Efsane TİP’li yıllar ve fırtınalı denizin kıyısında mücadele

Efsane TİP’li yıllar ve fırtınalı denizin kıyısında mücadele

Bu kitap bağımsızlık, demokrasi ve sosyalizm mücadelesinin ölümsüz kahramanı Behice Boran’a; mücadelenin dokusunu, ipek böceği sessizliği ve karınca kararlılığıyla ören Nihat Sargın’a; sosyalizmin ışığını bilge kişiliğinde yansıtan Sadun Aren’e ve TİP güzelliğini yaratan, yaşatan, katılan, TİP’e gönül vermiş herkese armağan edilmiştir…

Söyleş: Zilan Yıldırım

Siyasi tarihimizde çok önemli bir yer kaplayan I. ve II. TİP’te yöneticilik yapmış, Behice Boran ve Sadun Aren ile çalışmış değerli bir isim olan Şansal Dikmen ile mücadele yaşamı ve 2014 yılında Ayrıntı tarafından yayınlanan nehir-söyleşi tarzında yazılmış otobiyografik eseri Fırtınalı Denizin Kıyısında hakkında konuştuk.

Çevremde hep şunu duymuşumdur. Şu an Türkiye’de mevcut sol yapıların tamamı I. TİP’in ya geleneğinden gelir ya da eleştirisi olarak kendini vareder. TİP’e nasıl yaklaşırlarsa yaklaşsınlar onun varlığını yok sayarak Türkiye’de sosyalizm mücadelesinin tarihsel süreci hakkında yorum yapamazlar. Siz hem I. TİP hem de II. TİP’te yöneticilik yapmış, yıllarını bu mücadeleye vermiş bir isim olarak TİP’in bu konumu için ne söylersiniz? TİP ülke tarihimizde nasıl bir yer kapladı? Bu etkisinde şüphesiz isimlerine aşina olduğumuz yöneticilerinin etkisi büyük. Behice Boran, Sadun Aren, Mehmet Ali Aybar ile uzun yıllar çalışma yaptınız. Bu deneyimden biraz bahseder misiniz?

Soruyu cevaplamadan önce görmezden gelmek dediniz, üzerinde durmak istiyorum. Bir yazar var. İsmi Emre Kongar. Tarihimizle Yüzleşmek isimle bir kitap yazmış. Bu kitapta Talat Aydemir var, Deniz Gezmiş var, birçok konuyu anlatıyor ancak bu sırada Türkiye’de bir sınıf hareketi ve o sınıf hareketinin de bir partisi var. Türkiye İşçi Partisi yok Emre Kongar’ın kitabında. Behice Boran yok. Diğer birçok isimden çok Behice Boran üstünde duruyorum. Sebebi Kongar’ın kendisinin de sosyolog olması. Türkiye’nin ilk kadın sosyologu olarak Behice Boran’ı nasıl koymazsın? Bir sosyolog olarak Tarihimizle Yüzleşmek adında bir çalışma yapıyorsun ve Türkiyenin ilk kadın sosyologunu, ilk defa bir kadın sosyolog olarak birebir köyleri dolaşan bir araştırmacının  adını koymuyorsun. Behice Boransız Türkiye tarihiyle yüzleşmiş mi oluyorsun? Şimdi şuraya gelmeye çalışıyorum. Bunlar hep sınıf hareketini görmezden gelmektir. Sınıf hareketini ve TİP’i görmezlikten gelenler de oldu.

TİP’in kurulduğu dönemden de bahsetmek isterim. 27 Mayıs kimilerine göre darbe kimilerine göre ihtilaldir. Bütün askeri müdahaleler faşisttir anolojisini kurarak bakmıyorum ben 27 Mayıs’a. Ben bir Marksist olarak bakıyorum. Toplumsal ilerleme mi oldu, gerileme mi oldu, buna bakıyorum. O dönem iktidardaki DP’ye tüm muhalefeti yargılama yetkisi verildi, gazeteleri kapatma yetkisi verildi, çok yoğun sansür baskısı vardı, yargıtay da dahil bütün yargılar adalet bakanlığına bağlandı. Buna karşı direnç 28 Nisan’da benim de içinde bulunduğum demokrat öğrencilerin ayaklanmasıyla gerçekleşti ve asker de daha sonra buna katıldı. Darbeyi yapanların da düşünmedikleri bir şeydi. Çünkü o dönem dünyada da devrim rüzgarları esiyordu. Devrim rüzgarları 27 Mayıs 1960 ihtilalini yapanların iradesini de etkileyerek o esen rüzgarla 1961 anayasası yapıldı. En özgür anayasadır. Bu anayasayla sosyalist partilerin kurulmasına olanak tanındı. Bu olanakla birlikte 13 şubat 1961’de 11 sendikacı çok "ouvrierist" bir bakışla, bir ideolojik yönelim olmadan TİP’i kurdular. Sonra bu "ourvrierist" parti gelişemedi çünkü bilimsel sosyalizm olmazsa o yalnızca işçici bir parti olarak kalır. Sekiz saati, grev hakkını savunabilirdi ancak. O sendikacılar da bunun farkındaydı ve gidip Mehmet Ali Aybar’ı buldular. Bakın ilginç önsezilerdir bunlar. Stefan Sweig’in İnsanlığın Yıldızının Parladığı Anlar adında bir kitabını anımsatır bana.

Daha sonra Mehmet Ali Aybar da kabul ediyor tabi. Çünkü biliyor işçisiz de sosyalizm olmaz, sosyalizmsiz de işçi hareketi olmaz. Ve bu "ouvrierist" partiye et, can ve ruh vermek için doğru yoldan şaşmamış, sosyalist geçmişleri olan tüm arkadaşlarını topluyor. Melih Cevdet Anday’ın Yan Yana adında bir şiir kitabı vardır. Orada Mehmet Ali Aybar için bir şiir yazmıştır hatta. Demokrat Parti hükümetinde ilk yasaklanan kitaplardandır.

Tükiye İşçi Partisi hep diyoruz ya efsane parti.. TİP bir kar temizleme makinesi gibi oldu o dönem. Her türlü kahır onların üzerine yağdı. Fatsa’da Terzi Fikri olaylarını bilirsiniz. Ancak ondan önce TİP meclisteyken Aybar, Çetin Altan, Nihat Sargın ve on küsur milletvekiliyle Fatsa’ya geliyor ve faşistlerin saldırısına uğruyor mesela.

TİP’li isimlere de gelecek olursak Behice Boran ve Sadun Aren ile çalışmak çok büyük zevkti bizim için. 1968’de milletvekili seçimi yapıldı. Partideki ayrımlardan sonra Mehmet Ali Aybar yönetimden Behice Boran’ı ve Sadun Aren’i tasfiye etti. Ne aday gösterdi ne de yönetime aldı. Biz Giresun Teşkilatı olarak iki isime de ulaştık, bizim Giresun ilindeki çalışmalara, propagandalara katılın dedik ve farklı zamanlarda ikisi de çalışmalara katılmak için geldiler. İl başkanımız çalışmalar sırasında soruyordu "Hocam şu ilçede çalışma yapacağız, gelir misiniz?" Behice Boran şöyle dedi: "Sen il başkanısın, sorumlu sensin. Senin sözün geçer." İşte gerçek bir sosyalist gibi görev bilinciyle hareket ederdi. Köy köy gezdik. O kadar disiplinliydi ki.

Sadun Arenle ayrı bir deneyimdi örneğin. Kendisi ekonomistti ancak o kadar basitleştirerek anlatıyordu ki köylü anlıyordu anlattığı her şeyi. Hayran kalmıştık.

20’li yaşlarınızın başında TİP’te örgütlendiniz. O dönem sola, sosyalizme, emek mücadelesine dair hiç politik bir kıpırdanma yokken siyasetle aktif olarak ilgilenen bir aydın görevi üstlenerek bu yola girdiniz. İlk örgütlendiğiniz yıllar hakkında ne söyleyebilirsiniz? Sizi bu mücadeleye iten neydi? O dönem TİP, siz ve yaşıtlarınız için ne anlam ifade ediyordu?

1962’de TİP’e gittim birkaç arkadaşımla beraber. TİP’in o zaman Cağaloğlu’nda Vilayet’e çok yakın bir apartman dairesinin en üst katında genel merkezi vardı. Kocaman kıpkırmızı bir tabela: Türkiye İşçi Partisi yazıyordu.

Biz 28 Nisan’ın yaratıcısı öğrencilerdik. Demokrat Parti diktatoryasına ilk mücadeleyi başlatan hukuk fakültesinin 1 nolu amfisinden sokağa dökülen gençlerdik. O gün Demokrat Parti kurduğu Tahkikat Komisyonu’yla yargıya müdahale edebiliyordu. Yasama, yürütme ve yargıyı tümden eline almıştı artık. Hıfzı Veldet Velidedeoğlu Medeni Hukuk dersimize giriyordu. Hüseyin Nail Kubalı anayasa hukuku dersimize giriyordu. Onlar bu yetki kanunun ne anlama geldiğini, insan hak ve özgürlüğünün elden gittiğini biraz üstü kapalı biraz açık şekilde anlattılar ve Hıfzı Veldet Velidedeoğlu dedi ki: "Bugün ben ders vermicem çocuklar. Çünkü hukukun yok olduğu bir gündür bugün. Ben gidiyorum, eyvallah!" dedi ve kürsüyü terk etti. Kastro Nuri vardı. Kürsüye çıktı ve "Arkadaşlar diktatörlük ilan edilmiştir. Bu diktatörlüğe karşı üniversitenin önünde toplanıyoruz." dedi. Bir sınıf iki sınıf derken tüm okul meydana indik ve üniversitenin arkasındaki Kazancılar Yokuşu’nda bir polis jipi geldi ve kalabalık öğrencilerin arasına girdi.  Rektörümüz Sıddık Sami Onar’ın yakasından tutup yere çaldılar. Derken tüm kalabalık okulun meşhur kapısından Beyazıt Meydan’a taştık. Orada işte Turan Emeksiz öldürüldü.

İşte biz o günlerden sonra, ben üçüncü sınıftayken 1962 senesinde örgütlendim. O dönem artık hocalar da özgürce derslerini anlatabiliyorlardı. Hatta biz ilk defa o dönem Marksizm’i öğrendik kamu hukuku dersinde. İşçi grevleri başladı ve kendimizce yardım toplayıp destek verdik grevlere. Bizim hukuk fakültesinin kantini meşhurdur. Orada oturup arkadaşlarımızla sosyalizme, faşizme, siyasi gündemlere dair tartışıyorduk. Sonradan Yön dergisiyle tanıştık. Yön ne kadar TİP’e zarar verdiyse de öncesinde faydası da dokundu epey. Orada Sadun Aren’i okuduk, Nazım Hikmet’in şiirlerini okuduk. İşte o dönem arkadaşlarımız sosyal adaletten yanaysan TİP diye bir parti vardır dediler. Duyuyorduk da korkuyorduk. Sanki bir Sovyet konsolosluğuna girer gibi girdik binaya. Türkiye İşçi Partili olmak kolay değildi. Çünkü bir "moskov ajanlığı", casus gözüyle bakılıyordu. Biz onu da kırdık kendi içimizde. Oraya gittik. O merdivenlerden acaba polis var mıdır, bizi takip ediyorlar mıdır diye düşünerek korkuyla çıktık. Ve girdik, pos bıyıklı bir genel başkan vardı. Mehmet Ali Aybar. Bizimle çok güzel konuştu, tüm korkularımızı silip attı konuşmasıyla.

Derviş Aydın Akkoç’un yazdığı, söyleşi-otobiyografi tarzında yazılmış kıymetli bir eser olan Fırtınalı Denizin Kıyısında kitabı o dönemi anlamak için iyi bir kaynak. Hikayesini öğrenmek isterim. Fırtınalı Denizin Kıyısında ismi nerden geldi? Okuyucuya verdiği mesaj, kitapla edineceğimiz bilgi nedir?

Bu kitabın ismini ben düşünmedim. Ben anılarımı Derviş Akkoç’a anlattım, kendisi benim hafızamdan silindiğini düşündüğüm anılarımı bile bana hatırlattı sağ olsun. İsmi ben TİP ile alakalı bir şey olur diye düşünmüştüm ancak yayınevci İlbay Kahraman bunu görmüş, okumuş ve bizim yayınevinden yayınlansın demiş. Biz bir seri yapıyoruz, ilk kitabın adı Fırtınalı Denizin Yolcuları. Bu kitap özellikle Fatsa, Ünye yöresindeki fındık eylemlerini ve o dönem örgütlenmeleri anlatan bir kitap. Bu kitap ise yine Karadenizde -fırtınalı deniz Kardeniz oluyor- o dönemler bir TİP'linin ne yaptığını anlatacağı için Fırtınalı Denizin Kıyısında düşünüldü. TİP’in buralarda örgütlenmesi ya da fındık eylemleri gibi bölgenin önemli gündemleri de ele alınıyor kitapta. Kitap yayınlandıktan sonra gelen mesajlara bakıyorum; birçok kimse hayretler içinde kalmış. O dönem neler olmuş o bölgede hiç bilmiyorlarmış. Giresun ve özellikle Bulancak’ta neler olmuş, TİP o bölgede nasıl örgütlenmiş, fındık mitingleri nasıl gerçekleşmiş bilmiyorlarmış.

Eseri okurken aldığım notlardan biri örneğin taşrada örgütlenmek üzerine. Başta Giresun ve ilçesi Bulancak olmak üzere Karadeniz’in birçok ilinde örgütlenme çalışması yaptınız. Yeri geldi örgütü bu bölgede kurdunuz, yeri geldi sendikal örgütlenmeyi başlattınız, faşistlerin saldırılarını önlediniz. Yöre halkının bir TİP’li olarak saygısını kazandınız. Bize biraz taşrada örgütlenme çalışmalarının zorluklarından, Karadeniz ve Bulancak özelinde yaptıklarınızdan bahsedebilir misiniz?

Özellikle birinci TİP dediğimiz efsane TİP, Adalet Partisi ve Komünizmle Mücadele Dernekleri tarafından yoğun bir biçimde saldırılara uğruyordu. Bu elbette merkezde olduğu kadar taşrada da kendimizi sürekli savunmamıza sebep oluyordu.  Bir de komünizm diyince mezhep genişliği geliyordu halkın aklına o dönem. Dinsizlik olarak algılanırdı. Bizler bu saldırılar karşısında meşruiyet kavgasında, savunmadaydık hep. İşçilerin köylülerin haklarını savunmak için ortaya düştüğümüzü kanıtlamaya çalışmakla geçti. Bu da maya tutmaya başlamıştı aslında. Sosyalizmin eşitlik ve adaletle ilgili bi şey olduğunu anlatmaya çalıştık. Sonra 12 Mart geldi ve parti kapatıldı. Birinci parti süreci aslında meşruiyetini topluma kabul ettirmesi ile geçti denebilir. İlginç gelecektir, biz komünist olmadığımızı anlatırdık halka aynı zamanda. Burada ironik olan ise İkinci TİP’in tam aksine komünist olduğunu kanıtlamaya çalışan bir politika izlemesidir. Ben şimdi geriye baktığımda bu politikanın da yanlış olduğunu düşünüyorum. Parti tüm enerjisini "onlar kadar biz de komünistiz"İ kanıtlamaya harcamaması gerekirdi. Ben o dönem yöneticilerdendim TİP’te ve çok "bana göre" bir yorum daha yapabilirim; O dönem TKP ile bu kadar yakınlaşılmaması gerektiğini düşünüyorum.

Taşra konusuna dönecek olursak... I. TİP zamanında il başkanımız vardı. Kolsuz Kahraman derdik. Korkusuz birisiydi. Ben askerden döndüğümde karşılaştım kendisiyle. Gür, davudi bir sesi vardı. O dönem çalışmalara başlamamıştım, izliyordum yalnızca. Kendisi gerçek bir sosyalistti, inanmıştı. Meydana gelir, hoparlörleri kurar "işçiler, köylüler, ırgatlar, yarıcılar…" diye başlar. Onun o zaman sesini duyunca dinlemek zorundaydı herkes. Deli fişekti, birkaç bıçak yarası vardı. Giresun’da hiç saldırı girişimi olmamıştır mesela, korkarlardı ondan. Yalnızca TİP’in değil ondan sonra da Giresun’da örgütlenen birçok fraksiyonun koruması oldu adeta. Bu nedenle onun böyle bir saygınlığı vardı.

Biz TİP'liler olarak halktan kendimizi soyutlamadık, hep halkla iç içeydik. Ben örneğin bir avukat olarak siyaseten bana uzak diye birilerinin davasını geri çevirmedim, herkesin elimden geldiğince davalarına baktım. Avukatlık mesleğimde hep ilkeli davrandım. Ayrıca komşumun mevlüdüne, cenazesine giderdim. Benim inanıp inanmamamdan değil, onun için önemliydi bu ve ben de aynı önemi vermeliydim. Onlardan biri olduğumu göstermeliydim. Bu ön yargıların yarattığı buz dağlarını eritmenin en doğru yoludur. İşte karşılığını da buluyorduk. Daha sonraları yapılan yerel seçimlerde tanınmış olmamdan dolayı benim aday olmamın doğru olacağını söyledi arkadaşlar ve oldum. Yalnızca üç yüz oy ile seçilemedim. Yalçın Küçük bile şaşırmış Bulancak’tan bu kadar oyun TİP’e verilmiş olmasına.

Yine Fırtınalı Denizin Kıyısında eserinden hareketle 1963 yılı ağırlıklı olarak, Yön grubunun başını çektiği bir tartışmada "zinde kuvvetlerin" ve cuntacılığa kayan fikirlerin önünü Behice Boran ve TİP demokrasi ve sosyalizm fikriyle kesiyor. Sosyalizme kestirmeden gidilemeyeceğini anlatıyor. Dönemimizin tartışmalarından aşina olduğumuz kitle veyahut kadro tipi örgütlenmelerle ele alındığında o dönem de olduğu gibi "işçileri, emekçileri, geniş halk yığınlarını örgütlemenin" daha zor ancak doğru yol olduğu düşüncesini sormak isterim. Siz bugünden geçmişe baktığınızda bu bakış açısı hakkında ne düşünürsünüz? Sizce halkın sosyalist mücadelede önemi nedir?

Sosyalizm yalnızca Marx ve Engels tarafından ortaya atılmadı. İlk Çağ tarihinden beri var olan bir kavramdı. Antik Yunan’da bile insanlar toplumdaki adaletsizlikleri görüp buna çare aramışlardır. Agis adında bir atinalı nasıl yoksulların olmadığı bir düzen kurabiliriz fikrini düşünmüş. Bu fikir daha sonra köleci toplumlarda da olmuş. Onlara ütopik sosyalistler denmiş. Neden bir ütopya? Sosyal adalet düşleri kurmuşlar. Toplumdaki adaletsizlikten rahatsız olmuşlar ve buna çözüm yolları aramışlar. Örneğin, bizim tarihimizde Şeyh Bedrettin vardır. "Erzak, melbȗsat, memalik, emval ve arâzi gibi şeylerin kâffesinin umumun mâli müşterekidir." der. Komünizmdir bu. Onun fikirlerini dayandırdığı ideoloji islamdır ancak o dönem başka ideoloji yoktur. Demem o ki çağlar boyunca hep emeği sömürenden ve onun kurduğu iktidardan kurtulmanın yolları aranmış. Sosyalizm düşüncesi endüstri devriminden sonra bilimselleşmiş ve yeni bir sınıf olarak işçi sınıfı çıkmış. Bilimsel sosyalizmle işçi sınıfının devrimci rolü de görülür olmuş.

Dönemimize gelirsek eğer: 12 Eylül'de biz sosyalistlerin üzerinden bir silindir geçti. Tüm o yükselen sosyalizm dalgasının üzerinden geçti. İnsanlar o tutukluluklardan, ölümlerden sonra savruldular, uzaklaştılar. Gençler "diskotek"-o dönem öyle söylenirdi-gençliğine dönüştürüldü. Türkiye’de bu olurken reel sosyalizmin yıkılışı da vardı, tabi o da etkili oldu bu düşüşe. Sonunda iki binli yıllarda AKP iktidarı ve islami faşizm yükselişe geçti. Şimdi üzerinden silindir geçen Türkiye halkı bu ekonominin sarsıntıları içerisinde olmasından dolayı artık yavaş yavaş kıpırdanmaya başlıyor. Ne kadar zor bir şey olsa da insanlar bu buhrandan kutulmak arzularını artık yalnızca fısıltıyla anlatmıyorlar. Bunun için elbette öncü partiye ihtiyaç vardır ancak halk olmadan da olmaz.

Son olarak I. TİP’ten bu yana Türkiye siyasetini bilen, çok uzun yıllar emek mücadelesinde ve önemli sorumluluklar alarak görev yapmış biri olarak mevcut sosyalist yapılar ve Türkiye’deki siyasal atmosfer hakkında ne düşündüğünüzü de sormak isterim. Özellikle son dönem kuruluşunun üzerinden kısa bir süre geçmiş olmasına rağmen önemli bir yol kat etmiş TİP hakkında ne düşünüyorsunuz?

Ben işçi sınıfını temsil edecek siyasi yapının bugünkü TİP olduğunu düşünmekteyim. Bazı kesimler reddediyorlar ancak ben rahatlıkla üçüncü TİP olarak görüyorum bugünkü TİP’i. Bizim dönemimizdeki efsane TİP’in geleneğinden gelir, devamcısıdır. Yönetimiyle, Genel Başkanı’yla, meclisteki konuşmalarla taktir ettiğim bir partidir. Mehmet Ali Aybar meclise girdiği zaman bir konuşmasında "otuz beş milyon metrekarelik vatan toprağı Amerikan işgali altındadır" diyince kıyamet kopmuştu. Herkesin gözü dikildi ve hem olumlu hem olumsuz anlamda hedefe girdi TİP. Şimdi de söylenmeyeni söylüyor TİP. Bu nedenle devamcısıdır diyorum. Ben önceden TİP Genel Başkanı Erkan Baş’ı tanımıyordum. Yeni kurulan TİP’le ilgilenmiyordum açıkçası. Daha sonra çocuklarım vasıtasıyla birkaç konuşmasını dinledim ve aynı kararlılığı gördüm diyebilirim. Hele Erkan Baş’ın Mustafa Suphi ve Behice Boran rozetiyle meclise girdiğini görünce "İşte parti budur." dedim. Bu nedenle bugünkü TİP; çabaları ile, işçi sınıfını siyasal anlamda temsil etmede kararlı ve iradeli duruşu ile benim için III. TİP’tir diyebilirim gönül rahatlığıyla. Ve III. TİP’i Efsane TİP’in  devamı olarak görebilirim.

Hala Efsane TİP’in bayrağını sallayan isimsiz kahramanlar da var. Onlardan da bahsetmek isterim. Soyadı Atalay olanlar var. Benim genel başkanım dediğim Mustafa Atalay, o hasta haliyle hala bizim bayrağımızı tutar. Kimin başına bir iş geldi, hangi TİP’li ne yapıyor? Bütün bunları takip eder, bizlere iletir ve yaşayan TİP’liler arasında bir köprü olur, birbirimizden haberdar olmamızı sağlar. Oğlu Can Atalay; gezi davasının, soma davasının ve adını unuttuğum bir sürü davanın avukatlığını yapmıştır. Şu an haksız yere tutuklanmıştır. Onların bu çabaları unutulmamalıdır.

KÜNYE: Fırtınalı Denizin Kıyısında, Şansal Dikmen Kitabı, Derviş Aydın Akkoç, Ayrıntı Yayınları, 2014, 240 sayfa.

DAHA FAZLA