“Erkekler 'kendilerine ait bir oda' değil, devlet istemişlerdir’”

“Erkekler 'kendilerine ait bir oda' değil, devlet istemişlerdir’”

“Sosyalizm ‘etik bir tercih’ değildir. Sosyalizm sömürülenlerin, ezilenlerin ‘maddi çıkarlarına’ dayanır. Kadınların cephesinden baktığımızda bu ‘maddi çıkar’ sosyalizmde bile özne olmayı, örgütlü olmayı, sosyalizmde bile devlet katında ‘kendi çıkarlarına sahip çıkmayı’ gerektirir.”

Dilek Yılmaz

Ebru Pektaş’ın ikinci kitabı Kadın Kurtuluş Hareketi Ütopyalar ve Devrimler geçtiğimiz yıl içinde Yordam Kitap tarafından yayımlandı. Kadının kurtuluşu başlığında ütopyaları başlangıç noktası olarak ele alan yazar, tarihsel deneyimlerin ışığında “kadının devrime hükmetmesi”nin yollarını araştırıyor. 

Önsöz’de de belirttiğin gibi, kitap için hareket noktanın, kadın kurtuluşunun ilk uğrağı olarak tanımladığın devrimlere yol açan ütopyalar olduğunu görüyoruz. Ütopyaları anlamak kadın kurtuluşu için neden önemli?

Ütopyalar gerçekten de bir başlangıç noktası gibi. Çünkü ütopya dediğimizde “şimdi” ile “gelecek” arasında salınan fikirlerden, toplum tasarımlarından bahsediyoruz. Elbette o “şimdinin” toprak altı katmanları yani geçmiş dediğimiz şey de türlü kollarıyla işin içinde. Kısacası ütopya dediğimizde, bizi biz yapan prangalardan ve bunlara dair kurtuluş fikirlerinden bahsediyoruz. Dolayısıyla ütopyalarda kadınların neleri düşlediği, neleri istediği sorusu ile “kurtuluş arayışı” oldukça iç içe. Fantezinin, hülyanın, düşün serbestçe konuya girdiği bir alandır burası.

Ütopyalardan yaşadığımız ilişkilerin mutlak olmadığını öğrenebiliriz. Annelikten, ev içi dünyanın unsurlarına, cinsellikten, bedenimizle kurduğumuz ilişkiye, dostluklarımıza, yaratıcı faaliyetimize, rutinlerimize pek çok konuda yaşadıklarımız, aslında tarihin bir anında, belli koşullar yüzünden mutlakmış gibi görünen şeylerdir. Başka türlü olamazmış gibi hissettiklerimizi ancak ütopyaların kapısını araladıkça fark ederiz.

Kadın kurtuluş mücadelesi perspektifinden baktığımızda bu alanın keşfedilmesi son derece önemli. Örneğin ütopyada gündelik yaşamın ayrıntıları gibi görünen şeyler, çok sonraları parti programlarında, kamu politikalarında vb yer edinebiliyor.

Erkekler tarafından yazılan ütopyalar ağırlıkla iktidar perspektifine odaklıyken kadın ütopyalarının devletsizlik fikrine meylini biraz açar mısın?

Evet, kitabımda erkek ütopyalarının belirgin biçimde devlet tasarımları olarak doğduğunu ve şekillendiğini, kadın ütopyalarının ise “iktidardan” olabildiğince kaçtığını iddia ediyorum.

Klasik ütopyalarda erkeklerin “devlet ve iktidar” odağı çok belirgin zaten. Daha iyi bir dünya özlemi bir düzen olarak beliriyor burada. Platon’un ideal Devlet’i, Thomas Moore’un Utopia’daki “mükemmel devleti” ya da Tommaso Campanella’nın Güneş Ülkesi’ndeki “filozofça tasarlanmış devleti” klasik örnekler.

Velhasıl erkekler “kendilerine ait bir oda” değil, devlet istemişlerdir.

Kadın ütopyalarında, cinsiyet çatışmaları merkezsiz yapılar içinde, iktidar kavramını pek gündeme getirmeyen adalar içinde çözülmeye çalışılır. Elbette ütopyalar siyasi manifesto gibi anlaşılıp masaya yatırılamaz, onlarda başka bir imkân vardır. Bu imkân, ütopyacı bilincin neye ayna tuttuğunun sorgulanabilmesindedir. Bir yanda kadınların yalnız “eksik” değil, aynı zamanda iktidar dışı, yönetme ve yasa koyma ehliyetinden yoksun görüldüğü bir dünyada, kendilerini de böyle görmeye zorlandıklarını düşünmek mümkün. Diğer yanda ise erk düzenleri tarafından kuşatılan iktidarların, cinsiyet katmanlarından sökülmesinin “başka bir dünya tahayyülünde” bile son derece çetrefilli olduğunu kabul etmek gerekir.

Beauvoir pek az işin Sisyphos’un işkencesine sonsuzca tekrarlanan ev işleri kadar benzediğini söyler. Temiz olan kirlenir kirlenen temizlenir, tekrar ve tekrar, gün be gün.  Reel sosyalizm deneyimleri dahil senin de özellikle üzerinde durduğun üretim ve emeğin yeniden üretimi alanında somutlaşan maddi dinamiklerin gözetilmesi bu deneyimlerin eleştirisinde neden önemli?

Evet, üretim ve yeniden üretim alanı denebilirse kadın kurtuluşunun can damarıdır. Buralardaki cinsiyetli eşitsizlikler, rutinler, döngüler çok hayati, kadınların yaşamında. Bu maddi dinamikler üzerinden reel sosyalizm pratiklerine baktığımızda yine karşımıza çıkan temel materyalist zeminin, kurtuluş sorununda çok önemli olduğudur. Şöyle açayım:

Öncelikle şu söylenmeli tabii ki…Reel sosyalizm deneyimleri, muazzam başarılar ve hayal kırıklıkları içermektedir. Muazzam başarılar vardır, traktörün şeytan icadı olduğuna inanılan bir yerde kadınlar kozmonot olmuştur, makine mühendisi, pilot, sanatçı, doktor olmuştur. Eğitimde ve istihdamda kazanılanlar, en ileri kapitalist ülkelerin bile 70-80 yıl sonra, o da kısmen kazandığı şeylerdir. Aynı şekilde yurttaşlık statüsü, haklar, olanaklar bakımından eşi olmayan bir ilerleme komünist kadınların ve sosyalizmin öncülünde kazanılmıştır.

Ne var ki, özellikle emeğin yeniden üretim sürecinde, bakım emeğinin türlü alanlarındaki işlerde niyetler, planlar ile koşullar birbirine uymamıştır. Örneğin uzaya çıkılmış ama kreş sorunu tam anlamıyla çözülememiştir ya da çözülmemiştir. Emeğin yeniden üretim sürecini kolektif olanaklarla donatmanın maliyeti, başka öncelikler nedeniyle bir sorun kaynağı olarak belirmiştir. Kapitalist dünyaya teknolojide kafa tutulmuş ama örneğin ortak çamaşırhane sayısı son derece yetersiz kalmıştır. Ev içi emeği rasyonalize etmeye dönük girişimler ilerletilmemiştir vb.

Daha fazla kreş ve bakım evi kurmaktan bahsetmeyen biri, ekonominin gerçek mahiyetini kavrayamamıştır diyorsun.

Evet çünkü üretim ve yeniden üretim bir bütün oluşturuyor. Kabaca “ekonomik koşullar” dediğimiz şey fabrikada başlayıp orada bitmiyor. Hayatın tümünü belirleyen bir maddi zemin aslında yıkım ve yeniden yapımın konusu olması gereken. Bu zemin radikal biçimde dönüştürülmediğinde sorunu yine çok ama çok uzun sürecek bir “ideolojik kültürel dönüşüme” havale etmek kolaycılığına düşülüyor. Reel sosyalizm deneyimlerindeki sorun burada öz olarak.

Kadının politik özneliği ve yönetime katılımına dair vurguların bariz. Yönetime katılmak neden olmazsa olmaz?

Olmazsa olmaz çünkü az önce bahsettiğim “radikal dönüşüm”, üretim ve yeniden üretimi bütün olarak saracak dönüşüm, bir politik öncülük konusu. Başarısızlığın siyasi nedenleri var. Reel sosyalizm deneyimlerinde kadınların kendi öz örgütlülüklerinin olmayışıyla ya da kısa ömürlü kalmasıyla, devlet katında kadınların politik öncülüğünün ciddi biçimde yetersiz kalmasıyla ya da engellenmesiyle doğrudan bağlantılı bir sorun var tam da.

Sosyalizm “etik bir tercih” değildir. Sosyalizm sömürülenlerin, ezilenlerin “maddi çıkarlarına” dayanır. Kadınların cephesinden baktığımızda bu “maddi çıkar” sosyalizmde bile özne olmayı, örgütlü olmayı, sosyalizmde bile devlet katında “kendi çıkarlarına sahip çıkmayı” gerektirir.

“Kadın kurtuluşunun asgari programı sosyalizmdir, sadece ilkesel olarak, etik olarak eşitlik ve özgürlük fikrine dayandırılamaz”. Bir ara başlığa da adını verdiğin üzere, sosyalizm gelecek, tüm dertler bitmeyecek; ki geldiğinde de bitmemiş. Peki yine de niye sosyalizm önkoşul diyorsun?

Önkoşul ısrarım şundan. Kapitalizm koşullarında, eğitimsizliğin, konutsuzluğun, sağlık hakkına erişememenin, iş bulamamanın, kadınların payına çok daha fazla düştüğü bir gerçek. İstatistik veriler bu yönde. Bu maddi zemin eşitsizliği, cinsiyetli baskıyı daha da derinleştiriyor.

Çoğu zaman uğruna büyük mücadeleler verilen haklar ve özgürlükler, maddi yaşamın, sınıfsal eşitsizliklerin engeli içinde kayboluyor. Öncelikle bunu yok etmek gerekiyor. İşi olmayan bir kadının boşanma hakkının olması ya da yoksul ailedeki kız çocuğunun eğitim hakkının yasalarca tanınması bize katı sınıfsal gerçeği hatırlatıyor.

Dolayısıyla kapitalizmin yarattığı tüm eşitsizlikler kadınlara çarpan etkilerle yansıyor.

Sosyalizm yalnızca temel hak ve özgürlükleri sağlamak için değil, bu acımasız maddi zemini ortadan kaldırmayı vaat ettiği için önemli. Temel insani ihtiyaçlar karşılanmalı. Kimse aç ve açıkta kalmamalı. Kadınlar için önkoşul bu. Bu elbette sosyalizmin bir sihirli değnek olduğu anlamına gelmiyor.

Kadınlar politik özneler olmak, “devrime hükmetmek” zorundalar. Politik özneliklerini, “kadınlık bilinciyle” devrimden sonra da sürdürmek zorundalar…

Feminizmin, biyolojik özelliklerin ötesinde sınıfsal, etnik, kültürel farklılıkların yarattığı eşitsizliklerin göz ardı edildiği bir dizi varsayımı da içinde barındıran ilk dönem eserlerinden bugüne “kadın” kavramına dair tartışmaların bugün geldiği yeri nasıl değerlendiriyorsun?

Aslında “kadın” kavramına ilişkin dönüşüm, özellikle son iki yüzyılı düşünürsek dünyamızdaki politik atmosferle paralel ele alınabilir. “Kadın da insandır, kadın da yurttaştır” denilen ilk dönemin izleği, kadının eşitlik talebi ve rüşt ispatıdır. Birey temelli liberal değerlerin politik atmosferi sardığı bir yüzyılda, kadınlar biyolojik farklılığın eşitsizliğin gerekçesi olarak kullanılmasına itiraz etmişlerdir. Bu dünya sahnesi kadının “ben varım” dediği sahnedir. Bu paradigmanın çeşitli yorumları “kadın nedir?” sorusuna yanıttır. Kadın eşit yurttaştır, işçidir, haklarını talep eden annedir, okuyan gençtir, bilim yapan insandır vb.

Bu paradigma çeşitli siyasal çerçevelerde farklı anlamlara bürünmüştür elbette ama kırılma özellikle ’60’lı yıllarda olmuştur. Avrupa’da yeni solun çıkışıyla bağlantılı düşünülebilir genel atmosfer.  Eşitlik kadar farklılığın, biyoloji kadar kültürün, haklar ve yükümlülükler kadar özgürlüklerin öne çıktığı bir kırılma diyelim. Toplumsal cinsiyet kavramıyla, cinsiyetin biyolojik temellerinin ötesinde toplumsal bağlamı tanımlamaya dahil olmuştur. Biyolojik cinsiyet, biyolojik farklılıklar, bedene ilişkin maddesellik bir de toplumsal, sınıfsal ve tarihsel katmanlarla yeniden tanımlanabilir hale gelmiştir.  Bu paradigmanın “kadın nedir?” sorusuna kattığı çeşitli soruşturmalar önemli. Buradan açılan başka kanalların nereye vardığından bağımsız olarak elimizdeki hala nedenselliği, bütünselliği, determinizmi olan bir paradigmadır.

80’lerden günümüze uzanan ve çeşitli post ön ekli feminist yaklaşımlar, bu arada queer teori ise bu bütünselliği parçalamıştır. Dünyadaki politik atmosferle bağlantılıdır tabii bu geri çekilme. Sınıfların olmadığını söylemekle, cinsiyetin aslında var olmadığını, tümüyle kurgu ya da sosyal inşa olduğunu söylemek ya da ezme-ezilme ilişkilerinin olumsallaştırılması, “güç feminizmi” yanılsamaları paralel süreçler. Kadının tanımı burada “akışkan” hale geliyor. Bu artık bambaşka bir paradigma elbette. Günümüzde süren kimlik tartışmalarının kaynağını bahsettiğim bu üç paradigmadan keşfetmek mümkün.

DAHA FAZLA