Engin Deniz yazdı | Yeniden ‘Birakujî’ mi?
Kalıcı bir barışın garantisi partiler-yönetimler veya bölge üzerinde hesabı olan başka güçler değil, halkların aktif örgütlü barış mücadelesidir.
13-12-2020 00:55

Kürtlerin tarihinde ‘Birakujî’, yani kardeş kavgası çoktur. Kardeş kavgalarının yakın tarihine bakıldığında ise hep Güney Kürdistan’ın öne çıktığı görülür. PKK-KDP, PKK-YNK, KDP-YNK arasındaki çatışmalar özellikle 90’lı yıllar boyunca aralıklarla sürmüş, bu çatışmalarda binlerce Kürt hayatını kaybetmiştir. Birçok gücün çeşitli hesaplarla doğrudan ya da dolaylı olarak dahil olduğu bu çatışmalarda kazanan tarafsa hep Kürtlerin topyekûn kaybetmesini hedefleyen güçler olmuştur.
Bir süredir bölge yeniden gergin, hatta gerginliğin tarafları savaş pozisyonu almış vaziyette. KDP’nin bölgedeki köklü tarihi ve PKK’nin kendini ispatlamış savaş gücü arasında süregelen gerilimin temelde bir bölgesel hakimiyet mücadelesi olduğu söylenebilir elbette. PKK’nin Zaho’dan Süleymaniye’ye kadar uzanan geniş bir alanda sürdürdüğü hakimiyet eskiden beri KDP açısından her zaman bir rahatsızlık konusuydu. Ancak hem geçmiş acı tecrübelerin öğrettikleri hem de son yirmi yılda bölgede yaşanan başka gelişmeler nedeniyle bu güçler arasındaki gerilim uzun süredir bir savaş pozisyonu yaratmamıştı.
Nisan ayında Peşmerge güçlerinin Zine Wertê’ye yerleşmesiyle başlayan gerilim KDP’ye bağlı özel kuvvetlerin Kandil’e konuşlanmaya başlamasıyla iyice arttı. Bu gelişmelere karşı PKK cephesinin tepkisi, uyarı-önleme mahiyetinde birkaç küçük ölçekli saldırı gerçekleştirdikten sonra sorunların diyalog yoluyla çözülmesi için çeşitli girişimlerde bulunmak oldu. Birçok kurum ve kuruluş tansiyonun düşürülmesi için çağrılarda bulunduysa da gerilim artarak devam etti.
Peki ne oldu da geçmişte Birakujî’yi haram kıldığını söyleyen Barzani bu kadar zaman sonra: "Vatandaşlarımızın haksız yere şehit olmalarına, bedeller ödemelerine, mülklerini ve yerlerini terk etmeye dûçar eden yaklaşımlara karşı sesiz kalmamız beklenemez" gibi sert açıklamalarda bulundu ve PKK’nin bulunduğu bölgelere yığınak yapmaya başladı?
Gerilimi besleyen temel güncel meseleyle başlayalım. Peşmerge 2014’te Şengali ve halkı bırakıp kaçtığında PKK devreye girmiş, hem halkı korumuş hem de IŞİD’in stratejik hesaplarına ağır bir darbe vurmuştu. Böylelikle PKK’nin bölgedeki etkisi artmış ve Şengal halkı Rojava benzeri bir öz yönetim anlayışıyla kısa süre içerisinde örgütlenmeye başlamıştı. Bu uzun süredir Bağdat ve Erbil için önemli bir rahatsızlık başlığıydı.
Şengal bölgesinin PKK ve Haşdi Şabi’den arındırılması konunda Kürdistan Bölgesel Yönetimi ve Irak Merkezi Hükümeti 9 Ekim’de bir anlaşma imzalamış, bu anlaşmaya AB, ABD, İngiltere ve Türkiye destek vermişti. Batı bu hamleyle daha çok İran’ın önünü kesmeyi hedeflerken, Türkiye PKK’nin bölgede artan etkisini kırmayı hedefliyordu. KDP için ise bu anlaşmanın gereğinin yerine getirilmesi merkezi hükümetle ilişkilerinin iyileşmesi açısından ayrıca önem taşıyordu. Bu başlıkta geçtiğimiz hafta bölgeden gelen haberler anlaşmanın sağlandığı yönündeydi. Duyurulan anlaşma maddelerine göre, PKK’ye bağlı güçler bölgeden çekilecek ancak iç asayişte PKK’ye yakın olarak bilinen YBŞ, güvenlik sistemine entegre edilecekti. Ancak bölgeden gelen son haberler ve Barzani’nin son yaptığı açıklama anlaşmanın hayata geçmediğini gösteriyor:
“Şengal (Sincar) Anlaşması'nın uygulanmasını bekliyoruz ancak henüz uygulamaya konulmadı. PKK ve ona bağlı hiçbir güç Şengal'den çekilmedi. Sadece birkaç saatliğine kıyafet değiştirip Şengal Dağı'na çekildiler ve tekrar geri döndüler. Aksine sayıları daha da arttı.”
Özetle, bu başlıkta gerilim gerilimin devam ettiği görülüyor.
Bununla beraber diğer bir güncel gerilim konusu da Süleymaniye kentinde devam eden eylemler. Maaşlarını alamadığı için sokaklara dökülen binlerce emekçinin öfkesi artarak devam ediyor. Günlerdir süren eylemlerde kamu binaları ateşe verildi ve çok sayıda kişi yaralandı. KDP bu eylemlerden ötürü açıktan PKK’yi suçluyor.
Ancak bir süredir devam eden gerilimi Şengal’le ya da başka yerel gelişmelerle açıklamak oldukça yetersiz kalacaktır. Hem tarihsel süreç hem de emperyalist planlar ekseninde atılan adımlar gösteriyor ki, Kürdistan’da yaşanan hiçbir gelişme hiçbir zaman sadece Kürdistan’la ilgili olmamıştır. Sonuç olarak petrol ve enerji geçiş yolları açısından dünyanın en önemli bölgesinden söz ediyoruz!
KDP ve PKK, ikisi de Kürt halkının çıkarları doğrultusunda hareket ettiği iddiasında olan ulusal hareketler. KDP feodal/geleneksel bir kimliği temsil ederken, PKK daha sol/seküler bir çizgide kendi paradigmasını yaratmış bir hareket. Bu nedenle, gelişmelere göre tartışmalı manevralar yapsalar da farklı siyasal tercihlere ve ittifak politikalarına sahipler.
Örneğin, KDP Türkiye’yle kurduğu ekonomik ve siyasal ilişkilerin bozulmasını istemiyor. PKK’nin Türkiye devletine karşı savaşının bu ilişkilere zarar verdiğini düşünüyor. Bu nedenle son otuz yıldır süren savaşta konjonktüre göre çeşitli boyutlarda Türkiye devletine desteğini hep sundu. Dolayısıyla, AKP/Saray rejiminin yeniden “Ne Kürt sorunu, ne terör sorunu” noktasına dönüş yapmasıyla birlikte KDP’nin ittifak politikaları gereği son dönemde özellikle askeri istihbarat alanında Türkiye’ye destek vermesi ve bu nedenle PKK ile gerilmesi olağan.
KDP-PKK geriliminin bir başka boyutu da elbette Rojava. Suriye iç savaşıyla birlikte YPG’nin Rojava bölgesinde kazandığı siyasal ve örgütsel ağırlık, KDP ile dengelenmek isteniyor. Emperyalistler açısından Irak ve Suriye’nin kuzeyinde gelecekte kendileriyle iyi ilişkiler geliştirebilecek öngörülebilir aktörlerin iktidarda olması kritik. Bu nedenle KDP, uzun süredir ABD’nin desteği ve teşvikiyle, Rojava bölgesinde gücüyle orantılı olmayan bir etkinlik oluşturmak için çabalıyor. Bu nedenle PKK ile KDP arasındaki gerilimin uluslararası boyutunu da mutlaka görmek gerekiyor.
Bölge halkları savaşlardan çok büyük acılar çekti. Yeni bir kardeş kavgasının bölgeye, Kürtlere bir fayda getirmeyeceği, dahası kazanımların da kaybedilmesine yol açabileceği açıktır. Bu gerçek defalarca tecrübe edilmiş olsa bile son birkaç ay gösterdi ki, Kürdistan üzerindeki hesapların ve çok yönlü basıncın yeni bir kardeş kavgasına yol açması pekâlâ mümkündür. Ancak unutulmaması gereken şu ki; kalıcı bir barışın garantisi partiler-yönetimler veya bölge üzerinde hesabı olan başka güçler değil, halkların aktif örgütlü barış mücadelesidir.
İLGİLİ HABERLER
Onur Bütün yazdı | Kadınlığın bir özne olarak yeniden kurulumu
"Öğretilmiş utançlarından arınıyorlar. Utanç duygusunun yarattığı kırılganlıkla cebelleşiyorlar. Ve belki de en önemlisi korkuyorlar tüm düzeni alaşağı etmekten… Kendi yıkıcılıklarından… İşin doğasına uygun olan yıkıcılık erkeğe aitken kadının üstlendiği bu rol; onun yeni hayatının da başlangıcı oluyor. Yaşamın her evresinde kadınlar kendilerini yeniden kuruyorlar ve yenilgilerden kabullere uzanan bu yolculuktan güçlenerek çıkmayı deniyorlar."
14-01-2021 00:29

Onur Bütün
Geçtiğimiz hafta sonu üç kadın arkadaşımla zoom üzerinden kahkahalı, durmalı-düşünmeli bir sohbet yaptık. Benim dışımdaki kadınlar, kadın dayanışma kurumlarında çalışan, feminist psikoloji/psikoterapi üzerine düşünen kadınlardı. Bir sonraki buluşmamızda da kentli, eğitimli, entelektüel ve politik erkeklerin uyguladığı psikolojik taciz üzerine konuşmaya karar verdik. Bu yazı o sohbetler dizisine bir giriş yazısı olarak da okunabilir.
Fiziksel şiddetin her türü üzerine toplumsal farkındalığın yüksek olduğu, psikolojik tacizinse görünmezliği ya da fark edilemezliğine vurgu yapan yazılar/çalışmalar okuyoruz. Bu iki önermenin her zaman geçerli olmadığını bildiğimiz örnekler var. Şiddet üzerine düşünmek neredeyse bir ömür boyu sürecek didinme haline benziyor; toplumsal cinsiyet eşitliği, kültür, ekonomi, eğitim, geleneksel yapı gibi pek çok parametreyle cebelleşerek…
Şiddete maruz kalan kadınlar üzerine tartışırken temel sorulardan birini psikolog arkadaşlarım şöyle ifade ediyorlardı;
“Şiddetin içinde kalan bir kadın olarak, ben nasıl bir özneyim?”
Her türden şiddete maruz kalan kadınların aile ve geleneksel yapı içinde ekonomik, toplumsal nedenlerle mecburen durduklarını biliyoruz. Ayakta kalabilmek için destekleyici hukuksal, kurumsal hizmetler son derece sorunlu, kadınlar için geriye kalan hakikaten sadece dayanışma ve birbirini güçlendirme. Dolayısıyla şiddete maruz kalan kadının kendini yeniden kurması, geçmişini sağlıklı bir biçimde yorumlaması ve geleceğini de yaratması gerekiyor.
Şengül Can’ın Devamsız adlı öykü kitabındaki Bahçede öyküsünde kadın karakter bu bağlamda yeniden özne kurulumunu ruhsal aygıtın git-gelleriyle şöyle anlatır;
“Telefonum çalmış gibi baktım. “Sonra ararım,” dedim, annemdir.
Ben bir geçmiş seçmiştim. Onu oynuyordum. Böylesi daha güzeldi. Bu beni diğerlerine yaklaştırıyordu. Dışarıdan baktığında anlaşılmıyordu. Zaman zaman ben gerçekten o oluyordum. Hem Bedia’ya yalan söylemek hoşuma gidiyordu. Böylece her gün anlatacak bir şeyler çıkıyordu. Hasta babam, hastanelerde uğraşan annem, özlediğim kardeşlerim. Bakışlarımı ve duruşumu da bazen o anlattığım kadına benzetiyordum. Birini arayınca nasıl bakardım, nasıl dururdum. Sonra Bedia’ya benzemek istiyordum. Çocuklarım olsa üniversitede okuttuğum. Ben de dul olsam onun yaşlarında. Sigaram, tavuklarım, bahçem, kocamdan kalan emekli maaşım, bir de çıplak ayaklarım olsa. Dursam. Sonra yürüsem. Gülsem. Bir müzik sesine oynasam. Kahkahalarım dışarıdan duyulsa. Ondan mı istiyorum kendime onun gözleriyle bakmayı. Yalanlarım da dâhil beni çoğaltıyordu Bedia.”1
Anne baba evinden ayrılmak, boşanmak, sevgiliyi terk etmek, ilişkiyi sonlandırmanın sorumluluğunu almak, iş bulmak, çocuk veya yaşlı bakım emeği harcamak, şehir değiştirmek, aile-akraba ilişkilerini yeniden düzenlemek, sınırlar koymak veya bazı sınırları esnetmek, kadınların kendilerini yeniden doğururken yaşadıkları sancıları betimliyor. Bu sancılar metaforik olarak suçluluk duygusu ve utanç gibi duyguları da temsil ediyorlar. Eril tahakkümden kaynaklanan nedenleri aramak yerine, kadın öznenin kendine döndüğü, kendi ruhsalllığı üzerine kapaklandığı bu duygular psikolojik tacize katlanmanın nedenlerini oluşturuyor. Üstelik bu katlanma hali kadınların erkeği değiştirip, dönüştürebileceği düşüncesini de dayanabiliyor. Oysaki kadınlar; erkek egemenliğinin nimetlerine alışkın bir erkeğin psikolojik tacizinin yarattığı değersizleştirme pratiklerini kontrol etmekten sorumlu da değiller.
Terapi odalarında konuşarak kendini onarmaya arzulu kadınların önemli yanılgılarından biri bu… Suçluluk duygusunun eşlik ettiği bir içe dönmeyle birlikte “psikolojik tacizi kontrol edebilirim” fikri, kadınları kendilik hallerinde çözülmeye itiyor. Kadınla ilgili bir şey çöküyor orada… Yanında yöresinde öyle bir erkeğin olmadığını görmek, o olmayan erkeğin yasını tutmak, o adama atfettiği değerlerin çöktüğünü kabullenmek… Çünkü o değerler benim (kadının) zihninde varlar. Hayal etmişim o adamla yaşlanmayı, çocuk yapmayı, yürümeyi, sohbet etmeyi… Demek kendiliğimin de yasını tutuyorum bir yandan psikolojik tacize maruz kalıp mücadele ettiğimde. Beklediklerim, beklentilerim gerçekleşmeyecek çünkü… Erkeği değiştirebileceğimi umarken, onun şiddeti üzerinde kontrolüm olmadığını fark ediyorum.
Peki, bu yordamdan çıktığında kadınlar ne yapıyorlar?
Öğretilmiş utançlarından arınıyorlar. Utanç duygusunun yarattığı kırılganlıkla cebelleşiyorlar. Ve belki de en önemlisi korkuyorlar tüm düzeni alaşağı etmekten… Kendi yıkıcılıklarından… İşin doğasına uygun olan yıkıcılık erkeğe aitken kadının üstlendiği bu rol; onun yeni hayatının da başlangıcı oluyor. Yaşamın her evresinde kadınlar kendilerini yeniden kuruyorlar ve yenilgilerden kabullere uzanan bu yolculuktan güçlenerek çıkmayı deniyorlar.
Kadınların psikolojik tacize maruz kaldıkları her ortamda fiziksel tacizin de gerçekleşme olasılığı bulunuyor. Bu taciz veya şiddet türleri birbirinin içinden çıkma, Hegelyan bir deyişle içerip aşma pratiği olarak tezahür ediyorlar. O nedenle biri diğerine göre daha görünür, bilinir olsa da aslında hepsi benzer bir değersizleşmeye ait duyguları, düşünceleri zorunlu kılıyor, eril tahakkümün değersizleştirme pratiklerini…
1 Devamsız, Şengül Can, Can Yayınları, s: 19
İsmet Konak yazdı | Saray totalitarizmi
12-01-2021 09:01

İsmet Konak
Saray rejimi, tıpkı volan kayışı kopmuş bir araç imgesi uyandırmaktadır. Her otokratik sistemin tipik niteliği zamanla bir alüminyum gibi oksitlenmesidir. Tayyip Erdoğan'ın övgüyle dem vurduğu ve toplumu bir "ulu toyon" gibi yönettiği "cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi" artık hazine ve bütçe tarafından "metabolize" edilememektedir. Metabolize edilemeyen her madde, vücutta bir zehirlenmeye (toksitite) sebep olabilir. Kamu bütçesi, parazitleşmiş Beştepe'ye tahammül edemeyecek bir konuma ulaşmıştır. Erdoğan, emrinde 16 uçak, 268 makam aracı ve 2250 odalı sarayıyla bir "kral" gibi yaşamaktadır. Türkiye toprağı ne yazık ki Erdoğan'ın "memâlik-i şahanesine" dönmüştür. Aleviler ve Kürtlerin vergilerinden de müteşekkil bütçeden her yıl olduğu gibi bu sene "örtülü ödenek" adı altında pay alan Erdoğan yönetimi, kamusal alanda her iki kimliğe yönelik "nefretini" devam ettirmektedir.
Şeffaflık, bağımsız yargı, özgür basın ve normlar hiyerarşisi rüzgârın önünde savrulan birer saman çöpüne dönmüştür. Erdoğan idaresi artık mutlakıyetçiliğin bataklığına sürüklenmiştir. Yunan mitolojisindeki "ouroboros (kendi kuyruğunu ısıran yılan)", kokuşan saray rejimini çok açık bir şekilde temsil etmektedir. Anayasa Mahkemesi, Merkez Bankası, RTÜK ve TÜİK gibi kurumların "özerkliği" ve bağımsızlığı ayaklar altına alınmıştır. Baskıcı "sentralizasyon" politikası, artık Erdoğan'ın müzahirleri tarafından da kabul görmemektedir. Cumhurbaşkanlığı Yüksek İstişare Kurulu üyesi Bülent Arınç, Hazine ve Maliye Bakanı Berat Albayrak'ın istifaları bunun en iyi örnekleridir. Kralın tahtını adeta "Serafim melekleri" suretinde koruyan Devlet Bahçeli gibi figürler de yakın zamanda "mütekait siyasetçiler müzesinde" yerini alacaktır. Pişekar ile Kavuklu'nun ortaoyunu, artık son perdesini oynamaktadır.
Beştepe, bir kibrit gibi yanarken etrafındaki her entiteyi de tutuşturmaktadır. Tüm Türkiye toplumunu tehdit eden Erdoğan yönetiminin özellikle Kürt halkının iradesine yönelik bir "gıllügiş (gizli kin)" beslediği her halinden bellidir. HDP'li Kars Belediyesi'nin maruz kaldığı "kayyım saldırısı", Beştepe'nin refleksini ve "Türk tipi" demokrasi kültürünü gözler önüne sermektedir. Anayasa'nın 127. maddesi ve Belediyeler kanunu'nun 47. maddesini gerekçe gösterip Kars valisini kayyım olarak atayan bir devlet, özünde kanun devletidir. Her türlü evrensel değerden ve demokratik işleyişten korku duyan bu sistem, "idarî vandalizme" tutsak olmuştur. İstikrar ve "huzur" adı altında Anayasa'da bazı değişiklikler yapan saray rejimi, nedense Anayasa'nın 127. maddesini "iştiyakla" muhafaza etmiş ve idarî vesayetini devam ettirmek için bu normu fütursuzca kullanmıştır. Daha da kötüsü sarayın "rikapdarlığını" yapan vali Türker Öksüz'ün belediye binası önünde kıldığı namaz ve okuduğu Fetih Suresi, tek kelimeyle sefil bir taassup örneğidir. Eğer vali, İslam'ı referans alarak yaşam sürdürmek ve "ehl-i sünnet" olmak istiyorsa öncelikle "Hucurat" suresinin 13. ayetini okumalıdır. Tamamen militanlaşan valiler, kaymakamlar, hakimler ve savcılar Maksim Gorki'nin deyimiyle ülkeyi "kör solucanlar gibi kaynaştıkları karanlık bir çukura" çevirdiler.
Erdoğan'ın sarayı, tıpkı pandoranın kutusunu andırmaktadır. Kürt halkına "kötülük" ve "mutsuzluk" yaymaktan zevk alan bir kutu gibidir. Van'ın Çatak ilçesinde Türk askeri tarafından işkence edilerek ve helikopterden atılarak öldürülen Servet Turgut, saray yönetiminin Kürt sorunu karşısındaki tutumunu yeterince yansıtmaktadır. Kemalistler, şovenizm nöbetini İslamcılara bırakmışlardır. Neyzen Tevfik'in dizelerinde geçtiği gibi "türkü aynı türkü, sazlarda tel değişti".
Roboski, Sur ve Cizre olaylarında saray yönetiminin gösterdiği "statükocu" yaklaşım, en son Kurmancca tiyatro oyunu Bêrû'nun (Yüzsüz) yasaklanmasında da tezahür etmiştir. Aslında İtalyan oyun yazarı Dario Fo'nun "Yüzsüz: Klakson, Borazan ve Bırtlar" adlı eseri Kurmancca'ya uyarlanmıştır. Temelde iktidar, sermaye ve kitle arasındaki "rabıtayı" konu etmektedir. Lakin sarayın "mutripliğini" yapan yargı organları tarafından "kamu düzenini" bozduğu gerekçesiyle yasaklanmıştır. Ortada kamu düzeni yoktur, sarayın düzenbazlığı vardır.
Ulus-devletler, özünde savaş ve fetih üzerine bina edilmiştir. Rıza yerine "husumet" üretirler. Egemenliğin yolu, kutuplaştırmaktan geçer. Bir "retrograd" olmaktan büyük mutluluk duyan Erdoğan'ın muktedir olma şifresi de Kürt düşmanlığıdır. "Lale" devrinde düz ovada siyaset yapma teranesini terennüm eden saray rejimi, "ifsat" devrinde düz ovada siyaset yapanları birer birer kodese atmıştır. Ne kadar dahice bir strateji ama! Suyu kurut, balığı yakala.
Lakin her gecenin vardır bir sabahı, geceler "tulû-i haşre" kadar devam etmez. Fransa, Cezayir'in uzun soluklu özgürlük savaşı (1830-1962) karşısında nasıl boyun eğmek zorunda kaldıysa, Türk egemen sınıfının da Kürtlerin özgürlüğü karşısında çaresiz kalacağı günler yakındır. Patolojik bir hâl alan saray, "israf, despotizm ve şovenizmin" timsali olarak zihinlerde yer edinecektir.
Av. Onur Güneş yazdı | Tanıdık hukuku
04-01-2021 08:46

Av. Onur Güneş
Hukuk Fakültesi 1. sınıf öğrencilerinin “Hukuk Başlangıcı” derslerinde ilk duydukları kavramlardan biri normlar (kurallar), hiyerarşisidir. Normlar hiyerarşisi, hukuk düzenini bir piramit haline sokar ve hukuk normlarının birbirilerine karşı ast-üst ilişkisini ortaya çıkartır. Her norm, gücünü bir üstündekinden alır ve kendini buna göre düzenler.
Kısaca bizdeki normlar hiyerarşisine göre piramidin en üstende Anayasa vardır. Ardından ise milletler arası sözleşmeler, kanunlar, tüzükler, yönetmelikler ve diğer düzenleyici işlemler (genelgeler, tebliğler) olarak aşağı doğru ilerler.
Çok sık kullandığımız ve duyduğumuzda bize güven veren bir kavramdır normlar hiyerarşisi. Çünkü kendisine gönderilen bir genelge sebebiyle hukuka aykırı işlem tesis etmeye çalışan bir kamu kurumu personeline, işlemin hukuka aykırı olduğunu bir yönetmelik veya kanun maddesi ile ispat ettiğinizde bu tavrından vazgeçeceğine, hukuka uygun işlem yapacağına inanırsınız. En azından teoride durum böyledir.
Tabii kavramın kendisinin güven vermesi ile uygulamadaki karşılığı arasında bazı ülkelerde açı vardır. Açı ne kadar genişse ülke o kadar büyük bir kaos cumhuriyeti demektir.
Memurlar kendisine en yakın (en hızlı sonuç doğurabilecek) normları hayata geçirmek konusunda daha heveslidir. Kanundansa tüzük, yönetmeliktense genelge, hatta Anayasa'dansa amirinin emrini uygulamayı daha çok tercih ederler. Çünkü tehlike en yakın nereden gelebilecek durumdaysa onu savuşturmayı isterler. Amirin emrine itaatsizlik yapmaktansa, bile isteye kanuna hatta Anayasa'ya aykırı işlem tesis etmeyi daha zararsız görürler.
Devletin yöneticileri de aslında bu durumu körükler. Kim uğraşacak Anayasa değişikliği ile kanun düzenlemesi ile… Ver emri yukardan, sıkıysa yapmasınlar.
Her devlet memuru bu emirlere dayanamaz. Üzerindeki baskıyı kiminin gözünden anlarsınız. O durumda bazen siz de “ne yapsın emir kulu” düşüncesine kapılırsınız. Ama kimi de hukuka aykırı işlemden zevk alır. “Beğenmiyorsan git şikayet et” sözü en yaygın zevk alma biçimidir. Bilerek hukuka aykırı karar vermek, haksız gözaltı-tutuklama yapmak, çıplak arama yapmak, işkence etmek de sıkça karşılaşabileceğiniz zevk alma halleri arasındadır.
Kavga etmek de tekil olarak bir yere kadar sizi ilerletir. Tek başınıza koca mekanizmalarla her seferinde kavga etmekten yorulur, yaptığınız işten, yaşadığınız ülkeden tiksinme noktasına gelirsiniz.
İşte o anda bir karar vermek zorundasınızdır. Eğer kökten çözümlere sırtınızı çeviriyorsanız, ya tası tarağı toplayıp memleketi terk edeceksiniz ya da onların hukuk düzenine ayak uyduracaksınız. Elinizdeki normlar hiyerarşisi üçgeni ile Anayasa ve temel kanunlar kitabınızı bir köşeye kaldırıp hiç olmamışlar gibi davranacaksınız.
Çünkü onların hukuk düzeni “TANIDIK HUKUKU”dur. Tanıdık hukuku devlet mekanizması ile olan işlemlerinizi inanamayacağınız derecede kolaylaştıracak, kapısından geçemeyeceğiniz memurların odasında bacak bacak üstüne atıp çay-kahve içmenizi sağlayacak bir hukuk dalıdır. Kökleri eskilere dayansa da ülkemizde bugünü ve görünen o ki geleceği en parlak olan tek ve yegane hukuk dalı da ''tanıdık hukuku''dur.
Ben kendi alanım olması sebebiyle yalnızca “tanıdık hukukunu” anlatabilirim. Ancak herkes kendi yaptığı işe bu durumu uyarlayarak örneğin “tanıdık maliyesi”, “tanıdık akademisi” gibi kavramları kullanıma sokabilir.
“Tanıdık hukuku”nda yapmanız gereken tek şey her kademede güçlü veya güçsüz tanışlar bulmaktır. Kimseyi küçümsememek gerekir, bir mübaşir tanımak, hayatta size 5-6 saat kazandırabilir. Yargıtay’da tanıdık varsa dosyanızın lehinize bozulma ihtimali, savcılıkta tanıdık varsa çabucak tahliye olma ihtimali, mahkeme kaleminde tanıdık varsa normal şartlar altında yapamayacağınız sorguları yaptırma ihtimali, icra müdürlüğünde tanıdık varsa icra memurunun masasına oturup onun sistemini bizzat oymuşçasına kullanarak sonsuz bir özgüven ile işlem yapma ihtimali belirecek/kuvvetlenecektir.
Artık oturup senelerce dirsek çürütmenin, duruşmalarda “boş boş” konuşmanın, savcı kapılarında sürünmenin, bir ödeme emrinin tebliği için icra memuruna şirinleşmenin gereği kalmamıştır. Enerjiyi doğru yere harcamak ve tanıdık hukukunun ruhunu kavramak tüm sorunlarınızın çözüm anahtarıdır.
ÇEVİRİ | Hollanda’da saatlik asgari ücret mücadelesi: 14 İçin
Kampanya Hollanda’da artmakta olan eşitsizliğe de dikkat çekiyor ve zenginliğin daha adil dağılımını talep ediyor. Bu elzem çünkü en zengin yüzde 10, bütün zenginliğin üçte ikisine sahip durumda. Bu eşitsizlik ayrıca birkaç CEO’nun sadece birkaç günlük kazancının asgari ücretlinin bir senelik kazancına eşit olmasından da gözlemlenebiliyor.
02-01-2021 01:33

Pankart: Zenginler daha çok zengin oluyor, refahın daha eşit dağılması gerekiyor.
FNV [Hollanda İşçi Sendikaları Federasyonu] 14 Nisan 2019’da “14 İçin” (“Voor 14”) kampanyasını başlattı. Kampanyanın amacı [saatlik] asgari ücretin 14 euro olması. Daha yüksek bir asgari ücret, emekli maaşı gibi birçok kazancın da artmasını sağlayacak. Daha yüksek bir asgari ücret ayrıca hali hazırda 14 euro civarında kazanan insanlar için de daha iyi bir pazarlık payı sunacak. Dolayısıyla bu kampanya, maaşlı bir işi olsun olmasın, bütün çalışan sınıfının menfaatini barındırıyor.
SERMAYENİN HÜKMÜ
Kampanya Hollanda’da artmakta olan eşitsizliğe de dikkat çekiyor ve zenginliğin daha adil dağılımını talep ediyor. Bu elzem çünkü en zengin yüzde 10, bütün zenginliğin üçte ikisine sahip durumda. Bu eşitsizlik ayrıca birkaç CEO’nun sadece birkaç günlük kazancının asgari ücretlinin bir senelik kazancına eşit olmasından da gözlemlenebiliyor.
Koronavirüs ve ekonomik krizle birlikte son yıllarda devasa kârlar kazanmış en büyük firmaların, hükümetten de ilk destek görenler olduğunu görüyoruz. En kötüsü ise hükümetin onlara kulak vermesi ve vergi ödeyen milyonlarca insanın parasıyla onlara destek vermesi!
FNV’nin haklı biçimde söylediği gibi: Hollanda’da büyük sermaye hüküm sürüyor. Muhtelif birçok siyasi parti sadece o sermayenin menfaatlerine kulak veriyor. Sermaye aynı zamanda şu bilindik argümanı beraberinde getiriyor: Yüksek maaşlar iş kayıplarına yol açar. Sermayedarların daha yüksek bir asgari ücret istememesi doğal çünkü daha yüksek maaş, daha az kâr demektir ve sermayenin tek amacı olabildiğince çok kâr etmektir.
Hollanda işçi sınıfının durumu onlarca yıldır kötüye gidiyor ve FNV’nin müzakere kültürünün de bunda payı oldu. Güncel olarak sendika [FNV] muntazaman işçi sınıfının menfaatlerini savunan savaşımcı bir organizasyon değil, daha ziyade önderliğinin sıklıkla sermayeye tavizler verdiği bir sendika. Bu durum, işçi sınıfından birçok insanın ve özellikle gençlerin sendikayı yararlı bulmamasına katkıda bulunuyor. “14 İçin” kampanyası ve FNV’nin birçok başka (grev) eylemi sendikanın hala mücadeleci olabileceğini gösteriyor. Biz komünistlerin içtenlikle takdir ettiği bir husus. Sadece mücadeleci bir işçi sınıfı eşitsizliğe ve gittikçe kötüleşen durumuna karşı koyabilir.
IRKÇILIĞA VE CİNSİYETÇİLİĞE KARŞI MÜCADELE
Ayrıca kampanyanın kadın mücadelesine desteği ve ırkçılık karşıtı mücadele vurgusunu da takdir ediyoruz. İşçi sınıfının ortak çıkarları olduğunu; cinsiyetçilik ve ırkçılığın ise bu ortak işçi sınıfı çıkarlarına zarar verdiğini anlaması önemli. İlginçtir ki kampanya Güney Rotterdam’ın Arikaanderwijk [mahallesinde] başlangıç aldı. Batılı olmayan birçok göçmenin yaşadığı ve hala yaşamakta olduğu, fakir bir mahalle. Ayrıca 1972’de Hollanda’nın ırsi birçok kargaşasının baş verdiği mahalle. Sebebi, emekli bir Türkiyelinin, Türk göçmen işçileri yerleştirmek için Hollandalı bir kadın kiracısını evden çıkarmasıydı. Temel problem aslında bütün işçi sınıfı için ödeyebilecekleri fiyatta yeterince konut olmamasıydı. Hollandalı işçiler çoğunlukla Türkiyeli işçilere karşı mücadele ettiler ve bu nedenle sınıfın asıl düşmanına karşı mücadele verilmedi. Ödeyebilecekleri fiyatta konut ihtiyaçlarını sağlamanın onun için yeterince kârlı olmadığı, sınıfın asıl düşmanı…
Afrikaanderwijk [mahallesinde] birçok sokak ismi Güney Afrika’daki aparthayd (ırk ayrımı) kurucularına ve uygulayıcılarına atfedilmiş durumda. Hal böyleyken, suçları, kahramanlıkmış gibi yüceltilmiş oluyor. Irkçılığı anlamak ve ona karşı mücadele etmek ise, sınıf mücadelesinin işçi sınıfı adına kazanılması için elzem. Zwarte Piet'in ırkçılık olduğunu açıkça söyleyen Voor 14 aktivistlerini ihraç etmesi, FNV önderliğinin henüz ırkçılıkla tutarlı olarak mücadele etmediğini gösteriyor.
Çevirmenin Notu: “Voor14” kampanyasının Rotterdam kolu bu sene Zwarte Piet’i resmi olarak protesto etmiştir ancak sendikanın geneli sessizliğini korumaktadır.
MÜCADELECİ BİR İŞÇİ SINIFI İÇİN
Hollanda kapitalist olduğu sürece, parlementodaki partiler -sol ya da sağ farketmez- sermayeye hizmet edeceklerdir. Marx’ın da belirttiği gibi, işçi sınıfı her dört senede bir ancak kendilerine kimin zulmedeceğini seçebilmektedir. Çünkü üretim araçlarının özel mülkiyeti anayasa tarafından korunmaktadır. Ofisleri, hammaddeyi, fabrikaları ve makinaları (üretim araçlarını) ellerinde tutarak sermayedarlar diğer insanları çalıştırabilmekte ve işçilerin ürettiği her şeye el koyabilmektedirler. Maaşlar, elde edilen kârın sadece küçük bir kırıntısıdır. İşçi sınıfının sorunlarını çözmek için bu temel anlayış gerekmektedir. Bu nedenledir ki siyasi partilere odaklanılması kampanyanın büyük bir problemi halindedir. Özellikle politik spektrumun sol tarafındaki partiler “14 İçin” kampanyasına sempati ile bakmaktadır ancak bu eğer bir koalisyon hükümeti içerisine olma fırsatı verilse yapabilecekleri konusunda hiçbir şey ifade etmemektedir.
Partilerin çoğunluğunun asgari ücret zamını seçim programlarına eklemeleri, böylece ümit ederek sonraki bir hükümetin gerçekten de asgari ücrete zam yapması, durulması gereken nokta olmamalıdır. Hayır, asıl nokta işçi sınıfının öyle güçlü olmasıdır ki, öyle çok mücadele vermesi ve öyle çok patronu [saatlik] 14 euro vermeye zorlamasıdır ki yeni hükümetin asgari ücreti artırmak dışında başka hiçbir seçeneği olmasın.
FNV ayrıca [Hristiyan demokratik parti] CDA ve [sosyal liberal parti] D66’ya da gitti ve diğer partilere onların da çoğunluk destekçilerinin daha yüksek bir asgari ücretten yana olduğunu göstermek istedi. Kulağa şaşırtıcı geliyor ama bu aslında çok doğal. Bütün Hollandalı işçi sınıfı ortak çıkarlara sahip ve farklı siyasi partiler sadece işçi sınıfının bir seçim şansı varmış gibi gösteren ilüzyonu yaratıyor. Eğer sendika siyasi sahneden inmeye cesaret eder, gerçekten savaşır ve bir güç oluşturursa, o zaman tam olarak bu -siyasi eğilim ne olursa olsun bir işçi olarak aynı menfaatlere sahip olunduğu- sendika hareketinin zaferlerinin sarsılmaz temeli olacaktır.
Gittikçe daha fazla organizasyon “14 İçin” kampanyasına destek veriyor ve birçok sokak eylemi gerçekleşiyor. Bir tebeşir eylemi, [Süpermarket zinciri Albert Heijn] AH bir fotoğrafı 14 euroluk asgari ücret talebini silecek şekilde montajladıktan sonra viral oldu. Bu, çalışanlarına çok değer verdiğini iddia eden, ama hala daha yüksek ücret ödemeyen, süpermarket patronlarının riyakarlığını gösteriyor. Bir kez daha bize, işçilerin çıkarları için organize olmasının önemini ve sermayedarların kendiliğinden daha iyi olacaklarının umulmaması gerektiğini gösteriyor. FNV’nin sürekli tekrar eden ve ahlak dersi veren üslubu işçilerin bir mücadele ortaya koyması gerektiğini açıkça ifade edemiyor. Kampanyanın gelecek periyodu için bu büyük bir engel teşkil ediyor, çünkü desteğini ifade etmek ve online kampanya imzalamak elbette yeterli değil.
Mücadele tek yoldur ve mücadele sonuç verir. Bu nedenle CJB 14 euro asgari ücret talebine destek veriyor ve bunu hayata geçirmek için mücadele veriyor.
Hollanda Komünist Gençlik Hareketi CJB’nin resmi sitesi vorwaarts.net’teki 9 Haziran 2020 tarihli yazısından çevrilmiştir.
Çevirmenin Notu: Türkiye İşçi Partisi Hollanda birimi de Temmuz 2020’den beri “14 İçin” hareketine Rotterdam kolunda aktif ve fiziki olarak destek vermektedir.
ÇEVİRİ | REM uykusu yeme davranışlarını etkiliyor
Biz uyuruz ve beynimiz yoğun bir şekilde çalışır: REM uykusunun belirgin olarak yeme davranışlarımızla bir ilgisi olduğu, fareler üzerinde yapılan çalışmaların sonuçlarıyla daha açık hale geliyor. Bu uyku evresinde besin alımını kalıcı olarak etkileyen sinir hücreleri aktif hale gelir. Bu işlev yapay olarak bastırıldığında, kemirgenlerin iştahına zarar verir. Araştırmacılar kesin bağlantıların henüz kanıtlanmak zorunda olduğunu, ancak bu keşfin yeme bozuklukları ve bağımlılık davranışları araştırmalarında önemli olabileceğini söylüyorlar.
28-12-2020 08:58

Çeviri: Umut Döner
Uyku olmadan olmaz, ancak uykunun hangi işlevleri ve önemi olduğu hala tam olarak anlaşılabilmiş değildir. Uyurken çeşitli yollarla dinlenme hissine katkıda bulunan farklı evrelerden geçeriz. Diğer evrelerin yanında, araştırmanın odağında, gözler kapalı biçimde yapılan hızlı göz hareketleri ile karakterize edilen uyku evresi duruyor. Bu REM (Rapid-Eye-Movement) adı verilen uyku evresi insanların uyku süresinin yüzde 25’ine tekabül ediyor. REM uykusu farelerde görüldüğü gibi hayvanlar için de geçerli olan bir uyku unsurudur. Bu uyku sadece hareketli rüyalarla bağlantılı değildir, aynı zamanda duyguların düzenlenmesi ve farklı bilişsel kabiliyetlerle de alakalıdır.
ARAŞTIRMACILARIN HEDEFİNDE ÖZEL BİR UYKU EVRESİ
Araştırmalardan bilindiği üzere REM uykusu sırasında farklı beyin bölgeleri yoğun şekilde çalışır. Bu elektriksel aktivitenin neye yaradığı şimdiye kadar geniş ölçüde belirsiz kalmıştır. Bern Üniversitesi’nden Lukas Oesch önderliğindeki araştırmacıların ortaya koyduğu gibi, lateral Hipotalamusun(1) da REM uykusunda artan aktiviteye sahip olduğu görüldü. Burada söz konusu olan tüm memeli hayvanların ara beyinlerinde mevcut olan bir yapıdır. Bu bölgedeki beyin hücrelerinin, insanlar uyanıkken iştahın düzenlenmesi ve besin alımında rol oynadığı, ayrıca motivasyonda ve bağımlılık davranışlarında önem sahibi olduğu bilinmektedir. Böylece beynin bu bölgesinin fonksiyonu ve REM uykusu arasında olası bir bağlantı belirmiştir. Araştırmacılar çalışmalarının çerçevesinde bu bağlantı izini fareler üzerindeki araştırmaları vasıtasıyla takip ettiler.
Bunun için deney hayvanlarının lateral hipotalamusundaki sinir hücrelerinin örnek aktivitelerini beyin çalışmalarının modern metotlarıyla saptadılar. Böylece öncelikle hayvanların, REM uykuları ile uyanık oldukları sıradaki yeme alışkanlıkları arasındaki olası bağlantıyı temellendirebildiler: Uyanıklık esnasında besin alımı için sinyal veren nöronların belirli aktivite kalıplarını keşfettiler. Bunlar aynı zamanda REM uykusu esnasında da sahneye çıkan nöronlardı.
MANİPÜLASYON İŞTAHSIZ HALE GETİRİYOR
Araştırmacılar, sonradan belirebilecek olası etkileri araştırabilmek için optogenetik(2) yöntemini kullandılar. Optogenetik, belirli fare genlerinde sinir hücrelerinin aktivitelerini, ışık atımları ile etkilemeyi mümkün kılar. Araştırmacılar denemelerinde, lateral hipotalamustaki daha önceden gözlemlenmiş sinir hücrelerinin nöronsal faaliyetlerini REM uykusunda kasıtlı olarak ekarte ettiler. Bir başka deyişle, fareler doğal uykularında REM uykusunun bu yönünden yoksun kaldılar. Ardından araştırmacılar bu manipülasyonun deney hayvanlarının davranışlarına ne ölçüde etki ettiğini analiz ettiler.
Araştırmacıların bildirdiği gibi, sinyallerin ekarte edilmesi, uyanık haldeki farelerin yeme aktivitesi kalıplarının değişmesine ve daha az besin almalarına yol açtı. Lukas Oesch, “lateral hipotalamustaki müdahalemizin uzun süreli etkisi ve gücünün yanında farelerin davranışlarını bu kadar etkilemesi bizi şaşırttı. Aktivite kalıplarının değişimi henüz dört gün sonra saptanabilir vaziyettteydi” diyor. Araştırmacılar ise, “Bu araştırmalar böylece, rem uykusunda besin alımının hipotalamik tasvirinin stabilize edildiğini ve öte yandan gelecekteki yeme davranışlarının etkilendiğini göstermektedir” diye yazıyorlar.
Bu sonuçlar doğrudan bir sürece veya doğrudan iştahı etkileme imkanına çevrilememektedir. Ancak araştırmacılar köklü bir potansiyel ortaya çıktığını söylüyor: REM uykusunda hücrelerin aktivitesi ve yeme davranışı arasında keşfedilen ilişki, yeme bozuklukluklarına yönelik yeni terapi yaklaşımlarında işe yarayabilir. Ek olarak bağımlılık davranışları ve motivasyon araştırmalarında da önem sahibi olabilir. “Ancak bu tam sinir devrelerine, uyku evresine ve hala incelenmesi gereken diğer faktörlere bağlıdır” diyor çalışmanın kıdemli yazarı, Bern Üniversitesi’nden Antonie Adamantidis.
(1)Çevirenin Notu: Beyinde yeme düzenlemesi ile ilgili olan bölge.
(2) Çevirenin Notu: Bu yöntemde genleriyle oynanmış hücrelerin davranışları ışık ile kontrol edilmektedir.
Kaynak Site: wissenschaft.de
Link: https://www.wissenschaft.de/gesellschaft-psychologie/rem-schlaf-praegt-essverhalten/
ÇEVİRİ | Büyük teknoloji, akademi, parlamenter yapı ve Tekno-Feodalizm
"Siyaseten karar verilen finansman önceliği, ders programları ve eğitim düzenlemeleri hep büyük teknolojinin çıkarlarına hizmet ediyor."
22-12-2020 01:33

Yazar: Jeremy Pitt
Çeviren: Kemal Alper Önsü
Amerika Birleşik Devletleri’nde, sonuna “Kongre” de eklenerek kullanılan Askeri Endüstriyel kompleksi; askeriye, savunma sanayicileri ve politik kurumlar arasında, çok irdelenmeyen, konuşulmayan, gayri resmi üç yönlü bir menfaat anlaşmasıdır. Bir tarafın silahları ve donanımı ürettiği, bir tarafın tedariki üzerinden ticaret yaptığı, son tarafın ise devlet onayını almak için lobicilik faaliyetleri yürüttüğü bu yapılanmadan tüm katılımcıları faydalanmaktadır.
Bu yapı; silahlı kuvvetler, endüstriyel yapılanmalar ve katılımcı politik kurumlar arasındaki iletişim ağı olarak tanımlansa da, devletin yasama ve yürütme kurumlarıyla çıkar grupları arasındaki finansal ve siyasi (politika üretimi ve uygulanması) karşılıklı çıkar ilişkisinin anlaşılabilmesi için Demir Üçgen teriminin kullanılması daha yerinde olacaktır. Çıkar gruplarının desteğiyle seçim gücü alan yasama kanadı, bu gücünü kullanarak yürütme kanadından ve bürokrasiden (vekiller veya Savunma Bakanlığı) siyasi onay ve kaynak alarak bahsedilen çıkar gruplarına minimal denetim ve gözlem altında devlet kaynaklarını ulaştırmakta, bu kaynaklar ise bir sonraki seçimlerde lobicilik faaliyetlerine aktarılarak döngü tamamlanmaktadır.
Bir başka demir üçgen örneği havaalanlarında ücretsiz oturma yerlerinin kıtlığından ve zorunlu tüketimin tuzaklı satışından doğan yılgınlıkta gözlemlenebilir. Genel olarak çoğunluğun çalıştıkları firmalar sayesinde “üye” olarak girebildikleri üyelere-özel salonların görece sükunetinden çok daha rahatsız bir deneyim. Şirketler politikacılara lobi yapar, politikacılar uçak yakıtlarının vergilerini düşürür, havayolları da şirket adına yolculuk yapanlara imkanlar sağlar.
Bu demir üçgenler çoğu sektörde görülmektedir, özellikle muz cumhuriyetlerinin temel özelliklerindendir. Bu terim; sınırlı sayıda ihracata dayanan dengesiz ekonomiye sahip, seçimleri hileli, yozlaşmış ve kendine çalışan siyasi elitlerin kontrolündeki ulus devletlerini, örnek olarak dönemin Honduras, Guatemala ve diğer orta Amerika cumhuriyetleri, tanımlamak için kullanılmıştır. Ancak bu terim günümüzde, neo-kolonicilik üzerinden kendini sömürerek istikrarsızlaştırılmış ekonomiye, şaibeli seçimlere, yozlaşmış ve kendine çalışan siyasi elitlere sahip, Birleşik Krallık gibi, ulus devletleri için de kullanılmaktadır. Günümüzün muz cumhuriyetlerini tanımlamak için kullanılan bir diğer terim ise “dönen kapıdır”, demir üçgende yerini almış yasamadan sorumlu kişilerin bir süre sonra demir üçgenin farklı köşesinde yer alan çıkar gruplarında yönetici konumlara almaları anlamına gelmektedir.
Tekno-feodalizmde, dijital dünyada neyin para kazanacağına ve neye izin verileceğine karşılıklı rıza değil, asimetrik bir güç karar verir.
Tüm bunların doğal sonuçlarından biri oligarşidir, kararlar halka hizmet etmesi gereken bakanlıklarca, ulusal çıkarlar için değil, yönetici bir hizibin çıkarları doğrultusunda verilir.
Kesinlikle hiçbir ilgisi olmasa da İngiliz politikacı "Sör" Nick Clegg örneği durumunun değerlendirilmesi öğretici olacaktır. Nick Clegg, 2007–2015 yıllarında Birleşik Krallık Liberal Partisi liderliği ve 2010–2015 David Cameron'ın koalisyon hükümeti Başbakan Yardımcılığı görevlerini üstlendi (Yanlış yönlendirilen ve yönetilen umutsuz AB referandumunu kaybı dolayısıyla kurban edilerek Sheffield Hallam parlamento koltuğunu kaybetmeden, yani 2015 Genel Seçimlerinde Cameron tarafından kandırılmadan önce).
Clegg'in siyasi "başarıları" arasında, İngiliz siyasetinde dengeleyici bir güç olan Liberal Parti'nin marjinalleştirilmesine, anlamlı bir seçim reformu olasılığının bir nesil daha ortadan kaldırılmasına ve sözleşmeli çalışmayı (Krediyi veren lehine asimetrik olarak ön yargılı olan, kırılamaz veya telafi edilemez bir sözleşmeyle sisteme bağlı çalışan kişiler) arattırmayan öğrenci kredisi sistemindeki ufak değişikliklere işaret edilebilir.
Bu derece başarılı bir geçmişle, kazançlı bir işe girmenin nispeten zor olabileceği düşünülebilir. Ancak, Ekim 2018'de Clegg, Facebook için lobicilik ve halkla ilişkiler sorumluğuyla küresel ilişkiler ve iletişim departmanına başkan yardımcısı atandı.
Üst düzey politikacı olmayla, sosyal medya şirketinde başkan yardımcısı olmanın nasıl bir döner kapıyla birbirine bağlı olduğuna dair kesin bir önerme olmasa da bu durum demir üçgen çerçevesinde sosyal medyanın ve büyük teknoloji şirketlerinin rolünün ne olduğunu ve neye benzediğini merak ettiriyor.
Bir açıklama bu demir üçgenin büyük teknoloji-akademi-parlamento yapılanmalarıyla oluşturulduğudur. Akademi mezunlar üretir; mezunlar büyük teknoloji şirketleri tarafından istihdam edilir; büyük teknoloji şirketleri politikacılara lobi yapar ve politikacılar akademiye yapılacak harcamalar için siyasi onay verir. Veya büyük teknoloji şirketleri akademi için doğrudan finansal destek sağlar; akademisyenler politikacılara bilimsel tavsiyeler verir, politikacılar bu tavsiyeler çerçevesinde, büyük teknoloji şirketlerinin düzenlemelerini kanıta-dayalı formüle ederek politika oluşturur. Hepsi çok rahat ve hatta yapıcı potansiyele sahip: Ne ters gidebilir ki?
İki yönlü akışların her birine bakarsak, aslında oldukça fazla şey ters gidebileceği görülebilir. Mezunlardan başlarsak, üniversitelerin bazı derslerinin içerik olarak sıkıştırıldığı, mesleki etik konularının bir kenara atıldığı, ve tasarım, yaratıcılık, sorgulama özgürlüğü, ifade özgürlüğü ve yaratıcı düşüncenin tamamen bastırıldığı açıkça görülebilir. Bu durumu George Carlin tarafından “Hükümetler, iyi bilgilendirilmiş, iyi eğitimli eleştirel düşünme yeteneğine sahip kişiler istemiyorlar. İtaatkâr işçiler, makineleri çalıştıracak ve evrak işlerini yapacak kadar akıllı insanlar istiyorlar. Ve buna pasif bir kabullenişle yaklaşacak kadar ahmak.” ifade edilmiştir. Büyük teknoloji şirketlerinin de çalışanlarından benzer şeyleri istedikleri bazen hissediliyor: Makineyi çalıştıracak kadar zeki, ancak zor sorular (örneğin, sürveyans kapitalizmi, yapay zekanın ihlali, dijital bağımlılık vb.) soracak kadar eğitilmemiş (ama kesinlikle yeterli maaşı alan) insanlar.
İkincisi, bazı büyük teknoloji şirketleri seçili bilgileri yayarak (bilgi toplama) veya yayılmasına izin vererek toplumun siyasi karar mekanizmasını çarpıtmaktadır. Cambridge Analytica’nın Birleşik Krallık AB referandumuna müdahalesindeki rolü özenle belgelenmiştir. Bununla birlikte COVID-19 salgını da düşünülürse, yanlış bilgilendirmenin kontrolü aynı derecede endişe vericidir.
Bilimin hastalığa karşı aşı arayışı aynı zamanda, bilimsellikten uzak bir "aşı karşıtı" azınlığın ödün vermeyen yüksek sesi ile mücadele etmek zorunda kalıyorsa, burada halk sağlığına somut bir risk söz konusudur. Bu durum herhangi bir aşılama programına katılımı düşürerek etkisizleşmesine yol açabilir (Bu durumun kötüleşmesinde, ulusal siyasete yabancı müdahale potansiyeli endişesinin ve/veya toplumu yanlış bilgilendirmek amacıyla çalışan paralı trol ordularının rolü yadsınamaz).
Üçüncüsü, finansman sağlanmasındaki siyasi onay süreçleri büyük teknoloji yapılanmalarına fayda sağlama eğilimindedir. Birleşik Krallık'ta bunun iki örneği; Doktora Eğitim Konsorsiyumu'nun (DTC) oluşturulmasında ve yapılan araştırmalarının etkisinde görülebilir. DTC'lerin amacı kohort düzeyinde eğitim programları sağlamaktır, ancak dört yıllık katı bir zaman çizelgesi olması ve pratik eğitime vurgusu; çeşitliliğin azalması, uyumlu olunmaya teşvik ve araştırma temelli eğitimden uzaklaşma (örneğin, garip soruların sorulması) risklerini taşmaktadır. Ayrıca, süpervizörün en baştan itibaren öğrenciye araştırılacak soruları vermek zorunda olduğu dört yıllık bir program, sadece öğrenilen alanın tanımlı olduğu, öğrencilerin sorular sorarak araştırmasına (bazen başarısız da olarak) dayalı bir eğitimden olandan farklıdır. Hibe önerilerinin ve araştırma sonuçlarının sadece ekonomik temelde değerlendirilmesi kısa vadeli çıktılar için özgür düşünmeyi bastırır. Derin öğrenmenin (deep learning) ve diğer algoritma çalışmalarının çoğunun, 1980'lerde başlatılan yapay sinir ağları üzerindeki araştırmalara başladığı söylenebilir (Sadece algoritmaların yeterlilik sağlaması için; hesaplama, ağ oluşturma ve ekipmanların geliştirilerek; yeterli seviyede veri, iletişim ve işlem gücüne ulaşmasını 30-40 yıl kadar beklemek zorunda kaldılar: kuşkusuz güçlü ekonomik teşvik de buna yardımcı oldu).
Politikacılar büyük teknoloji geliştirilmesi için yeni alanları ve süreçleri finanse ettiğinden, randevuların ve promosyonların doğrudan finansmanla ilişkili olduğu akademik dünyada büyük teknoloji şirketleri kime fon aktaracaklarında seçici olabilecektir.
Finansman ön yargısı gerçeğini görmezden gelme pahasına bu durumun gerçekleştiğine dair bir önerge ortaya atılmamıştır, ancak gerçekleştiği varsayılırsa, seçilenler kanıta dayalı politikaların temelini oluşturan bilimsel tavsiyeleri tarafsız olarak sunmayabilirler.
Siyaseten karar verilen finansman önceliği, ders programları ve eğitim düzenlemeleri hep büyük teknolojinin çıkarlarına hizmet ediyor.
Son olarak, finansman programlarını onaylayan siyasi yapı, sadece büyük teknoloji firmalarının aradığı türden mezunlar üreten eğitim programları oluşturulmasına değil, aynı zamanda aynı firmaların tercih edeceği düzenlemelere de odaklanmaktadır. Bu durum özellikle vergilendirme açısından böyledir. Deneysel olarak kanıtlaması zor ama bir iddia olarak ortaya şunu atabilirim; 18 yaşında birini alıp dört yıl boyunca bir kanepede oturtsak, sonrasında hiçbir büyük teknoloji şirketi ona altı haneli maaş teklif etmez. Ancak, eşdeğeri bir genci alıp dört yıl bir üniversitede oturtsak büyük teknoloji şirketlerinden birinin ona altı haneli maaş teklif etmesi mümkündür. Bu denklemde değeri kimin kattığı bellidir (çalışkan öğrenci ve üniversite), bu değer için kimin para ödediği de bilinmektedir (yüksek ihtimalle bir borç batağıyla mezun olan öğrenci), ancak bu durumdan kazanç sağlayanların büyük teknoloji şirketi sahipleri olduğu da eşit derecede ortadadır. Eğer öğrenci kredisi olmazsa olmaz deniyorsa, "daha adil" bir çözüm bulunabilir: Birincisi, her mezunun kademeli olarak ödeyeceği bir lisans vergisi (bu sayede eğitim alan herkes imkanlarına oranla ödeme yaparak, zengin ebeveynlere veya kurumsal “altın tokalaşmalara” ihtiyaç duymadan eğitim alabilir); ve ikinci olarak etkili bir kurumlar vergisi sayesinde menfaat sahibi kurumlar bu kazançlarına oranla toplum ve kamu yararına katkıda bulunabilir.
Yönetimin, düzenlemenin ve vergilendirmenin zayıflaması durumunda, yönetilmesi, düzenlenmesi ve vergilenmesi gereken özel çıkar gruplarının aşırı güçlenmesi sorunu ortaya çıkar, bu durum tekno-feodalizmin tanımıdır.
Feodalizm, hükümdarların bahşettikleri toprak karşılığında aristokrasiden askerlik hizmeti (finansman veya askerlik) talep ettiği Orta Çağ Avrupa'sına egemen sosyopolitik sistemdir. Köylü sınıfı ise, bağlı bulundukları aristokratın topraklarında çalışmak ve verdikleri emeğin ürünlerinin (ve dolaylı olarak kendilerinin) mülkiyetinden vazgeçmek zorundaydı. Karşılığında aldıkları ise etrafta başıboş gezen haydutlara karşı sembolik korumaydı.
Benzer şekilde, tekno-feodalizm de büyük teknoloji şirketlerinin belirli bir işletme alanlarına (arama, e-ticaret, ulaşım vb.) egemen olduğu sosyopolitik ekonomik sistemdir. Seçilmiş hükümetler bu alanları; mali destek ve parlamento sonrası kariyer olanakları karşılığında bu şirketlere bırakmaktadır. Geri kalanımız, (veri üreten) köylü sınıfı, kullandığımız hizmetlere eşitsiz koşullar dahilinde katılmak zorundayız: hizmet karşılığında veri sağlıyoruz, ancak bu değiş tokuşun esas kazananı verileri toplayanlar yani platformların sahipleridir. Veri köylüleri için özel bir risk taşıyan nakitsiz toplum olgusu, nakit paranın hastalık taşıyıcısı olduğuna dair aldatıcı argümanlar üzerinden, özellikle COVID-19 sonrası hızlanarak, kullanıcıların hangi ürünleri alabileceği üzerinde merkezi kontrol sağlayan dijital para birimlerinin (örneğin fiat para birimi gibi) önünü açmaktadır.
COVID-19'un ardından, zayıf yönetimler, büyük teknoloji şirketlerinin mal varlıkları ve altyapıyı ele geçirmesine engel olamayabilir.
Daha önce yerel ekonomilerden servetin sömürülmesinin, teknolojik gelişim için neredeyse hiçbir vergi ödemeden altyapıların mülkiyetinin alınmasının ve üniversitelere kıyasla daha fazla araştırma olanağı bulundurmaları dolayısıyla yeni mezunların şirketlerinin güvenlik duvarlarının arkasında kaybolmasının tehlikelerinden bahsetmiştik. Cape Canaveral’da bulunan ve insanlığın teknolojik başarısının bir anıtı olan NASA Uzay Merkezini ziyaret etmek etkileyici bir ders niteliğinde. Uzay araştırmalarının sonucu olan Saturn V roketlerinin ne kadar büyük, Apollo komuta modüllerininse ne kadar küçük olduğunu öğreniyoruz; aynı araştırmaların gündelik yaşam kalitesini ve toplumsal refahı arttırmada rol oynayan ne çok yan ürünün gelişiminde rol oynadığını da.
Bununla birlikte, site çevresinde yapılacak bir gezi, gereken vergiyi ödemedikleri için kendi özel uzay araştırmalarını finanse etmeyi göze alabilen çeşitli şirketlerinin tabelalarıyla noktalanıyor. Bu manzara, kamu altyapısı üzerine kurulu bu özel sahalarda kamusal eğitim almış bireyler tarafından üretilen yan ürünlerin de özel mülkiyete ait olacağı gerçeğini ortaya çıkarıyor: işte bu tekno-feodalizmdir.
Orta Çağ Avrupa'sındaki vebaların ardından aristokrasinin hayatta kalanları, ölen komşularının malikanelerini devralmak için çok çaba sarf ederek merkezi düzenleme için çok güçlü ve "başarısız olmak için çok büyük" olan "büyük mülkleri" yarattı.
Büyük teknoloji şirketleri, COVID-19'un ardından; varlıkları, şirketleri ve altyapıyı ele geçirerek aynı sonuca ulaşabilir. Uluslararası tekno-feodalizmin yükselişine direnmek için daha güçlü yönetimlere, Elektrik ve Elektronik Mühendisleri Enstitüsü (IEEE) gibi profesyonel organizasyonlara ihtiyacımız var.
https://technologyandsociety.org/the-bigtech-academia-parliamentary-complex-and-techno-feudalism/