair tartışmalarımız da bundan azade değil elbette: 70’ler Türkiye’sinde yaşıyor olsak muhtemelen -kimi genel geçer doğrularımızı dışarıda bırakarak söylüyorum- başka şeyler yazıyor ve konuşuyor olacaktık meseleye dair; bugün, yani 2015 Türkiye’sinde ise o günlerle kıyaslandığında bambaşka şeyler yazıyor ve konuşuyoruz.

Buradan devam edelim. 1970’ler Türkiye’sinde, (özellikle ikinci yarısında) gücünün ve hegemonik etkisinin zirvesinde olan Türkiye solu için Kemalizm büyük ölçüde hesaplaşılmış ve geride kalmış bir burjuva ideolojisidir artık.  Aynı şekil de Cumhuriyet de, azınlıklar ve Kürt sorunu gibi konular yavaş yavaş konuşulur olsa da, esas olarak sınıfsal özüne yönelik eleştirilerdeki yükselişe paralel bir şekilde burjuva cumhuriyeti olarak kodlanmış ve analizlerdeki yerini öylece almış durumdadır. Bu dönemde, doğal olarak, dinsel akımların fazlaca bir etkisi bulunmadığı ve Cumhuriyet düşmanlığı gibi bir mesele Türkiye siyasetinin gündeminde olmadığı için “Cumhuriyet tehdit altında mı, Cumhuriyeti savunmak gerekir mi, sosyalistler cumhuriyetçi midir” gibi soruların etrafında örülen bir Cumhuriyet tartışması yoktur henüz ve 2000’lere kadar da görülmeyecektir zaten.  

1980’ler, Türkiye solcusunun sivil toplumu ve sivil toplumculuğu keşfettiği yıllardır. Bir yanda sınıflar üzeri ve kadir-i mutlak devlet, öte yanda sivil toplum vardır ve tartışmalar da bu minval üzere yürür.  Bir sınıf aygıtı olarak devletle bir rejim biçimi olan cumhuriyetin aynı şey sayılıp özdeşleştirildiği ve öyle değerlendirildiği, İttihatçılıktan Kemalizme ve Osmanlı’dan Cumhuriyete bir süreklilik ilişkisinin tanımlandığı, bu sürekliliğin de “ceberut devlet”te somutlaştığının iddia edildiği zamanlardır bunlar.  

1990’larda sivil toplumculuğun adı İkinci Cumhuriyetçilik olmuştur, devletin sınıfsal karakteriyle hesaplaşma iddiasından artık bütünüyle vazgeçen ve liberalleşen solcuların yeni düşünsel hobisi olarak İkinci Cumhuriyetçilik için 1923 Cumhuriyeti “bütün kötülüklerin anasıdır” adeta ve onun anti-tezi olan İkinci bir Cumhuriyetin kurulmasıyla Türkiye düze çıkabilecektir ancak. Liberaller ve liberal solcular İkinci Cumhuriyet tartışmasını hummalı bir şekilde yürütmektedirler ama aynı dönemde sosyalistler de Kemalizm ve Cumhuriyeti yeniden ama başka bir bağlamda tartışmaya başlamışlardır bu sefer: Kürt sorunu bağlamında.

PKK 1970’li yıllarda kendi ideolojik hattını oluştururken Kemalizmi de Cumhuriyeti de, haliyle Kürt sorunu bağlamına yerleştirir ve öyle okur. Kürdistan’ın bir sömürge olduğu yönündeki tez üzerine kurulu olan bu okuma biçimine göre Cumhuriyet bir sömürge rejimi, Kemalizm de bir sömürge ideolojisidir. 1990’lar Türkiye’sinde siyasete damgasını vuran gelişme Kürt hareketinin yükselişi ve bunun beraberinde getirdiği savaş olunca, sol da Cumhuriyeti Kürt hareketiyle aynı perspektiften değerlendirmeye başlar: Cumhuriyet, Kürtlere yönelik inkâr, imha ve asimilasyon politikaları demektir. Örneğin “Paradigmanın İflası” bu dönemde yazılır ve solun başucu kitabı olur.

2000’li yıllar ise AKP’li yıllardır ve AKP’nin 13 yıllık iktidarının özellikle 2009-2010’a gelene kadarki kısmı boyunca, Cumhuriyet tartışmalarının belirleyeni, 80’ler ve 90’lardan alınan mirastır. Türkiye tarihini devlet-toplum ikiliği üzerinden okuyan liberal paradigmanın entelektüeller arası bir tartışma olmaktan çıkıp medya aracılığıyla topluma benimsetildiği ve hegemonik hale geldiği bu yıllar boyunca, AKP arkaik Cumhuriyet rejimine karşı demokrasinin temsilcisi olarak görülmüş ve sol tarafından doğrudan ya da dolaylı olarak desteklenmiştir. Ergenekon süreci, bu desteğin bütün çıplaklığıyla görülebildiği tarihsel bir süreçtir. Solun genelinin bu sürece ilişkin tutumu, “yesinler birbirlerini”den “sonuna kadar gidilsin”e uzanan bir olan biteni anlayamama halidir. Ergenekon, Balyoz, ODA TV, KCK ve diğer davaların yeni bir rejim inşa etmek için gereken tasfiyeleri yapmak adına gerçekleştirilen düzmece davalar olduğu anlaşıldığında iş işten geçmiş, AKP-Cemaat koalisyonu devlet aygıtının yeni sahibi olmuştur.   

2010 sonrasında ise manzara yavaş yavaş değişmeye başlar. 1980’ler ve 90’lar boyunca sivil toplumculuk virüsünü kendisinden uzak tutmayı başaran ve AKP’ye en başından beri en ufak bir kredi açmamış olan bir siyasal hat, Ergenekon sürecini de doğru bir şekilde okur ve anlaşılabilir kaygılarla en başta biraz çekingen davransa da, meselenin adını çok geçmeden “rejim değişikliği” olarak koyar. AKP’nin sıradan bir parti olmadığı, 1923 paradigmasını tasfiye etmek istediği ve Cumhuriyetin kazanımlarına dair elde kalan ne varsa ona yönelik büyük bir saldırı dalgasıyla karşı karşıya olunduğu tespiti yapılarak söylemin merkezine yerleştirilir ve son derece önemli bir ideolojik müdahalede bulunulur. Yazının sorunsalı değil ama geçerken belirtelim, bu siyasi hatta yönelik yapılabilecek en büyük eleştiri, söyleminin merkezine yerleştirdiği bu tespitlerin gereğince bir siyasi müdahale girişiminde bulunmamış olmasıdır.

İşin aslına, yani “ideolojik müdahale” kısmına gelecek olursak, “Cumhuriyetin kazanımları”nın savunulması, 2010’lar Türkiye’sine ait bir tür “zorunluluk” olarak addedilmelidir. Yalçın Küçük’ün biraz ironik bir şekilde söylediği gibi “biz sosyalisttik, AKP bizi Kemalist yaptı” sözü tam da zamanın ruhunu ortaya koymaktadır, çünkü Cumhuriyet çökertilmek üzeredir. Kuşkusuz sosyalistlerin Kemalist falan olduğu yoktur ama “Cumhuriyetin kazanımları”na bir barikat örülmüş, burası kırmızıçizgi olarak belirlenmiş ve bunun gerisine düşülmemesi gerektiği açık seçik bir şekilde ortaya konulmuştur. Çünkü AKP, üst ilkesi ve kurucu paradigması İslam olan bir rejim inşasını yürürlüğe koymuştur ve bu inşanın söylemsel inşası Osmanlı’ya atıfla yapılmakta, Cumhuriyet hedef tahtasına yerleştirilmektedir.

“Cumhuriyetin kazanımları” ile kastedilen nedir peki? Sosyalistler bir burjuva cumhuriyetine baktıklarında nasıl bir kazanım görebilirler?

Sorunun yanıtı kimi solcularımız için hala pek anlaşılır olmasa da, bizim için gayet açıktır: Saltanatın ve hilafetin tasfiyesi, Tevhid-i Tedrisat yasası, eksikli de olsa laikliğe dair atılan adımlar, aydınlanmacı bir eğitim anlayışı, medeni kanun, tebaadan yurttaşa geçiş, kadın erkek eşitliğine dair yapılanlar…

Bunların hepsi eksikli gediklidir, hepsi eleştiriye açıktır, hepsinin geç gerçekleşmiş bir burjuva devriminin asker-sivil bürokrat taşıyıcılarının sınıfsal ufkuyla sınırlı olması gibi bir gerçeklik elbette ki söz konusudur, ancak bunlar yirminci yüzyılın başındaki bir köylü toplumu için önemli, büyük, radikal adımlardır ve hele hele günümüzde bu önemi tartışmak dahi abestir. “Günümüzde” ile kastedilenin ne olduğu ise bellidir: Saraydan yönetilen bir ülke, halife olup olmayacağı tartışılan bir Cumhurbaşkanı, ilkokul birinci sınıf seviyesine indirilmiş olan din dersleri ve hayatın her alanını kuşatmaya çalışılan dinci gericilik; yani topyekun bir dinselleşme süreci.

O halde “cumhuriyetçilik (Kemalistlik değil) günümüz Türkiye’sinde siyaset yapmak isteyen bir sol özne için olmazsa olmaz önemdedir” demek kaçınılmaz hale gelmekte, “solun yeni bir Cumhuriyet kurmak adına, Cumhuriyetin kazanımlarını sahiplenirken, bu kazanımların yitip gidiyor olmasından endişe duyan ve hayli kalabalık olduğunu Gezi’den beri bildiğimiz bir toplamla temas kurması gerekir” diye de eklemek gerekmektedir.

Bunu bir çırpıda söylemek kolaydır elbette ama mesele tam da bunun nasıl yapılacağı sorusunda düğümlenmektedir. Günümüz Türkiye’sinde, sol siyasetin alanı bir yanda “sosyal demokrasi” öte yanda “radikal demokrasi” tarafından kapatılmış durumdadır ve her ikisinin de dinselleşmeyle özsel bir derdi bulunmamakta, her ikisi de gericilikle mücadeleyi bir gündem başlığı olarak görmemektedir.

AKP’nin geriletilmesi adına yapılan taktik seçim ittifakları, destek açıklamaları, CHP-HDP birlikteliği gibi arayışların ötesinde, Türkiye solunun uzun vadedeki ana hedefi, bu iki parti tarafından kapatılan alana müdahale etmek ve kendine bir yol, bir varoluş alanı açarak, Türkiye siyasetinin güçlü öznelerinden, aktörlerinden biri olmak değil midir?

Sorunun yanıtı eğer “evet” ise bunun yolu, Cumhuriyetçi kitleleri kendi siyasi projesine eklemleyebilmekten, onları harekete geçirmekten ve dönüştürmekten geçmektedir. Peki bu nasıl yapılacaktır? Hiçbirimizin elinde sihirli bir değnek yok elbette ama sanıyorum ki 1 Kasım seçimlerinden sonra hepimizin – ama hepimizin- önümüze şapkamızı koyup düşünmesi gerekmektedir. Çünkü, görebildiğim kadarıyla, 1923 paradigmasının sonunun ötesinde, coğrafi sınırlarıyla birlikte de “bildiğimiz Türkiye Cumhuriyeti’nin sonu”na doğru hızla yaklaşılmaktadır ve sol dışındaki bütün siyasi aktörler, kendilerini bu sona hazırlamakta, buna yönelik bir siyasi pozisyon geliştirmeye çalışmaktadırlar. O halde bize düşen bir kez daha “ne yapmalı” sorusunu çok daha güçlü bir şekilde ve acilen sormak olmalıdır.