Erbaş: Siyasi istikrar bugüne kadar hep sermayenin kaygılarını gidermeye yönelik kullanıldı

Erbaş: Siyasi istikrar bugüne kadar hep sermayenin kaygılarını gidermeye yönelik kullanıldı

Eşit, parasız, ulaşılabilir bir sağlık hizmetinin ne kadar önemli olduğunun daha çok anlaşıldığı pandemi sürecinde, nitelikli bir sağlık hizmeti alabilmek neredeyse her yurttaşın en önemli gündemlerinden biri haline geldi. Boş yatak bulmanın gittikçe zorlaştığı, yetersiz aşının gündemden düşmediği, illerin her gün kırmızıya boyandığı bir tabloda hayatlarımıza girişi yaklaşık on yılı bulan şehir hastaneleri de sağlık hizmetleri çerçevesinde tartışılması gereken önemli meselelerden olmayı sürdürüyor.

Şilan Geçgel

İleri Kitap okurları için, geçtiğimiz günlerde Dipnot Yayınları etiketiyle okurla buluşan ve şehir hastaneleri gerçeğini gözler önüne seren “Şehir Hastaneleri Altı Kaval Üstü Şişhane” isimli kitabı inceledik: Yazar, Avukat Özgür Erbaş’a sorularımızı yönelttik.

İlk olarak, kamu-özel ortaklığının sağlık alanında uygulanmasının “başkasının mazisi” olduğunu biliyorduk, diye başlamışsınız. Şehir hastaneleri konusuna daha az hâkim olan okurlar için; nedir başkasının mazisi?

Türkiye sağlık alanında kamu-özel ortaklığı finansman modeli uygulamasını İngiltere’den aldı. Daha doğrusu İngiltere kendi sürecini sonlandırırken bundan faydalananlara yeni bir istihdam alanı sağladı ve modelle birlikte danışmanlar ekibini de Türkiye’ye sattı. İngiltere’de Tony Blair’in İşçi Partisi döneminde başlayan uygulama sağlık hizmetine büyük hasar vererek devrini tamamladı. Biz de o maziyi yaşıyoruz ve aynen İngiltere gibi başkalarına modeli pazarlamaya uğraşıyoruz. Strateji ve Bütçe Başkanlığının hazırladığı raporların dilinin nasıl değiştiği ayrı bir çalışma konusu olabilir bence. Son raporlarında yetişmiş danışmanlar ve uzmanlaşmış şirketlerin başka ülkelerde kamu-özel ortaklığı projeleri yapabileceğinden söz edilir mesela. O ülkeler de “başkasının mazisini” yaşayacak sonuçta.

Siyasi tarihimizde ilk kez özelleştirme anayasaya girdi kısmında, TBMM’de yaşanan kimi tartışmaları paylaşıp “Bu bir tuzak diyen tek bir milletvekili vardı: Kamer Genç.” diye ekliyorsunuz. Kitabınızda Kamer Genç’in tek kişilik muhalefetine geniş yer vermişsiniz ancak ben tekrar sormak istiyorum. Bugünden bakınca, o dönemin tek kişilik muhalefetini nasıl değerlendirmek gerekir? Sizce, daha güçlü bir muhalefet yapılabilseydi bugün şehir hastanelerini konuşmuyor olabilir miydik?

Kamer Genç 1982 Anayasası'na hayır oyu kullanırken de tek başınaymış, idama hayır derken de. 1999 anayasa değişikliğinin tutanaklarını okurken gördüm ki o gün de tek başına. Bu tutumu anmamak ve vurgulamamak olmazdı. Ama niye o kadar yalnız kaldı veya o gün DSP milletvekili olanların tek söz etmemiş olmalarını nasıl açıklıyorlar bilemiyorum. Teklifin birincil sahibi DSP ve muhalefetteki DYP de kendi çizgilerine gelmesi nedeniyle iktidarı tebrik ediyor. Temel iktisadi kabulü bambaşka olan ve kuvvetle TBMM’de yer alabilen bir siyasi partinin varlığından söz ediyorsunuz. Bunun mümkün olup olmadığını birlikte düşünelim derim.


“Ne vakit yapısal reform, siyasi istikrar, hukuk güvenliği vurgusu yapılırsa bundan anlamamız gerekenin sermayenin ayağına taş değmemesi için atılacak adımlar olduğunu artık iyice öğrendik.” diyorsunuz. Bu kısmı biraz açabilir misiniz?

Yapısal reform kalıp olarak IMF’nin yapısal dönüşüm programlarının dilidir. Siyasi istikrar bugüne kadar başka ülkelerde de güvenliğin ve güvencenin işareti oldu ve hep sermayenin kaygılarını gidermeye yönelik kullanıldı. Hukuk güvenliği hemen tümüyle mülkiyet hakkı bağlamını işaret eder. Devletin küçülmesi veya büzüşmesi diyelim bir tür özgürlük olarak parlatıldı ve reform müjdelerinin sonuçları da ortada. O nedenle 1908 Devrimi sonrası kurulan meclisin, Erzurum Mebusu Vartkes Serengülyan grevi yasaklamak için çıkarılmak istenen yasaya biraz da hayal kırıklığıyla itiraz ediyor ve “Biz bu devrimi niye yaptık?” diye soruyor. Önceki sorunuzla birlikte yeniden düşünürsek yapısal reformlara karşı çıkabilmek, kamunun asıl özne olarak içinde olduğu ve sadece profesyonel siyasetçilerin becerisine terk edilmemiş bir muhalefet istiyor sanırım.

Milletvekillerinin gündemine “şehir hastaneleri” meselesi henüz girmemişken eski Sağlık Bakanı MHP Milletvekili Osman Durmuş’un, Sayıştay Kanunu görüşmelerinde, ihalelerin “usülsüz”, yapılan işin de “soygun” olduğunu ifade eden konuşmalarına yer veriyorsunuz. Buradan ne anlamamız gerekir? Şehir hastaneleri, aklıselim bir tartışma sürecinin kararı olarak değil, bir dayatmanın ürünü olarak mı bugün hayatımızda yer alıyor?

Osman Durmuş o tarihte bir önceki Sağlık Bakanı olarak konuşuyor tabi ve tahminim o ki bürokrasiden hala iyi bilgi alıyordu. Sağlık Bakanlığı bürokrasisi de bu işe pek bulaşmak istemedi anlaşılan ki ilk Kamu Özel Ortaklığı Daire Başkanı dışarıdan atanmıştı. Şehir hastanelerinin tüm getiri ve götürüsü açıkça tartışılsa yekten destekleyen az kişi kalır bence. Finansman projeleri bir aşamaya kadar kısmi rıza yaratılmasıyla yetinir, geri kalanı mecburiyete dönüşür. Navigasyon aleti size paralı otoyolu gösterir, kamuya ait hastaneler kapatılınca ambulans da sizi şehir hastanesine götürür.

Çevre Kanunu’nda ÇED raporunun tamamlanmasına dair açık hüküm olmasına rağmen şehir hastanelerinin ÇED raporu olmadan, daha doğrusu ÇED onay süreci dahi yaşamadan kurulduğunu anlatmışsınız. Bu acelenin nedeni ne olabilir?

Acelenin politik söylem dışındaki asıl nedenini bilemiyorum tabi. Onu muhataplarına sorabilmek ve yanıt alabilmek güzel olurdu. Bu büyüklükte hastanelerin ÇED sürecinin kolayca atlatılamayacağı da açıktı bir yandan. İhtimal ki onun arkasından dolandılar. Ancak bu süreci izlerken benim gördüğüm; hakiki beceriksizlikler, bilgi eksikliklerinden de kaynaklı sorunlar yaşandığıdır. Tabi kamudaki muhatabın zayıflatılması en çok şirketlere yarar. Günün sonunda bilmediği için yanlış yapanla kasten işini kötü yapan aynı sepete düşer.

Yine çevre meselesiyle bağlantılı olarak Isparta Şehir Hastanesi’ne değinmek istiyorum. Bu hastanenin, şehrin “en kirli havasına” sahip olan bir alanda inşa edildiğinden bahsediyorsunuz. Genel olarak hastanelerin, yurttaşlar açısından en güvenli, en temiz ve en rahat ulaşılabilir noktalarda kurulmasının sağlık hizmetlerinin niteliği açısından ne kadar elzem olduğunu biliyoruz. Bu bağlamda, kamuoyuna da çeşitli şekillerde yansıyan ve bazen muhatapları tarafından reddedilen “şehir hastanelerinde yatak doluluk garantisi” haberlerinin doğru olduğunu kabul edebilir miyiz?

Şehir hastanelerinde miktara bağlı olan ve olmayan hizmetler olarak yapılmış bir sınıflandırma var, miktara bağlı olan hizmetler için yapılacak ödemenin bedeli belirlenirken yüzde yetmiş doluluk oranının altında kalmayacağı taahhüt edilmiş. Hastaneye yatak doluluk garantisi vermedik diyenler veya zaten kamu eliyle yürütülen ameliyat, poliklinik gibi hizmetlerde doluluk garantisi verilmediğini beyan edenler başları ağrımasın diye gerçeği bir kolundan tutup sallıyor. İhale belgelerinde şirketlere tekliflerini hazırlarken “Yüzde yetmiş doluluk oranına göre fiyat teklif ediniz.” yazıyor. Hastanede neyin yüzde 70’i hesaplanabilir?


Sanıyorum ki şehir hastanelerine dair asıl farkındalık bizzat bu hastanelere giden; bu devasa hastanelerde kaybolan, bir gittiği hekimi bir daha bulamayan; örneğin, tomografiye götürülmek üzere hastane içinde şirket personelini bekleyen hastalar sayesinde oluştu. Mağdur olan hastalar aksaklıkları anlattıkça sanki siyasi iktidar tarafından çizilen ihtişamlı tablo parçalandı, soğuk gerçek yüze çarptı. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz, toplumsal tepkinin halkın deneyimleri ile derinleştiğini söyleyebilir miyiz?

Hastane köprüye, otoyola benzemiyor; doğrudan hayatımızla, canımızla ilgili. Yolu, altyapısı, toplu ulaşımı tamamlanmadan açılan her hastane insanların anlatılan hikayeyi bizzat deneyimlemesine neden oldu. Kaybolursanız diye hastaneye telefon numarası asıldığını gören birine ne anlatırsan anlat artık. Halkın deneyimlediği her olumsuzluk, bir toplumsal tepki doğurur ama Can Yücel “Bizim insanımız söylemez, söylenir.” demiş ya biraz öyle galiba.

Sağlık Bakanlığının 2020 yılına ilişkin mali tabloları geçtiğimiz günlerde yayımlanmıştı. Buna göre bakanlık, şehir hastanelerine 2020 yılında 5 milyar 516 milyon TL kira ödemiş durumda. 2021 yılında ise 5 yeni şehir hastanesinin daha hizmete girmesi bekleniyor. Özellikle pandemi koşulları göz önüne alındığında şehir hastanelerinin bir sünger gibi emdiği bu dudak uçuklatan meblağlarla daha iyi bir pandemi yönetimi mümkün olabilir miydi?

Sağlık Bakanlığının 2021 yılının ilk üç ayına ilişkin mali tabloları bu sabah yayımlandı ve defalarca taramama rağmen şehir hastanelerine yapılan ödemeleri bulamadım! Bugüne kadar gerçeği yansıtıp yansıtmadığına emin olamasak da bu tabloları izliyorduk, şimdi bu bilgi de gizlendi. Bunun dışında pandeminin nasıl yönetilmesi gerektiğini benim bilmem mümkün değil elbette. Sadece kamusal sağlık sistemi son 40 yılda bunca hırpalanmamış olsaydı hastalar ve sağlık çalışanları birlikte kendimizi daha iyi hissederdik. Bunu söyleyebilirim.

Son olarak, kitabınızda birçok ara başlığı çok etkileyici bulduğumu ifade etmeliyim. “Sağlık odur ki krallığı parçalar.” başlığı da bunlardan biri. Kitabınızın sonunda yanıt bekleyen soruları sıralamışsınız; beni, bu soruların yanıtlarından çok bu sorulara yanıt verecek öznelerinin kim olduğu meselesi düşündürdü açıkçası. Sizin deyiminizle; bizi borçlandıranlardan hesap sormak, dahası bu “krallığı parçalamak” mümkün mü?

Öncelikle titiz okumanız ve sorunuz için çok teşekkür ederim. Ben o soruları herkese soruyorum. Yanıtının tek kişide veya uzmanlarda, bilenlerde olması gerekmiyor elbette. Benim kafamda böyle sorular var, yanıtlarını birlikte bulalım dileği daha çok. Ama sonuçta nasıl bir sağlık hizmeti yapılanması gerektiği başta olmak üzere bu dertlerle dertlenen herkesin hem yeni sorular sorması hem de kestirme olmayan yanıtlar için çalışması gerekir. Borçlardan kurtulmak da bu gayriahlaki borçları oluşturanlardan hesap sormak da, Prof. Dr. Korkut Boratav’ın deyişiyle finans kapitalle, boğuşmak da mümkün tabi. Hukuk futbola benzer, yeter ki oyuncu da izleyici de hakem de kurallara inansın ve bağlı kalsın. Öbür türlü hep şike yapanlar kazanır, cezalar da bize kalır.

KünyeŞehir Hastaneleri Altı Kaval Üstü Şişhane, Özgür Erbaş, Dipnot Yayınları, Ankara, 2021, 204 Sayfa.


 


 


 

DAHA FAZLA