‘Ekim’in kitapları…

‘Ekim’in kitapları…

101.yılını kutladığımız büyük Ekim Sosyalist Devrimi, insanlık tarihinin en önemli olaylarından biri olmaya devam ediyor. Bu yazımızda, bu olayı ölümsüzleştiren 3 eseri tanıtmaya çalışacağız.

101.yılını kutladığımız büyük Ekim Sosyalist Devrimi, insanlık tarihinin en önemli olaylarından biri olmaya devam ediyor. Bu yazımızda, bu olayı ölümsüzleştiren 3 eseri tanıtmaya çalışacağız.

EKİM FIRTINASINDA GENÇ BİR AMERİKALI – ‘DÜNYAYI SARSAN ON GÜN’

John Reed, Oregonlu zengin bir ailenin çocuğudur ve çocukluğu uşakların arasında büyüyerek geçer. Harvard’a girer, bir konuşmacı ve yazar olarak yeteneklerini geliştirir. Sporcu, yakışıklı ve karizmatiktir; dolayısıyla “düzen içinde” kaldığı takdirde yükselemeyeceği yer yok gibidir. Ancak okul yıllarında tanıştığı sosyalist düşünce, onun gazetecilik kariyerine damgasını vurur. Polisin vahşetine tanık olduğu işçi grevlerinde, seyirci olmayı bırakarak bizzat bir destekçi ve katılımcı haline gelir. İşçi hareketine sağladığı destek, yaptığı konuşmalar, yazdığı yazılar, bizzat içine girdiği örgütlenme faaliyeti, onun defalarca tutuklanmasına sebep olur. Gazetecilik ve siyasi mücadeleyi birlikte sürdüren Reed, önce Meksika Devrimi’ne tanıklık eder. Devrimci lider Pancho Villa ile bizzat tanışan ve verilen kanlı muharebelere tanık olan Reed, buraya ilişkin gözlemlerini 1914’de yazdığı “İsyancı Meksika” kitabında toplar.

Ancak John Reed’i tarihe geçiren eser sonra gelecektir. Bir gazeteci ve sosyalist olarak gittiği Rusya’da önce Kornilov darbesine, sonra Kışlık Saray’ın Bolşeviklerle ele geçirilişine tanık olur. Burada da basit seyirci olarak kalmaz ve elde silah Kızıl Muhafızlar’a katılır. Devrimin liderleriyle, Lenin'le, Troçki ile, Zinovyev ve Radek ile tanışır. Günü gününe yaşadığı olayları 1919 yılında bir kitapta toplar: “Dünyayı Sarsan 10 Gün”. Bu kitap Ekim Devrimi’ni dünyaya tanıtacak, Reed’i de ölümsüzleştirecektir. Komintern’e ve Baku Doğu Halkları Kurultayı’na da katılan Reed, 1920’de Moskova’da tifüsten ölür. Devrimin liderleri ve kahramanlarıyla yan yana, törenle Kremlin duvarına gömülür. Mezarı da halen oradadır.

Dünyayı Sarsan 10 Gün”, bir devrimin, özellikle de sosyalist bir devrimin teorik formüller ve sosyolojik şemaların ötesinde, bizzat hayatın içinde nasıl gerçekleştiğini, insanların gerçek duygularını, kararlılıkları, tereddütleri, endişeleri ve coşkuları anlamak ve hissetmek için vazgeçilmez bir kitaptır. Bu gerçeklik hissi, kitapta, devrimin gerçekleştiği ve Petrograd Sovyeti’nin Bolşeviklerin Barış Kararnamesi’ni onayladığı anda zirveye çıkar:

“(…)Kararname oybirliğiyle kabul edildi. Birdenbire kendimizi ayakta bulduk. Hep bir ağızdan Enternasyonal’i söylemeye başladık. Saçları ağarmış yaşlı bir asker çocuk gibi ağlıyordu. Aleksandra Kollontay durmadan gözyaşlarını siliyordu. Bu büyük ses salonun içinden döndü dolaştı, pencereleri ve kapıları sarstı ve sessiz göğe yükseldi. Yanımda oturan genç bir işçi “Savaş bitti! Savaş bitti!” diye haykırdı. Gözleri parlıyordu…”

Kitabın unutulmaz, neredeyse siyasi literatürde klişeleşmiş sahnelerinden biri de Bolşeviklere muhalif bir aydın ile Bolşeviklere katılmış bir asker arasındaki tartışmadır. Asker cahildir; ama bildiği çok temel bir doğru vardır ve ondan vazgeçmeye niyeti yoktur: “İki sınıf var. Burjuvazi ve proletarya. Birinden değilsen öbüründen yanasın demektir.” Bu doğru; o askeri, karşısındaki “bilgili” muhaliften çok daha fazla aydın ve haklı kılmaya yetmektedir.

Dünyayı Sarsan On Gün” naklettiği olaylarla, insan tasvirleriyle, gerçek liderlere ilişkin bilgilerle 101yıl öncesinden bizlere ışık tutmaktadır ve tutmaya da devam edecektir.


KÜNYE: Dünyayı Sarsan On Gün, Jhon Reed, Çeviri: Rasih Güran, Yordam Kitap, 2015, 368 sayfa.

İÇ SAVAŞIN ALEVLERİ: ‘DURGUN DON’

İnsanlığa damgasını vuran tüm büyük dönüşümler ve sıçramalar, sanat alanında da başyapıtlara ilham kaynağı olur. Yaratılan eserler sadece içerik olarak doğru ve zengin olmakla kalmazlar; biçim olarak da büyük bir estetik başarının simgesi olurlar. Mihail Şolohov’un Ekim Devrimi ve iç savaşı anlatan eseri “Durgun Don” bu tür eserlerin başında gelir.

Mihail Şolohov, 1905’de Don bölgesinde doğdu. 13 yaşında iç savaşa Bolşevikleri’n safında katıldı. 17 yaşında yazmaya başladı ve duvarcılık, muhasebecilik gibi bir dizi meslekten sonra yazarlıkta karar kıldı. Birkaç kısa eserden sonra 1926’da edebiyata damgasını vuracak dev eserini, “Durgun Don”u, yazmaya başladı. Bu eserin yazılması tam 14 yıl sürdü. Bu eseriyle önce Stalin Ödülü’nü, 1965’te de Nobel Edebiyat Ödülü’nü aldı.

Durgun Don”, Don bölgesinde yaşayan Kazakların yaşamını devrim öncesinde, sonra da devrim ve iç savaş sürecinde anlatmaktadır. Kazaklar (Kazahistan’da yaşayan ve Müslüman-Türki bir halk olan “Kazah”larla karıştırılmamalı) 17. yüzyılda Rus derebeylerinin yönetiminden kaçarak kendilerine özgür ve savaşçı bir yaşam seçen Rus köylüleridir. Rusya’nın geniş ovalarında özgür ve başlarına buyruk yaşamakta, özgürlüklerini tehdit eden herkesle, Çar’ın askerleriyle, Polonyalılarla, Osmanlılarla sürekli savaşarak özgürlüklerini korumaktadır. Coğrafi komşuları olan Müslüman Tatarlarla ve Kafkasya’nın Müslüman halklarıyla sürekli bir dostluk-komşuluk ve düşmanlık-savaş halini aynı anda yaşamaktadır. 19. yüzyılda Rus Çarlığı, kurnazca bir kararla Kazaklara baskıya son verir ve bizdeki Hamidiye Alayları’na benzer bir “çözüm”e yönelerek onları Çarın ve devletin koruyucu gücü ilan eder. Yıllar boyu özgürlükleri için çarla savaşmış olan Kazaklar, artık çarın emrinde Rusya’daki özgürlük hareketini boğmak için kullanılan bir vurucu güç haline gelmiştir. Silah kuşanan her Kazak genci çara bağlılık yemini eder ve Kazaklar, özellikle 1905 Devrimi esnasında devrimci işçi hareketinin ezilmesinde önemli bir görev üstlenirler.

Durgun Don”un ana kahramanı, bir Kazak genci olan Gregor Melehov’dur.  Babaannesi, Osmanlı-Rus savaşlarının birinde köyünden kaçırılmış bir Türk kızı olduğu, kendisi de asık suratlı ve kara yağız bir genç olduğu için arkadaşları onunla ”Türk” diye alay ederler. Gregor, dürüst, yiğit, onurlu bir gençtir; ancak her Kazak gibi bireyci, başına buyruk, doğru bildiğini yapan ve duygularına göre hareket eden biridir. Ekim Devrimi’nin ve iç savaşın fırtınası Kazakları ciddi bir ikileme sokar. Bir yandan yoksul birer köylü olarak Bolşeviklerin barış ve toprak programı onlara cazip gelmekte, öte yandan da Hristiyanlığı ve Çara sadakati başa koyan gelenekleri, onları Bolşeviklerle karşı karşıya getirmektedir. Devrimci fikirler Kazaklar arasında yayılmaktadır; ancak “Tanrının ve Çar efendimizin düşmanı Kızıllar”a duyulan güvensizlik ve zengin Kazakların baskısı onları karşı devrimin saflarına itmektedir. Bu fırtına içinde sürüklenen, çocukluğunu birlikte geçirdiği arkadaşlarıyla karşı karşıya gelen ve olaylar karşısında duygusal tepki gösterip saf değiştiren Gregor’un öyküsü, aslında Kazak halkının dramının ve İç Savaş’ın dehşetinin hikâyesidir. Gittikçe sertleşen savaşın acımasızlığı, 3.ciltte Bolşevik komutan Stokman’ın şu sözlerinde ifadesini bulmaktadır: “Proletaryanın nice fedakarlıklarla bulunan ve yetiştirilen en seçkin evlatları, bugün cephede birer sinek gibi onar onar, yüzer yüzer ölmektedir. Bu savaşta kafamıza sokmamız gereken şudur: Ya onlar, ya biz!

Türkiye’de birçok roman okuru, kitap okurken “tasvirlerden hoşlanmadığını, uzun tasvirlere gelince onları sık sık atladığını” söylemeyi adet edinmiştir. “Durgun Don”u okurken yapılmaması gereken tam da budur. Kitaptaki doğa tasvirleri, kırlar, ormanlar, ağaçlar, rüzgar ve fırtına, yağmur ve kar, çiçekler ve kuşlar, ve hepsinin arka fonunda yer alan ölümsüz Don nehri, hiçbir renkli filmin ya da yağlı boya tablonun anlatamayacağı kadar canlı, güzel ve çarpıcı bir şekilde tasvir edilmektedir. Kitabı burjuva eleştirmenlerin dahi gözünde bir şaheser yapan ve ona Nobel kazandıran, içindeki etkili dramatik kurgu kadar bu olağanüstü doğa tasvirleridir.

Yazıldıktan 75 yıl sonra dahi güncelliğini yitirmeyen, sosyalist gerçekçi edebiyatın bu şaheserini okumamış olmak sadece her ilerici için değil, her edebiyat sever için dahi bir kayıptır. Bu kayıp mutlaka telafi edilmeli ve ettirilmelidir.

KÜNYE: Durgun Don, Mihail Şolohovi Çeviri: Mete Ergin - Gani Yeter, Yordam Kitap, 2018i 1696 sayfa.

EKİM FIRTINASINDA TÜRKİYE’Lİ KOMÜNİSTLER:

‘DÖNÜŞ BELGELERİ’

Türkiye Sosyal Tarih Araştırma Vakfı (TÜSTAV) 2004 yılında Türkiye Komünist Partisi’nin 1920-21 arası Merkez Komite tutanaklarını “Dönüş Belgeleri” adıyla yayınladı. Bu kitap, “Ekim Devrimi’nin Türkiye’ye yönelik yüzü” olarak algılanabilir; hatta algılanmalıdır. O devrim esnasında Rusya’da bulunup esir düşen, daha sonra da sosyalizmi benimseyerek Türkiye Komünist Partisi’ni kuran Mustafa Suphi’nin ve yoldaşlarının öyküsü, hem Ekim Devrimi tarihinin hem de Türkiye halkları tarihinin kesişme noktasıdır.

“Kitap 10 Eylül 1920 Bakü Kuruluş Kongresi ertesinde başlayıp, M. Suphi ve arkadaşlarının öldürülmesi ve yeni bir merkez komitesi oluşturulması ile sonra ermektedir. Ancak bu süre içinde (2 cilt tutan) belge ve tanıklıklar bizler için son derece öğretici niteliktedir. Kitap, bir yandan Rus devriminin önderleri ile -Mihail Pavloviç Weltmann, Stasova, Zinovyev ve Stalin’le- olan ilişkileri ve konuşmaları aktarmakta, öte yandan da Anadolu’daki Kurtuluş Savaşı ile ilgili önemli bilgiler sunmaktadır.

Kitapta komünistlerin Mustafa Kemal, Kazım Karabekir gibi liderlerle görüşme ve yazışmaları yer almakta, daha da önemlisi Anadolu’daki parti örgütlenmeleri hakkında bilgi verilmektedir. O dönem TKP’nin sahip olduğu avantajlar ve dezavantajlar, okuyucunun gözüne çarpmaktadır: Bir yandan Anadolu halkında ve Millet Meclisli’nde Bolşevizme ve Sovyet Devrimi’ne duyulan büyük ilgi ve sempati, öte yandan sağlam bir tarihsel sınıf geleneğinin olmaması dolayısıyla örgütsel yapının acemilikleri ve kadroların yalpalamaları dikkat çekmektedir. Ancak kitabın her satırı, Mustafa Suphi’lerin ölümüyle birlikte bu ülkenin neleri yitirdiğini bize hatırlatır niteliktedir. İşçiler ve köylülerin kurtuluşu için Mustafa Suphi önderliğinde oluşan o muazzam hareketlenme ve inisiyatif, şayet Anadolu Meclisi’ne girme ve yeni oluşan Cumhuriyet’in kurucu unsurlarından biri olabilmeyi başarsaydı, bu gelişme alçakça bir cinayetle durdurulmasaydı, çok daha mükemmel bir ülkede yaşayacağımız kesindi.

1920’de kurulan TKP, bir yönden Ekim Devrimi’nin Türkiye halkına bir armağanıydı; onun liderliğinin katledilmesi de ülkemizin geleceğinin çalınması oldu. Bunu bilincimizde diri tutmak ve o dönem Türkiye’sinin başka bir gözlükle, komünistlerin gözüyle görmek isteyen herkes için, “Dönüş Belgeleri” paha biçilmez bir kaynak olmaya devam ediyor.

   

    

KÜNYE: Dönüş Belgeleri 1, Kolektif, TÜSTAV, 2004, 352 sayfa.

KÜNYE: Dönüş Belgeleri 2, Kolektif, TÜSTAV, 2004, 196 sayfa.

DAHA FAZLA