Duvarların öteki tarafını merak edenlere: Bu Kitabın Ortasında Duvar Var
"Ünlü çocuk yazarı Jon Agee, çocuklar için önyargıyı muhteşem bir bakış açısıyla onlara anlatıyor. Aynı zamanda vermek istediği başka mesajlar da var. Duvarların öteki tarafını her zaman sorgulamamız gerektiği, hiçbir şeyin aslında göründüğü gibi olmayabileceği ve bulunduğumuz noktanın her zaman sandığımız gibi güvenilir olmayabileceği gibi."
06-01-2019 09:33

Selda Salman
Önyargıları bir zırh gibi kuşandığımız şu zamanlarda, çocuklarımız da elbette bundan payını alıyor. Biz yetişkinler farkında olalım veya olmayalım onlara okuduğumuz kitaplar, medya, çevrelerinden duydukları birkaç kelime, hal ve hareketlerimiz vb. birçok etken çocukların da zaman içerisinde önyargılı bireyler olarak var olmasına neden oluyor. Zaman zaman önyargı biz yetişkinlerin işini kolaylaştırır hatta çoğu zaman da çocuklarımızı korur. Fakat bunun ayarını tutturmak bizler için zorken çocuklar için hiç kolay değil. Farklılıklara saygılı, önyargısız, sorgulayan ve sağlıklı çocuklar yetiştirmek içinse her zamankinden daha fazla çaba harcamamız gerekiyor.
“Bu Kitabın Ortasında Duvar Var” ise çocuklarımız için önyargısız bir bakış açısı yaratmaya çalışıyor. 2018 yılının son kitabı olan bu eser, çizimleriyle ve karakterleriyle duvarları yıkacak cinsten. Kitabın ortasında gerçekten bir duvar var. Bu duvar kitabın bir tarafını öteki tarafından koruyor. Kitabın bir tarafı diğerinden daha güvenli, çünkü kitabın öteki tarafında kocaman bir dev var. Aynı zamanda bir sürü korkutucu hayvan var. Olur da kitabın o tarafında olursa kahramanımızın zarar göreceği kesin. En azından duvarın bu tarafında olduğu için öyle düşünüyor. Fakat o da ne! Sular yükseliyor. Kitabın güvenli tarafında böyle şeylerin olmaması gerekirken bir el çekip alıveriyor kahramanımızı “güvensiz” tarafa. Karşısında kocaman bir dev var şimdi. Evet, duvarın güvensiz sandığı tarafında kalıveriyor kahramanımız. Fakat bu işte bir gariplik var… O kocaman dev aslında hiç de korkunç ve kötü bir dev değil. İyi bir dev ve kahkahalar atıyor. Hatta duvarın güvensiz sandığı tarafı çok eğlenceli bir yer! Şaşkınlıktan ağzı açık kalan kahramanımız komik devin peşine takılıyor. Duvarın öteki tarafına yani “güvensiz” zannettiği tarafa doğru…
Ünlü çocuk yazarı Jon Agee, çocuklar için önyargıyı muhteşem bir bakış açısıyla onlara anlatıyor. Aynı zamanda vermek istediği başka mesajlar da var. Duvarların öteki tarafını her zaman sorgulamamız gerektiği, hiçbir şeyin aslında göründüğü gibi olmayabileceği ve bulunduğumuz noktanın her zaman sandığımız gibi güvenilir olmayabileceği gibi.
“Bu Kitabın Ortasında Duvar Var” 2019 yılına duvarları yıkmak için geliyor. Kitabımız duvarları yıkarken aslında çocukları, bahsettiğimiz gibi, önyargı ile tanıştırıyor. Bu tanışmayla birlikte duvarların öteki taraflarını merak eden, sorgulayan ve bulunduğu taraf için de düşünen çocuklar yaratmak istiyor. Bugüne kadar kitaplarda iyi bir deve rastlamamış olabiliriz fakat bunu duvarın öteki tarafına geçmeden bilemeyiz. Farklılıkları kabullenen, merak eden, sorgulayan ve cesaretli çocuklar için…
KÜNYE: Yazar ve Çizer: Jon Agee, Çevirmen: Emre Ülgen Dal, Yayınevi: Domingo Yayınevi, Yaş: 4+, Aralık 2018
İLGİLİ HABERLER
Vitrin: Yeni çıkanlar
Haftanın vitrini ile karşınızdayız, iyi okumalar diliyoruz.
27-01-2019 09:33

DÜNYA İLE DEVLET ARASINDA TÜRK MUHARRİRİ 1930 - 1960 - TUNCAY BİRKAN
Tuncay Birkan büyük bir emeğin ürünü olan kitabında 1930-1960 yılları arası çıkan gazete ve dergileri tarayarak, kitaplaşmadan, okura sunulmadan kalmış satırlar arasında gezerek Cumhuriyetin erken dönemlerinde –Refik Halid, Peyami Safa, Halide Edip, Necip Fazıl, Nahid Sırrı, Nurullah Ataç, Sabiha Sertel gibi– yazarların devlet ve piyasa karşısındaki tutumlarını ortaya koyuyor.
"Edebiyatta, sanatta, bilimde, düşüncede, yanlış veya eksik öncüllerden yola çıkmış olsalar da, bir şeyler kurmaya, kurulanı daha insani hale getirmeye çalışmış, içlerinde hakikaten memleket sevgisi olan" bu insanların, "düne kadar memleketin tek hâkimi olduğu iddia edilen 'İttihatçı-Kemalist zihniyet' denen asli aktörün figüranları derekesine düşürülemeyecek kadar karmaşık tepkileri, arzuları, hayalleri, kanaatleri, fikirleri ve toplumsal bağlılıkları" olduğunu hatırlatıyor bize.
"Geçmiş, olgulardan oluşan statik ve tamamlanmış bir tablo değil, hem olguları hem de olgulara dair yorumları içeren, belli perspektiflerden, belli değer yargılarını öne çıkararak bakıldıkça sürekli değişen ve hep bir yerleri soluklaşıp silindiğinden asla tamamlanamayacak hareketli bir resimdir. Aynı şey geçmişten tevarüs edilen miras için de geçerli," diyerek yola çıkan Birkan, "geçmişe bakışımızı taşlaştıran, orada sadece yeknesak bir çoraklık, devasa bir çöl gören toptancı perspektiflerin hegemonyasını sarsmayı", "yeni kuşak okurlarda, kendi acılı ve kasvetli tarihimizden işlenebilecek bir mirasın tohumlarını bulma arzusunu kışkırtmayı" hedefliyor. (Tanıtım Bülteninden)
KÜNYE: Dünya ile Devlet Arasında Türk Muharriri 1930-1960, Tuncay Birkan, Metis Yayıncılık, Ocak 2019, 526 Sayfa.
YETİM - HATİCE MERYEM
Bu gece birini öldüreceğim. Kim olduğu fark etmeyecek. Kulağımı çekeni, ayağıma çelme takanı, kıçımı açıkta bırakanı, yüzüme tüftüf atanı, bana sidikli, bana aptal, bana moron, bana ezik diyeni, benim küçük parmağım terastaki oyun alanında demirin arasına sıkışıp morardığında hemen koşup acil yardım çağırmak yerine yüzüme katır gibi güleni. Önüme ilk çıkanı.
Yetimlik böyledir. Anan baban sağdır yine de yetimsindir. Şu dünyaya fırlatılmış da unutulmuşsun gibi. Hatırladıklarında çok geç olabilir, o zamana kadar kaç cinayet işlemiş, kaç okulu kundaklamış, kaç evden kaçmışsındır.
Hatice Meryem Yetim’i anlatıyor bu kez. Rüyalar gibi, masallar, cinaî romanlar gibi. Film gibi. “Varlığı zaten başlı başına suç” olan bu küçük kızla birlikte bütün o zorlu yolu katettiriyor bize. Karanlık yokuşlardan, ıslak çarşaflardan, soğuk avlulardan, arka bahçelerden geçiyoruz, değişip dönüşüyoruz. Yetimlik nedir, anlıyoruz. (Tanıtım Bülteninden)
KÜNYE: Yetim, Hatice Meryem, 154 Sayfa, İletişim Yayınları, Ocak 2019, 154 Sayfa.
KADIN DÜŞMANLIĞI ÜSTÜNE KÜÇÜK ÖYKÜLER - PATRICIA HIGHSMITH
Psikolojik gerilimin ustası Patricia Highsmith, bu kez bizi bir kadın düşmanının zihninde yolculuğa çıkarıyor. “Kusursuz küçükhanım”dan “kadın romancı”ya, “dansçı”dan “koket”e, bu koleksiyonun parçası olan on yedi kadının her biri kendilerine biçilen basmakalıp rollere karşı koyuyor ve bu boğucu dünyayı yıkmak adına hem kendilerini hem de çevrelerindeki erkekleri felakete sürüklemekten çekinmiyor.
Highsmith, sıradan olduğunu düşündüğümüz hayatların gizlediği acayiplikleri ve vahşilikleri bu kez bir fabl yazarının yalın ama ironi dolu diliyle anlatıyor. The Guardian eleştirmeninin de söylediği gibi: “Bu kitabın amacı kadın düşmanlarına bir ders vermek değildir, tam tersine bir kadın düşmanına doğum günü armağanı olarak verilebilecek nitelikte bir gerilim yapıtıdır. (Tanıtım Bülteninden)
KÜNYE: Kadın Düşmanlığı Üstüne Küçük Öyküler, Patricia Highsmith, Çevirmen: Nihal Yeğinobalı, Aralık 2018, 112 Sayfa.
BEN LEYLA GENCER - EVİN İLYASOĞLU
Ünlü keman virtüozu Isaac Stern “İlk 79 Yılım” adlı kitabının önsözünde şöyle der: “Müziğin hizmetine girmek bir meslek edinmek değil, bir yaşam biçimidir. Bunun için iki şeye sahip olmalısın: Birincisi, ne olmak istediğin hakkında küçük yaştan itibaren kesin bir fikre; ikincisi, o isteğinin gerçekleşmesi için gereken özgüvene, mücadele gücüne ve gurura.”
İşte Leyla Gencer’in müzik serüveni bu düşüncenin hayata yansıması olmuştur adeta.
Safranbolulu bir baba ile Polonyalı bir annenin kızı olan Leyla Gencer Çubuklu’da dünyaya geldi, Fransız dadısının çokkültürlülüğü ve evde piyano çalan annesinin söylediği Lehçe şarkılar aracılığıyla henüz hayatının ilk yıllarında müzikle tanıştı. Soprano Arangi-Lombardi ile çalışması hayatının dönüm noktalarından biri oldu. İlk opera temsilini Ankara’da verdi. 1953’te İtalyan radyosundaki kaydıyla da ilk kez sesini dünyaya duyurdu.
Leyla Gencer, küçük yaşından itibaren sahnede olmayı aklına koymuştu. Özgüveniyle, çalışkanlığıyla, savaşçı kişiliğiyle hayatını bu fikre göre şekillendirdi. Opera kültürü olmayan bir ülkeden çıkıp, bu kültürle evrilmiş bir ülkenin, İtalya’nın ortasında kendini ispat etmek için verdiği mücadelelerle, tam yirmi beş yıl boyunca operanın mabedi sayılan La Scala’nın “prima donna”sı oldu. Sonraki yirmi beş yıl da, ölünceye kadar, eğitimci olarak opera dünyasına hizmet etti.
Zamanının büyük sopranolarıyla girdiği rekabetle, tarihi şefler ve rejisörlerle birlikte çalışmasıyla, büyük bestecilerin gölgede kalmış yapıtlarını keşfetmesiyle, repertuvarındaki yetmiş üç opera ve canlı temsillerden kaydedilen sesiyle yirminci yüzyıl opera tarihine geçmeyi başaran La Diva Turca, bugün de Divaların Divası olarak anılmaktadır.
“Ben Leyla Gencer - La Diva Turca” kitabı, sesiyle ve dramatik gücüyle iz bırakan sanatçıyı kişileştirerek kendini var etme yolculuğunda yaşadığı coşkularını, hayal kırıklıklarını, sevinçlerini, acılarını kendi ağzından hikâyeleştirirken, okuru operanın coşkulu yıllarına götürüp müzik dünyasında bir yolculuğa çıkarıyor. (Tanıtım Bülteninden)
KÜNYE: Ben Leyla Gencer, Evin İlyasoğlu, Yapı Kredi Yayınları, Aralık 2018, 352 Sayfa.
TURFANDA MI YOKSA TURFA MI? - MİZANCI MURAT
Turfanda mı Yoksa Turfa mı? romanının kahramanı Mansur, tıp eğitimi aldığı Fransa’dan varlığını devlet hizmetine adamaya kararlı bir idealist olarak İstanbul’a gelir. Fakat daha adımını atar atmaz karşılaştığı olaylar, gördüğü manzaralar karşısında şaşkınlığa düşer. Mansur tenkitçi dikkatiyle Osmanlı cemiyet ve devlet hayatını en hurda köşelerine kadar teşhir ederken, Tanzimat’tan beri doğrulmak istedikçe sendeleyen ve nihayetinde yıkılan Osmanlı’nın düşüş nedenleri canlı tablolar halinde gözler önüne serilir. Mizancı Murat okura, zamanın yeni mahsulü Mansur gibilerinin, “İlerde çoğalacak benzerlerinin ilk önceleri, yani turfandaları mıdır yoksa kimsenin beğenmeyeceği cemiyet düşkünleri, yani turfaları mıdır?” sorusunu sordurur. Mizancı Murat (1854-1917) Gazeteci, siyaset adamı, tarihçi ve yazar Murat Bey, Dağıstan’da doğdu. Rüştiye ve idadi öğrenimini burada tamamladı. Rusya’da tıp eğitimi aldıktan sonra 1873’te İstanbul’a giderek Hariciye Nezareti Matbuat Kalemi’nde çevirmen olarak çalıştı. Mekteb-i Mülkiye’de siyasal tarih ve coğrafya dersleri verdi. Darülmuallimin’de hocalık ve yöneticilik yaptı. İttihat ve Vakit gazetelerinde Türk-Rus savaşı ve dış politika konularındaki yazılarıyla kendini gösteren Murat Bey, 1886’dan itibaren çıkardığı Mizan gazetesiyle Osmanlı basınında önemli bir yer edindi. Yazıları nedeniyle gazete sansüre uğrayarak zaman zaman kapatıldı. İstanbul’da ilk örgütlü muhalefet hareketleri başladığında Jön Türkler kendilerine yakın gördükleri Murat Bey’in hareketin başına geçmesini istediler. Sarayın baskısı karşısında 1895’te Paris’e kaçan Murat Bey önce Kahire, sonra Paris ve Cenevre’de yeniden çıkardığı Mizan ve ayrıca yayımladığı siyasi risaleleriyle Avrupa’da ve Türkiye’de büyük tesir uyandırdı. II. Meşrutiyet’in ilanını takiben Mizan’ı tekrar çıkararak eski partisiyle anlaşma ümidini, Avrupa’dan dönmesini affetmeyen İttihat ve Terakki liderleri boşa çıkarınca, o, tesiri 31 Mart hadiselerine kadar uzanan şiddetli bir muhalefete geçmiştir. Olaydan birkaç gün sonra, irtica ve askeri ihtilal çıkarmak suçuyla tutuklanarak ömür boyu kalebentliğe mahkûm edilip Rodos’a sürülür. Midilli’de tamamladığı sürgünlüğünden 1912’de çıkarılan kısmi af üzerine İstanbul’a dönmüş, Peyam ve Peyam-ı Edebi’de yazmaya devam etmiştir. (Tanıtım Bülteninden)
KÜNYE: Turfanda mı Yoksa Turfa mı? Mizancı Murat, İş Bankası Yayınları, Ocak 2019, 296 Sayfa.
Kara deryalarda bir pusula: 'Ütopyadan Bilime Sosyalizmin Gelişimi'
Ütopyadan Bilime Sosyalizmin Gelişimi, Friedrich Engels tarafından kaleme alınan “Anti-Dühring-Bay Eugene Dühring’in bilimi altüst edişi” adlı kitabın içinden seçilmiş üç bölümden oluşuyor. Kitabın önceki çevirileri genelde Fransızca’dan yapıldığı için Türkiye’de yaygın olarak “Ütopik Sosyalizm ve Bilimsel Sosyalizm” olarak biliniyor. Bunun nedeni ise eseri ilk kez yayımlayan Paul Lafergue’nin yukarıda belirttiğimiz ismi kullanmasıdır.
20-01-2019 09:03

Yunus Başaran
Geçtiğimiz yıllarda farklı yayınevlerince Türkçe’ye çevrilen Ütopyadan Bilime Sosyalizmin Gelişimi adlı eser Erkin Özalp’ın Almanca aslından yaptığı çeviriyle Yordam Kitap tarafından yayımlandı. Burada kitabın adından kaynaklı doğabilecek yanlış anlamalara karşı not düşmek gerekirse, Ütopyadan Bilime Sosyalizmin Gelişimi, Friedrich Engels tarafından kaleme alınan “Anti-Dühring-Bay Eugene Dühring’in bilimi altüst edişi” adlı kitabın içinden seçilmiş üç bölümden oluşuyor. Kitabın önceki çevirileri genelde Fransızca’dan yapıldığı için Türkiye’de yaygın olarak “Ütopik Sosyalizm ve Bilimsel Sosyalizm” olarak biliniyor. Bunun nedeni ise eseri ilk kez yayımlayan Paul Lafergue’nin yukarıda belirttiğimiz ismi kullanmasıdır. Bir diğer dikkat çekici nokta ise Ütopyadan Bilime Sosyalizmin Gelişimi’nin büyük ilgi uyandırması, kısa sürede 10 dile çevrilip salt Almancası’nın 20.000 baskıya ulaşmasıdır. Kıyas yapmak için örnek vermek gerekirse yukarıdaki rakamlar, bugün dünya tarihinde en çok baskısı yapılan kitaplardan birisi olan Komünist Parti Manifestosu’nun katbekat üzerindedir.
Kitabın içeriğine gelecek olursak, Karl Marx tarafından yazılan Fransızca baskıya önsöz, Engels’in kaleme aldığı Almanca, İngilizce ve Almanca 4. baskıya önsözlerle girişi yapılan eser, ütopyadan bilime sosyalizmin gelişimini üç bölümde ele alıyor.
Ütopik sosyalizmin temsilcileri Robert Owen, Saint-Simon ve Fourier’in kapitalizmin erken döneminde yaptıkları tespitlerin doğal olarak yeterli maddi zemine dayanmadığını vurgulayan Engels, ütopik sosyalistlerin, burjuvazinin eşitliği getiremeyeceğinden yola çıkarak arayışçı bir yol izlediklerini vurgulamış, kimi konularda daha da derinleşmeyi gerektiren doğru tespitler yaptıklarını belirterek onları reddetmemiş, içererek aşmayı seçmiştir.
Engels’e göre Karl Marx bu arayışçılığın bir sonucu olarak çağdaş materyalizmi diyalektikle buluşturup, kapitalist üretim sisteminin can alıcı noktası artı(k) değer teorisini geliştirerek ütopyayı ayakları üzerine dikerek bilimsel sosyalizmin yolunu açmış oluyordu. Orta Çağ toplumu üretim ilişkilerinin, kapitalist üretim ilişkilerine geçişle birlikte nasıl başkalaşımlar geçirdiğini bununla birlikte mevcut sistemin çelişkilerini irdeleyerek ortaya koyan Engels’e göre sistemin ortaya çıkarttığı çelişkileri çözecek yegane güç ise proletaryadır. “Proletarya Devrimi, çelişkilerin çözülmesi: Proletarya kamu gücünü ele geçirir ve bu gücü kullanarak burjuvazinin ellerinden kaymakta olan toplumsal üretim araçlarını kamu mallarına dönüştürür. Bu eylemle, üretim araçlarını bugüne kadarki sermaye olma özelliğinden kurtarır ve onların toplumsal karakterine eksiksiz bir kendini gösterme özgürlüğü verir. Önceden belirlenmiş bir plana dayalı toplumsal üretim artık mümkün hale gelir. Üretimin gelişmesi, farklı toplumsal sınıfların varlıklarını sürdürmelerini bir anakronizm haline getirir. Toplumsal üretim anarşisinin ortadan kaybolması ölçüsünde, devletin siyasal otoritesi de yok olur. Sonunda kendi toplumsallaşma türlerinin efendileri olan insanlar, böylece aynı zamanda böylece aynı zamanda doğanın efendileri, kendilerinin efendileri, tek sözcükle, özgür olurlar. Dünyanın kurtuluşunu sağlayan bu eylemi gerçekleştirmek, modern proletaryanın tarihsel işidir. Bu eylemin tarihsel koşullarını ve onlar aracılığıyla doğasını derinlemesine kavramak ve bu yolla kendi eyleminin koşullarını ve doğasını, eyleme çağrılan ve günümüzde baskı altında tutulan sınıfın bilincine çıkarmak. proletarya hareketinin teorik ifadesi olan bilimsel sosyalizmin görevidir.” (1)
Bu kitap neden okunmalı, özellikle günümüz koşullarında çıkış yolları arayan sosyalistler neden okumalı sorusunun yanıtı sanırız yukarıdaki alıntıyla berraklaşmış oluyor. Kitabı önemli kılan bir diğer nokta ise sosyalizmi kavramak için yorumlama ya da ikinci el fikirlerden önce bu eser gibi bilimsel sosyalizmin ana kaynaklarını okumak gerektiği notuyla birlikte kuşkusuz, Ütopyadan Bilime Sosyalizmin Gelişimi, bugün tekrar üstünde durulması gereken bir yapıt olarak karşımıza çıkıyor.
(1) Ütopyadan Bilime Sosyalizmin Gelişimi, sayfa 103
Künye: Ütopyadan Bilime Sosyalizmin Gelişimi, Friedrich Engels, Çevirmen: Erkin Özalp ,Yordam Kitap, 2019, 112 Sayfa
Hayal kurmaktan vazgeçmeyen çocuklar için: 'Bugün Hayal Kuracaktım'
"Gökçe Ateş Aytuğ, minik Aslı’nın hikayesini anlatırken, olayların ve duyguların çocuklar üzerinde nasıl farklı etkiler uyandırabileceğine satır aralarında dikkat çekmiş."
20-01-2019 08:56

Selda Salman
Minik kahramanımız Aslı, o gün çok önemli bir işi olduğunu söylerken annesine başına tüm bunların geleceğini düşünmüyordu. Onun çok önemli bir işi vardı, hayal kurmak... Önce kedi olarak düşlemeye çalışırken kendini bir anda tavuk olarak buldu. Hayvanların hepsini ne de çok severdi. Hepsinin farklı farklı özellikleri o hayvanın en özel hayvan olduğunu hissettirirdi Aslı’ya. Hayalinde bunlara çokça yer vereceği belliydi. Fakat nerden çıkmıştı ağacın tepesinde kalıveren minik yavru kedi?
“Bugün Hayal Kuracaktım” minik bir kız çocuğunun eğlenceli bir gününü keyifli bir üslupla anlatıyor. Hayal kurmak gibi çok önemli bir işi yapmak üzere gününü planlayan Aslı’nın, ağaçta kalmış bir yavru kediyi kurtarmak üzere dışarı fırlayınca tüm planları suya düşüyor. Üstelik minik kahramanımız ayakkabısız ve anahtarını almadan dışarı çıkmış bulununca olaylar iyice karışıyor. Aslı için yer yer zorlaşan ama bir o kadar da eğlenceli bir günü sadece çocuklar değil, yetişkinler de keyifle okuyacak.
Gökçe Ateş Aytuğ, minik Aslı’nın hikayesini anlatırken, olayların ve duyguların çocuklar üzerinde nasıl farklı etkiler uyandırabileceğine satır aralarında dikkat çekmiş. Hikayede bol bol sevgi bulunurken bir yandan da duygusal bir kız çocuğu olan Aslı’nın gözyaşları da oldukça yer kaplıyor. Bu gözyaşları bazen sevinçten, bazen ağzından kaçıveren yanlış bir cümleden bazen de kalbi kırıldığı için dökülüveriyor.
Minik Aslı’nın annesi ile diyaloglarında ise yer yer toplumsal baskı konusunda bazı örneklere rastlıyoruz. “Ayıp olur. Hayatımda en sık ayıp oluyor.” diye geçirirken aklından Aslı, istediğini yapmaktaki ısrarı kitabı okuyan çocuklarımız için bir emsal olacağa benziyor. Çünkü bu tip öyküler ve çocukların bu öykülerdeki karakterlerle kurduğu yakınlıklar, çocukların davranışlarını ve tepkilerini şekillendirmekte önemli etkiye sahip.
Minik Aslı’nın hayal kurmak üzere başlayan gününde kafa karışıklıkları, kendini tutamayıp akıtıverdiği gözyaşları, çokça sevgi, biraz patavatsızlık, bolca hayvan sevgisi mevcut. Hikayemizde en ağır basan ise empati. Aslı çevresinde iletişim kurduğu herkesin duyguları konusunda fazlaca duyarlı, sık sık kafa karışıklığı yaşıyor. Aynı zamanda birilerini üzmekten çok korkuyor. Fakat bazen kendini o kadar tersinden ifade ediyor ki! İşte o zaman işler karmaşıklaşıyor… O anların, hissettiklerinin, karşısındakinin hissedebileceklerinin üstünde çokça düşünüyor. Yanlış yaptığını düşündüğü davranışları üzerine de kafa yorup duruyor. Bu çözüm arayışlarının ise, kitabı okuyan çocuklarımız üzerinde olumlu etki yaratacağı çok açık. Problem çözme becerilerinin gelişmesi, karşısındaki insanın duygularını anlama ve yorumlama durumlarının daha gelişkin olması açısından Aslı’nın hikayesi onlara çok güzel fırsatlar sunuyor.
“Bugün Hayal Kuracaktım” Günışığı Kitaplığı’nda geçtiğimiz sene yerini aldı. Gökçe Ateş Aytuğ’un kaleminden Merve Atılgan’ın çizimleriyle buluşarak çocuklarımıza ulaşmayı bekliyor. Aynı zamanda kitabımız hem ismi hem içeriğiyle de bizlere çok önemli bir “iş”imizi anlatıyor: Hayal kurmak! Yaşamlarımızı yoğunluk ve yorgunluk içinde sürdürürken hayal kurmaktan vazgeçmiş olan yetişkinlerimiz, hatta hayal kurmayı unutan çocuklarımızın dahi olduğu şu günlerde, ilaç gibi gelecek bir serüvenin içinde bulacak herkes kendini. Hayal kurmaktan vazgeçmeyen çocuklar için, “Bugün Hayal Kuracaktım”.
Künye: Bugün Hayal Kuracaktım, Gökçe Ateş Aytuğ, Resimleyen: Merve Atılgan, Günışığı Kitaplığı, 2017, Sayfa sayısı: 98
Vitrin: Yeni çıkanlar
Bu pazar da yeni çıkan kitaplar ile karşınızdayız. İyi okumalar dileriz.
20-01-2019 00:44

İleri Kitap
ASRTOBİYOLOJİ - DAVID C. CATLING
İnsanlar çok eski zamanlardan beri yeryüzünde yaşamın nasıl ortaya çıktığı ve evrende yalnız olup olmadığımız gibi sorulara kafa yoruyorlar. Son dönemlerde adını giderek daha sık duyduğumuz astrobiyoloji tam da bu sorulara yanıt bulmak üzere ortaya çıkmış bir bilgi alanı. Evrende ve dünyada yaşamın kökenini, evrimini ve geleceğini inceleyen astrobiyologlar, gelişen teknolojiyle birlikte her geçen gün hayal gücümüzü kışkırtan keşiflerde bulunuyor.
Kendisi de bir astrobiyolog olan David Catling bu kitapta astrobiyolojinin temel meselelerini ele alarak bu heyecan verici bilime dair kısa ama kapsamlı bir çerçeve sunuyor. Dünyada yaşamı ortaya çıkaran koşullar nelerdi? Yaşam hangi ilkeler temelinde gelişti? Gezegenimiz mevcut haline erişmeden önce nasıl evrelerden geçti? Kitlesel yok oluşlara hangi olaylar yol açtı? Dünyamızı nasıl bir gelecek bekliyor? Gezegenler nasıl oluştu? Güneş Sistemi’nde ve ötesinde hangi gezegenlerde yaşam ortaya çıkmış olabilir veya gelecekte ortaya çıkabilir? Dünya dışındaki bir gezegende akıllı varlıklar varsa –fizikçi Enrico Fermi’nin meşhur tabiriyle– “Nerede bunlar?”
Astrobiyoloji, okuru kendi tanıdık dünyasından dışarı adım atıp üzerinde yaşadığı görkemli gezegene ve çevresini sarmalayan uçsuz bucaksız evrene meraklı gözlerle bakmaya davet ediyor. (Tanıtım Bülteninden)
KÜNYE: Astrobiyoloji, David C. Catling, Çevirmen: Ahmet Burak Kaya, Metis Yayıncılık, Ocak 2019,168 Sayfa.
FAŞİZMDEN POPÜLİZME - FEDERICO FINCHELSTEIN
“Günümüzde uzmanlar ve siyasetçiler faşizmi, yalnızca popülizmi değil, otoriter rejimleri, uluslararası terörizmi veya devletlerin sergilediği baskıcı tutumları, hatta muhalefetin gerçekleştirdiği sokak eylemlerini de gevşekçe tanımlamak için kullanıyor. Bu gevşeklik tarihsel olarak sorunludur, faşizm kavramının bu gibi dikkatsiz kullanımları popülizmi şeytanlaştırır fakat onu var eden tarihsel sebepleri açıklayamaz. Faşizm ve popülizmin bir torbaya konulması, genellikle statükonun popülist seçeneklerin yegâne alternatifi olarak sunulmasına sebep olur.”
Popülizm şu sıra her kapının kilidini açan bir kavram muamelesi görüyor. Bambaşka ülkelerdeki hareketlere, liderlere, siyasetlere popülizm ve popülist etiketi konduruluyor. Bu adlandırmalardan da hareketle, bir fenomen olarak popülizmin ulus-ötesi bir karakter taşıdığına şüphe olmasa da onun ne olduğuna dair tartışmalar kısa vadede hız kesecek gibi görünmüyor.
Federico Finchelstein, Faşizmden Popülizme adlı bu kitabında, popülizmin ulus-ötesi karakterini tanıyarak, onu iki savaş arası dönemde, İkinci Dünya Savaşı sonrasında ve Soğuk Savaş atmosferi içerisinde kavrıyor. Böylelikle popülizmi faşizme eşitleyen görüşleri bertaraf ederken, faşizm mirasından devraldıklarını göstererek, onu post-faşist bir bağlam içerisinde kavramamıza imkân tanıyor. Bu karşılaştırmalı-tarihsel okuma, savaş sonrası zuhur eden modern popülizmi kavramaya ve kavramların kullanımlarının önemini yeniden hatırlamaya bir davet niteliği taşıyor.
(Tanıtım Bülteninden)
KÜNYE: Faşizmden Popülizme, Federico Finchelstein, Çevirmen: Ali Karatay, İletişim Yayınları, Ocak 2019, 320 Sayfa.
ŞEYTAN TOZU - LEO PERUTZ
Perutz’un 1933 tarihli romanı Şeytan Tozu, Almanya’da Nazilerin aynı yıl iktidara gelmesiyle yasaklandı. Halkı histeriye ve isyana sürükleyen bir laboratuvar deneyinin hummalı öyküsü muktedirleri bu denli rahatsız etmişti. Kitlenin manipülasyonu üzerine ustaca yazılmış, 1930’ların başında geçen bu romanda yazar bizi gizemli bir eski dünya atmosferine buyur eder. Girdiği komanın ardından hastanede bilinci yerine gelen Dr. Amberg, Vestfalya’nın hâlâ feodal dönemi yaşayan uzak bir köyünde doktor olarak işe başladığını hatırlar. Hizmetine girdiği Baron von Malchin, Kutsal Roma İmparatorluğu’nu canlandırma düşleri kurmakta, hatta iktidarı devralacak bir veliaht yetiştirmektedir. Baronun Tanrı inancını dünyaya geri getirmek için laboratuvarda çavdar mahmuzundan damıttığı uyuşturucu ise köy halkını felaketin eşiğine getirmiştir. Amberg’in hatırladığı bütün bu olaylar gerçek midir? Yoksa doktorların ileri sürdüğü gibi komadayken gördüğü rüyalardan mı ibarettir?..
Leo Prutz Prag’da bir Yahudi ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Aynı zamanda matematikçi olan Perutz 1901’de Viyana’ya yerleşti ve eğitimini tamamladıktan sonra bir sigorta şirketinde çalışmaya başladı. I. Dünya Savaşı sırasında Avusturya ordusunda görev yaparken, Doğu cephesinde ağır yaralandı ve Viyana’ya döndü. İlk romanı Die Dritte Kugel (Üçüncü Kurşun) 1915’te yayımlandı. Nazilerin 1938 yılında Avusturya’yı ilhak etmesinin ardından Hayfa’ya gitti, daha sonra da Tel-Aviv’e yerleşti. Yazdığı on bir roman Jorge Luis Borges, Italo Calvino, Ian Fleming, Karl Edward Wagner ve Graham Greene gibi yazarların hayranlığını kazandı.
Onu “maceraperest bir Kafka” olarak niteleyen Borges yapıtlarının İspanyolca çevirilerinin Arjantin’de yayımlanmasını destekledi. Yazarın ölümünden sonra Der Marques de Bolibar (1920) adlı romanı Fransa’da 1962 yılından itibaren verilmeye başlanan edebiyat ödülü Prix Nocturne’ün ilkine değer görüldü. (Tanıtım Bülteninden)
KÜNYE: Şeytan Tozu, Leo Perutz, Çevirmen: Zehra Aksu Yılmazer, İş Bankası Yayınları, 2019, 176 Sayfa.
BİLİMİN İCADI BİLİM DEVRİMİ’NİN YENİ BİR TARİHİ - DAVID WOOTTON
Bugünkü şekliyle bilim, 16. yüzyılın ikinci yarısında Avrupa’da ortaya çıkıp zamanla Avrupa’nın diğer medeniyetlere üstünlüğünün başlıca unsurlarından biri haline gelmiştir. Diğer medeniyetler bu üstünlükle ilk önce uğradıkları askeri yenilgiler yoluyla karşılaşmışlar ve zamanla bilimin, hayatın diğer yönlerinde oynadığı rolün de farkına varmışlardır. Sonuçta bilim, çağdaşlaşma sürecinde Batı’dan ithal edilen kültür unsurlarının en önemlisi olmuştur.
Wootton’un çalışması, Avrupa’da bilimin gelişimini Yenidünya’nın keşfedildiği 1492 yılından Newtoncılığın Avrupa’da yayıldığı 1750’lere kadarki entelektüel maceranın dil ve edebiyatta bıraktığı izleri sürerek ele alıyor. Temel tezi, çağdaş bilimin, göklerde değişimin mümkün olduğunun görüldüğü 1572 yılı ile renklerin kaynağının ışıkta olduğunun anlaşıldığı 1704 yılları arasında icat edilerek evrildiği ve bu sürecin, dönemin dillerine de yansıdığıdır.
Bu kültürel değişimi ele alan Wootton, Batı dillerinde 1492’den önce de mevcut olan ilerleme, olgu, deney, hipotez, teori gibi kelimelerin anlamlarının kökten bir değişimle bilimsel düşünmeyi mümkün kılan aletlere dönüşmesi sürecini akıcı bir üslupla okura aktarıyor. Böylece “Bilimin İcadı”, şehitleri (Bruno, Galileo), kahramanları (Kepler, Boyle), propagandacıları (Voltaire, Diderot) ve emekçileri (Gilbert, Hooke) ile Avrupa’da yaşanan bu çığır açıcı dönüşümün hikâyesini anlatırken aynı tarihlerde dünyanın geri kalanında benzeri bir değişimin neden yaşanmadığı sorusunun cevabına da katkıda bulunuyor. (Tanıtım Bülteninden)
KÜNYE: Bilimin İcadı Bilim Devrimi’nin Yeni Bir Tarihi, David Wootton, Çevirmen: Nurettin Elhüseyni, Yapı Kredi Yayınları, 2019, 680 Sayfa.
ÇOK ÇAĞI - ARZU EYLEM
“İki farklı dünya. Birisi kül tepelerinin ardında, susuz, denizsiz, şiirsiz, aşksız, insansız Beta. Diğeri yemyeşil, gecesiz, kışsız, şiirli, şarkılı, düşlü, renkli Alfa. İki dünyayı buluşturansa gittikçe sönen Güneş.
Beta’yı küle çeviren Elitler nükleer felaketin yaklaştığını anlayınca Alfa gezegenine göç ederek, sayıca kendilerinden çok olan Çirkinleri, Beta’da kaderlerine terk ederler. Yüzyıllar sonra Güneş’in sönmeye yüz tutması iki halkı yeniden buluşturur. Çirkinler Kusursuzlara, Elitler Mutlara dönüşmüştür. Kusursuzlar yapay zekâlarla yaşarken, Mutlar doğayla buluşur ve ilkel komünal yaşama geçer. Evrenin geleceği iki dünyanın sil baştan yazacağı hikâyeye bağlıdır.
Çok Çağı, aşkı yeniden icat etmek için yollara düşen Tamur’un ve atalarının geride bıraktığı çaresizlikle yüzyıllar sonra yüzleşen Mutların hikâyesi.
Çok Çağı, içinde Gılgamış’ı, Nuh Tufanı’nı ve pek çok mitolojik öyküyü saklayan; dünü, bugünü, geleceği saran bir dram. Hem ütopya, hem de distopya. Doğayı, aşkı, şiiri teknolojiye kurban eden insanlığa dair bir bilimkurgu.
Aslında Çok Çağı, Tamur’un evrene sığmayan kocaman yüreğini anlatan tanıdık bir aşk romanı.
KÜNYE: Çok Çağı, Arzu Eylem, Nota Bene Yayınları, Aralık 2018, 184 Sayfa.
Kanlı, Kızıl Paris ve 'Şanlı, Büyük Fransa': Yıkılış
Kendi topraklarının haritasını dahi almayacak, kendi memleketlerini bilmeyecek kadar bilgisiz, fakat Prusya’yı işgal edebilecek kadar şoven bir ruh hali içindedir Fransız ordusu. Dolayısıyla ilk yenilgi karşısında komutanlar da ne yapacağını bilemezler çünkü romanda, Teğmen Rochas’ın tepkisi gibi belirtilmese de deneyimsiz Fransız ordusunu savaştırmadan geri çeken komutanların da şaşkınlıklarının had safhada olduğunu anlarız. Tüm Fransız birlikleri eski görkemli savaş hikâyelerinin etkisindeyken ve ordunun yenilmezliğini kutsarken, beklenilmeyen bir mağlubiyetle karşılaşır ve yenilgiden önceki büyük illüzyon, hakikatin acımasızlığıyla parçalanır.
20-01-2019 00:26

Okan Karataş
“Paris’in bir ucundan öbür ucuna büyük bir heyecan dalgası yayılmıştı; o çalkantılı gece, insan selinin sürüklendiği bulvarlar, “Berlin’e! Berlin’e!” diye haykırarak ellerindeki meşaleleri sallayan kalabalık yeniden canlandı gözünde.” (sayfa 27)
Paris’te hızlıca yayılan işgal etme arzusunun ve şovenliğin yükselmesiyle başlar “Yıkılış”. III. Napolyon politikalarının ve İkinci İmparatorluk döneminin oluşturduğu savaş iklimi, kitleleri, ulusal üstünlüklerinin olduğunu güçlendiren eylem ve fikirlere açık hale getirir ve yukarıda bahsedilen kalabalıklar, “şanlı, büyük Fransa”nın yenilmez olduğu mitini kuvvetlendirircesine meydanlara akarlar. Paris’i dolduran kalabalıklar, “büyük Fransız ordusu”nun Prusya’ya süratli biçimde girerek, birkaç aya varmaz, Prusya’yı fethedeceğini düşünürler. Bu kalabalıkların düşüncesine, orduya yeni katılmış genç Fransız askerler de katılırlar. Oysa bu askerler; büyük bir hülyanın ve yanılgının, eski fetih hikâyelerinin cezbediciliğiyle beraber yola çıkarlar. Romanın çok büyük bir bölümü de cephede savaşan askerlerin hüsranları ve hikâyeleri üzerine kurulur. Elbette bu hikâyeler, Zola’nın ayrıntılara ve sürece odaklanan aynasından geçerek okura verilir.
Emile Zola, edebiyatta natüralizmin en önemli temsilcilerinden biridir ve romanlarında sadece gözlemleyen, olguları saptayan bir yazar olarak karşımıza çıkmaz. Aynı zamanda romanın karakterlerini, toplumsal olaylarını bir dizi zorlukla sınayan, çelişkileri arayan, bir nevi yapıtını deneyler dizgesinden geçiren bir romancıdır. Dolayısıyla “Yıkılış”da ayrıntıların ve betimlemelerin öne çıktığını gözlemleriz. Fakat çok fazla detay, romanın ve olayların ilerlemesine yardımcı olmayabiliyor. “Yıkılış” romanında da bu durumun örnekleriyle karşılaşıyoruz. Fakat bugün düşünüldüğünde, bu durum bir sorun olarak algılansa da 19. yüzyıl edebiyatının kendi seyri içerisinde eleştiriye tabi tutabilecek bir problem değildir. Bununla birlikte romanın içindeki ayrıntıların ve betimlemelerin birçok açıdan zenginlik sağladığını, belirli açılardansa romanın akışını bozduğunu söyleyebiliriz.
“1869 Zola’nın yaşamında bir dönüm noktasıdır. 1893’e dek, yani tam 24 yıl boyunca sürdüreceği ağır bir çalışmaya bu yıl başlar Zola: İkinci İmparatorluk dönemini her yönüyle anlatmayı amaçladığı yirmi kitaplık bir dizi tasarlar. Diziye Rougun ve Macquart Aileleri: İkinci İmparatorluk Döneminde Bir Ailenin Doğal ve Toplumsal Tarihi adını verir.” (sayfa 11)
Bu dizinin sondan bir önceki eseri ise “Yıkılış” romanıdır. Zola, bu eseriyle İkinci İmparatorluk döneminin çöküşünü anlatır ve aynı zamanda, 24 yıllık bir kitap dizisinin sonlanışını da simgeler “Yıkılış”. İkinci İmparatorluk döneminin bir kesitini ve o döneminin ruhunu; imparatorun, askerlerin ve kitlelerin gözünden sergileyen bu romanın tarihsel bir değer taşıdığını da belirtebiliriz. Zola’nın bu başarılı romanı, Yordam Kitap tarafından Elif Aksu Kaya’nın çevirisiyle 2018’in Kasım ayında ilk kez basılma imkânı buldu ve bu önemli romanın geç bile basıldığını rahatlıkla söyleyebiliriz.
Romanın ilk kısmına dönersek eğer Fransız askerlerinin kendileri hakkında yenilmez oldukları fikrini yerle bir eden hüsrana çabuk ulaşırız. Berlin’i birkaç aya varmaz fethedeceğini düşünen Fransız ordusunun erleri, Prusya ordusunun Fröschwiller’i işgal ettiğini ve Fransa topraklarına ayak bastığını öğrenirler. Ardından ise Fransız ordusunun yenilgisi karşısında, mağlup edilme olanağının olmadığını düşünen Teğmen Rochas’ın şaşkınlık tepkisi gelir: “Yenildik mi! Nasıl yani yenildik? Niye yenildik?”(sayfa 38). Bu Fransızların üstünlük hissiyatının ortadan kalkmaya başladığı ilk andır.
“Ne aptalca iş yahu! İnsan tanımadığı bir memlekette nasıl savaşabilir allah aşkına?! Albay umutsuzluğunu gösteren belli belirsiz bir hareket yaptı. Savaş ilan edilir edilmez bütün komutanlara bir Almanya haritası dağıtıldığını biliyordu; ama birinin bile elinden Fransa haritası olduğunu sanmıyordu.” (sayfa 92)
Kendi topraklarının haritasını dahi almayacak, kendi memleketlerini bilmeyecek kadar bilgisiz, fakat Prusya’yı işgal edebilecek kadar şoven bir ruh hali içindedir Fransız ordusu. Dolayısıyla ilk yenilgi karşısında komutanlar da ne yapacağını bilemezler çünkü romanda, Teğmen Rochas’ın tepkisi gibi belirtilmese de deneyimsiz Fransız ordusunu savaştırmadan geri çeken komutanların da şaşkınlıklarının had safhada olduğunu anlarız. Tüm Fransız birlikleri eski görkemli savaş hikâyelerinin etkisindeyken ve ordunun yenilmezliğini kutsarken, beklenilmeyen bir mağlubiyetle karşılaşır ve yenilgiden önceki büyük illüzyon, hakikatin acımasızlığıyla parçalanır.
Bu parçalanış en çok asıl karakterimiz Maurice’in çelişkilerinin artmasına yol açar. Bu ilk yenilgiden sonra, Maurice’i değiştiren serüven başlar ve çelişkiler farklı düzlemlerde vücut bulmaya devam eder. Romanın sonuna kadar devam eden bir izleğe dönüşür. Bir anda tüm umudunu yitirip inançsız bir askere dönüşürken asker arkadaşı olan Jean ile olan dostluğu, onu tekrar inançlı bir asker haline getirir.
Romanın ikinci kısmında, Bazellies’de Fransa-Prusya birliklerinin çatışmasının yoğunlaştığını görürüz ve Fransız ordusu felaket denebilecek bir durumla karşı karşıyadır. Maurice’ in ağzından dökülen şu sözler çaresizliğin boyutlarını ortaya koyar. “Allah kahretsin, cesaret hiçbir işe yaramıyor!” (sayfa 281) Çok basit görünen ama yaşadıkları çaresizliğe uygun ve etkileyici bir sözdür bu. Her yeri vuran topların karşısında, tek başına cesaret yetersiz kalır. Aklın ve tekniğin gücü, çaresizliğin getirdiği cesarete doğal olarak üstün gelir. İmparator III. Napolyon’ un Bazellies’de yaşanan savaşta yaralanması ve artık psikolojik anlamda dayanamayacak noktaya gelmesi de şu sözlerle vücut bulur. “Of şu top sesi, şu top sesi! Bir çarşaf bulun, bir masa örtüsü, ne olursa! Hemen gidin şu sesi susturmalarını söyleyin!” (sayfa 288) Tam bir cinnet halini ve kendini kaybetmeyi gösterir bu sözler. “Of şu top sesi” diye başlayan cümleler leitmotiv olarak kullanılır. Bu sözler artık üzerindeki tüm sorumlulukları devretmek isteyen, bu sorumlulukları kaldıramayan bir imparatorun delilik hallerini ifade eder. Bu savaş çoktan kaybedilmiştir ve imparatorun psikolojisi üzerinden tüm Fransa’nın ruh hali verilmeye çalışılır. Sadece top seslerinin durması önemli hale gelir, iktidarın önemi kalmamıştır.
“Saygıdeğer kardeşim, birliklerimin başında ölememiş olmak bana, kılıcımı siz Majesteleri’nin ellerine teslim etmekten başka çare bırakmamıştır. Majesteleri’nin sadık kardeşi Napolyon.” (sayfa 306)
İmparator’un ağzından Prusya Kralı’na yazılan bu mektup, Sedan Muharebesi’nin kaybedilişinin kanıtı, Fransa’nın teslim edilişinin habercisidir. ‘Şanlı, büyük Fransa’nın felaketi, yıkılışı, fethedilmesi aslen bu teslimiyetten sonra başlar.
Ana hikâye Fransa’nın çöküşü olsa da elbette birçok yan hikâyede mevcut romanda. Silvine ve Honore’nin aşkları, Henritte’in hüzünlü hikâyesi, Jean ile Maurice’in dostlukları, Rochas’ın askerlik hikâyeleri, Fouchard Baba’nın aksilikleri ve daha birçok yan hikâye bulunuyor romanda. Tüm bu farklı hikâyeler, bu büyük savaşı ve yıkımı çeşitli açılardan anlamamıza yardımcı oluyor.
Romanın son kısmında ise arda arda Prusya ordusunun şehirleri işgali ve Cumhuriyet’in ilan edilişi, ardından Paris Komünü’ne giden süreç ele alınıyor. Elbette roman Fransa’nın işgaline odaklandığı için bu devrimler üzerinde derinlemesine durmuyor. İşçi sınıfının ilk iktidar deneyimini bu romandan ayrıntılı biçimde okumak mümkün gözükmezken romanı böyle bir beklentiyle okumak yanlış olur. Daha çok Komün’e giden koşulları anlamak açısından önemli bir romandır diyebiliriz. Paris Komünü ile ilgili bölüme, dolayısıyla çok fazla yer verilmemiştir. Ayrıca Paris Komünü’nün yenilgisine giden süreçle ilgili görüşler de yer alıyor romanda.
“Ticaret yoktu, iş yoktu, kaçınılmaz akıbetin tedirgin bekleyişi içinde aylak bir yaşantı sürüp gitmekteydi. Halk ulusal muhafızlara ödenen gündelikle yaşamını sürdürüyordu, çoğu kişi bankanın el konan milyonlarından* ödenen o otuz kuruş uğruna savaşıyordu; isyanın temel gerekçelerinden biri, esas nedeni buydu.” (sayfa 493)
Hem elinde olmayan nedenlerle savaş stratejisini doğru kuramıyor hem de Paris’in ekonomik, toplumsal krizine cevap üretemiyor Komün. Alıntıdaki yıldızlı olan kısımda da Marx’ın Komün hakkındaki eleştirisini yansıtan dipnot yer alıyor. Komün’ü Fransız Ulusal Bankası’na el koymamasından dolayı eleştiriyor Marx.
Romanın sonlarına yaklaştığımızdaysa kıpkızıl, ateşler içindeki bir Paris’le karşılaşıyoruz. Büyük bir yıkımın ve vahşetin yaşandığı, ölüm çığlıklarının yükseldiği, her tarafı bombardımana tutulmuş bir Paris…
“Uçsuz bucaksız bir deniz üstünde bir kan güneşi gibiydi. Binlerce pencere camı, görünmeyen körüklerle tutuşturuluyormuşçasına kızıl kızıl yalazlanıyordu (…) Dev bir çalı demeti gibi, kurumuş yaşlı bir orman gibi yanan, alazları ve kıvılcımları bir çırpıda göğe savrulan Paris’in kendisi de son bir alev demeti, kocaman, kızıl bir buket değil miydi?” (sayfa 527)
“Yıkılış” romanıyla büyük kahramanlık hikâyelerinin, “yenilmez Fransa” mitinin sonlandığını görüyoruz ve tüm değerleri yıkıma uğratan, tüm iyiliklerin yitirildiği bir savaş ve Fransa vardır artık karşımızda.
KÜNYE: Yıkılış, Emile Zola, Çeviri: Elif Aksu Kaya, Yordam Kitap, 2018, sayfa 528.
Akademi okumakla bitmez
"Şunu anlatmaya çalışıyorum: benim favori konum da üniversite politikası. Yıllar önce ilkten öğrenmek için okumaya başladığım bu konu, sonradan “nasıl olmalı?” sorusuna yanıt aramaya dönüştü, hatta biraz da ulviyet katarak sosyalizmde nasıl olmalı boyutuna götürdüm ki, itiraf etmeliyim bunda biraz da rasyonalize etme kaygısı vardı."
06-01-2019 10:30

Dikkatinizi çekmiştir, en sık akademi üzerine yazıyorum; bu da demektir ki en çok akademinin sorunları ile ilgili kitaplar okuyorum. KHK ile üniversiteden uzaklaştırılan birisinin hala bu konuyu okuması anlamsız gelebilir ama akademi içerisindeyken de böyle karşılanırdı. Piyasada bulunmayan, üniversite yayını olan bir kitabı, yazarı olan öğretim üyesinden istediğimde, “ne o hocam rektör olmayı mı düşünüyorsun?” sorusuyla az karşılaşmadım.
***
Yazının devamını okumak için buraya tıklayınız.
Bir bilmecenin peşinde: ‘Doğum Günü Sürprizi’
Doğum günlerini kim sevmez ki! Sevdiklerimizden bizlere gelen birçok güzel hediye… Fakat sürprizler uzun soluklu bir bilmeceye dönüşünce işler biraz karmaşıklaşıyor. Uzunca ve meraklı bir bekleyiş için hazır olun. Çünkü sürprizler bazen kısa sürmez!
17-02-2019 09:17

Selda Salman
Doğum günleri her zaman eğlencelidir. Tabii bir de merak dolu… Bizi seven insanlardan aldığımız hediyelerden neler çıkacağının merakı genelde kısa sürer. Paketi açarız ve içinde ne olduğunu görürüz. Peki paketi açtıktan sonra hala içinde ne olduğunu bilemiyorsak? İşte kitabımızda tam da burada işler biraz karışıyor.
“Doğum Günü Sürprizi” Doğan Gündüz’ün kaleminden çıkarak meraklı ve heyecanlı çocuklar için 2019 yılının ilk çocuk kitapları arasında raflarda yerini aldı. Resimlemesini Dilek Yördem Ceylan’ın yaptığı kitabımızda merak, çok daha fazla merak ve çokça da sabrı bir arada bulabilecek çocuklarımız. Aynı zamanda işbirliğini ve dayanışmayı da…
Doğum günü hediyelerini açmasıyla başlayan serüvenimiz uzunca bir süre devam ediyor. Kahramanımız çok sevdiği teyzesinden bir hediye alıyor. Bir kavanoz! Açıkçası biraz morali bozuluyor. Teyzesi, kelebekleri çok sevdiğini bildiği kardeşine kocaman kelebek resimli kitabını almışken elindeki kavanoza canı bir hayli sıkılıyor. Hem kavanozun dibindekiler de hiç ilgisini çekmiyor!
Ta ki akıllar karışana kadar. Teyzesi kavanozun içinde bir bitkinin tohumu olduğunu söylüyor. İyi bari, diye geçiriyor içinden kahramanımız. En azından bitkileri sevdiğimi biliyor teyzem! Fakat bu tohumları tanıyamıyor bir türlü. Ortalık karışıyor. Çünkü kocaman ailesinde hiç kimse o tohumun ne olduğunu bilmiyor. Babaannesi bile! Yüzlerce bitkinin adını ve özelliklerini ezbere bile kahramanımız ise düşünüp duruyor. Çünkü teyzesi hiçbir şekilde söyleyemeyeceğinin işaretlerini verdi bile. Öyleyse tohumu ekip beklemekten başka bir çaresi yok. Ve uzun bekleyiş başlıyor… Belki tomurcuklandığında ne olduğunu bilebilir!
“Doğum Günü Sürprizi” bitkileri çok seven bir çocuğun uzun ve meraklı bekleyişini samimi bir üslupla çocuklarımıza sunuyor. Öykümüzdeki kardeş kavgaları, beklentiler, sevinçler ise bizlere çok tanıdık gelecek. Bir tohumun tomurcuklanmasını beklerken ise aslında çocuklarımıza sabırlı olmanın, istediği bir durum veya olay için beklemenin, aynı zamanda sadece beklemekle kalmayıp gerçekleşmesi için emek vermenin önemi anlatılıyor.
Kitabımızın sonunda tohumun ne olduğu bulunuyor. Fakat nasıl? Hem de kahramanımızın hiç beklemediği şekilde ve beklemediği biri tarafından. Çünkü teyzesinin hediye ettiği tohum tomurcuklanıp bir çiçek haline geldiğinde bile kimse bilemiyor. Herkes heyecanla beklerken ve ne olduğunu öğrenmek konusunda umutsuzluğa düşerken, belki de biraz tesadüfi şekilde cevabı buluyorlar. Kahramanımız cevabı bulurken tek başına değil. Tohum konusunda aylardır dalga konusu olduğu kardeşi var yanında. Yine biraz morali bozulsa da, gelecek dönemlerde tek başına bir iş yapmaktansa birlikte çabalamanın önemini kavrayacağı kesin.
Doğan Gündüz, birçok keyifli duyguyu çocuklarımıza aynı anda yaşatıyor “Doğum Günü Süprizi”nde. Aynı zamanda sadece doğum günü hediyesi konusunda değil başka konularda da çocuklarımızı araştırmaya, ilgi duymaya ve meraka teşvik ederken canlarını hiç sıkmıyor.
Meraklı, araştırmacı ruhlu ve bilmece dolu doğum günlerini seven çocuklarımız için…
Künye:
Yazar: Doğan Gündüz
Resimleyen: Dilek Yördem Ceylan
Yayınevi: Yapı Kredi Yayınları
Baskı Yılı: Ocak/2019
Sayfa Sayısı:60
Marx'ı günümüzde aramak
17-02-2019 09:12

B. Aydın Doruk
‘’Toplumun devrimci dönüşümüne kimler önderlik edebilir?’’ ve ‘’Çevresel krizi nasıl aşabiliriz?’’ Mike Davis, kitabı ‘Eski Tanrılar Yeni Bilmeceler’i bu iki temel soru üzerine oturtuyor. Aslında bunlar Davis’in yeni sormuş olduğu sorular değil. Mike Davis bundan önceki yapıtlarında da bu soruları doğrudan veya dolaylı yoldan sorup cevap arıyordu. Fakat bu kitapta diğer yapıtlarına göre daha fazla yaptığı şey bu soruların ve cevapların içerisinde başka bir soruya cevap arıyor oluşu:
“Hangi Marx?”
Evet, aslında Mike Davis’in cevabını aradığı ve birçok noktayla cevaba giden yolu açmaya çalıştığı soru bu. Bugünün toplumunun anahtarı hangi Marx’ta? Davis, bu sorunun cevabını ararken Marksizmin temel tartışma başlıklarını tekrar açıyor ve bu tartışmaları ‘’güncellemeye’’ dönük bazı girişimlerde bulunuyor. Ve kitabın hemen hemen her alt başlığında küçük sorular sorarak tartışmayı derinleştirmeye çalışıyor.
Örneğin, kitabın ilk bölümünü Marksizmin en tartışmalı konularından birisi olan özne tartışmasına ayırıyor. Öznenin etkinliğinin nasıl anlaşıldığını incelemek için 19. yy sonu ve 20. yy başı gibi bir dönemi derinlemesine inceleyip tartışıyor. Aynı zamanda Davis, ‘kayıt dışı proletarya’nın devrimci karakterini ve bugünün devrimci öznesi olup olmadığını tartışıyor. Bu yeni ‘özne’nin geleneksel işçi sınıfı ile bağlarını kurmaya çabalıyor. Bu tartışmaları derinleştirmek için Eric Hobsbawm’a başvuran Davis, ‘’Hobsbawm’ın ‘gri kayıt dışı ekonomi alanı’ dediği alan, onun röportajından bu yana neredeyse bir milyar kişilik bir genişleme göstermiştir ve belki de ‘kayıt dışı proletaryayı’, gündelikçilikle, ‘mikro girişimcilikle’ ve geçim için suç işlemekle hayatını kazananların; yasaların, sendikaların ya da iş sözleşmelerinin koruması olmadan alın teri dökenlerin; fabrikalar, hastaneler, okullar, limanlar gibi sosyalleşmiş kompleksler dışında çalışanların; ya da yapısal işsizlik çölünde düpedüz kaybolup başıboş dolaşanların tümünün yer aldığı daha geniş bir kategori içine koymamız gerekir.’’ diyerek aslında bugün tartışmaya açılan öznenin öneminden ve büyüklüğünden bahsediyor.
Hemen ardından ise 21. yy Marksistlerinin görevini tartışan Mike Davis, bu ‘gereksiz insanlar’ın Marksistlerin gündemine girmesi gerektiğinden bahsediyor. Geleneksel işçi sınıfının ortadan kalktığını iddia edenlere ise karşı çıkan Mike Davis, bu iki ‘özne’nin yan yana geliş imkanlarını tartışmak gerektiğinden bahsediyor. Geleneksel işçi sınıfının güncel konumunu ve öznenin etkisini ve sınıf bilincini ise Marksist klasiklere inerek ele alıyor. Ve burada ‘Marx’ın en pahalıya mal olan suskunluğu’nu belirtiyor.
Mike Davis’in kitabın son bölümlerinde ise açtığı ve ‘yeni’ olan bir diğer tartışma ise sosyalist kent ve çevre tartışması. Neo liberal politikaların bütün dünyayı geri dönülmez bir felakete götürdüğünü belirten Davis, buna karşı verilecek mücadeleleri ve sosyalist kent anlayışının ne olması gerektiğini tartışıyor.
Yazıyı bitirirken kitabın oturduğu yere dair kısaca bir şeyler söylemenin önemli olacağını düşünüyorum. ‘’Karl Marx, sadece 19. yy açısından değil, aynı zamanda içinde bulunduğumuz çağı anlamak için de dev bir düşünürdür. Toplumu anlamaya yönelik başka hiçbir girişim, bu denli bereketli olmamıştır; yeter ki ‘‘Marksistler’’ ‘’Marksoloji’’yi aşsınlar ve tarihteki yeni gelişmeleri göz önüne alarak Marx’ın yöntemini uygulamaya devam etsinler.’’. Samir Amin’in bu paragrafı aslında 21. yy’da Marksistlerin temel görevini ve Mike Davis’in amacını kısaca açıklar nitelikte. Bugün kapitalizmi ve emekçi sınıfları ‘yeniden’ incelemek, Marx’ı bu incelemeye oturtmak ve Marksist bir perspektif yaratmak... Kısacası yeniden üretim sürecine girmek… İşte Marksizmi kapitalizmin ‘yeniden’ alternatifi yapacak yöntem ve Mike Davis’in önümüze koyduğu yeni bilmece bu…
Künye
Eski Tanrılar Yeni Bilmeceler- Marx’ın Kayıp Teorisi
Yazar: Mike Davis
Çevirmen: Șükrü Alpagut
Yayımevi: Yordam Kitap
Baskı:2018
Vitrin: Yeni çıkanlar
Bir haftaya daha veda ederken, yeni bir haftaya sizin için seçip aşağıda paylaştığımız yeni kitaplarla başlamanızı hararetle öneririz, sevgili İleri Kitap okurları… İyi pazarlar dileriz.
17-02-2019 08:56

MADDE 22 - JOSEPH HELLER
“Madde 22, okuduğum mantıklı tek savaş romanı.”
- Harper Lee -
“Madde 22, faşizme karşı verilen savaşta, Amerikalıların yarattığı en büyük destan.”
- Kurt Vonnegut -
“Son elli yılda yazılmış iki büyük Amerikan romanı var. Biri Madde 22.”
- StephenKing -
“Madde 22’nin muazzam başarısı, seçkin bir edebi eserin bazen gerçekten de çok geniş bir okuyucu kitlesine ulaşabileceğini gösterdi.”
- AnthonyBurgess -
“Orijinal. Kimse buna benzer bir kitap okumamıştır.”
- Norman Mailer -
II. Dünya Savaşı’nda bombardıman uçağı pilotu olarak görev yapıp askeri bürokrasinin nasıl işlediğini gören Joseph Heller tecrübelerinden ilhamla yazdığı bir kitapla Amerikan edebiyatını dönüştürdü. Edebiyatta mizahi geleneğin ve savaş karşıtlığının en önemli ürünlerinden olan Madde 22 ise yazarını gölgede bırakacak kadar popülerleşip başlı başına Amerikan kültürünün bir parçası haline geldi.
İtalya’da Amerikan ordusu adına bombardıman uçağı pilotu olarak görev yapan ve hiç karşılaşmadığı binlerce kişi tarafından öldürülmek istendiği için kızgın olan Yossarian’ın asıl derdi, askerlik görevini bitirmek için gereken uçuş sayısını her geçen gün artıran ordusuyladır. Yossarian, görevlerden feragat etmek için herhangi bir girişimde bulunursa, fazlasıyla komik bir kural olan Madde 22’ye takılacaktır: Eğer biri tehlikeli savaş uçuşlarını yapmaya gönüllüyse aklını kaybettiği düşünülür ama görevlere katılmak istemediğini belirten resmi bir başvuruda bulunursa delirmediği ortaya çıkar ve böylece görevine devam etmek zorunda kalır.
Yayınlandığı günden beri Amerikan edebiyatının köşe taşlarından biri olarak görülen Madde 22, tarihin en çok ilgi gören, en sıradışı kitaplarından biri. Edebiyatta kara mizahın doruk noktası.
(Tanıtım Bülteninden)
KÜNYE: Madde 22, Yazar: Joseph Heller, Yayınevi: İthaki Yayınları, 2019, 608 Sayfa
ADSIZ'DA YEDİ GÜN - FİLİZ ELASU
“Gönül gözüyle mi, dünya gözüyle mi bakacaksın bana?”
Cevap vermedi. Bekliyordu. Beyaz Renault gelse, onu kurtarsa… Ama Renault yavaştı, sabredemeyeceği kadar yavaş… Sabah güneşinin sıcaklığını, sarının turuncuya çalan parlak yansımasını önünde uzanan yolda, yolu çevreleyen çorak toprakta, sonra da yüzünde hissetti. Gözleri kamaşmıştı. Gözlüklerindeki lekeler belirginleşmiş, önündeki manzarayla gözleri arasına kirli bir perde örmüştü. Kendi kendine güldü. O, dünyaya kirli gözlük camlarıyla bakıyordu ve beyaz Renault’nun şoföründen medet umuyordu.
Arzuladığı Ses’ten, sesin sahibinden kurtulmaktı ama bunu yapabilmek için onunla yüzleşmesi gerekiyordu. Bu, çelişki değil miydi? Çelişkinin, çatışmanın olduğu yerde huzur arıyordu. Belki de yüzleşmeye yüklediği anlam yanlıştı. Aslında yüzleşme derken yüz yüze gelmeyi, savaşmayı değil, tanımayı kastediyordu. Tanımak ise, insanın gördüğünden kaçmasını değil, gördüğüyle bir miktar da olsa aynılaşmasını gerektiriyordu, tıpkı aynaya bakmak gibi…
Filiz Elasu, bu sefer Salih’in aynasına bakmaya davet ediyor bizi. Bakmadan geçemeyeceğiniz, görmeden edemeyeceğiniz mekanı ve etkileyici atmosferiyle; trajedi ve mucizenin birlikteliğini, tarihin ve şimdinin seslerinde duyacağınız; hayali ve gerçek karakterlerin eşliğinde bir hikayenin, varlığa ilişkin türlü sorunun peşinde bir yolculuğa çıkarıyor.
Adsız’da Yedi Gün bir yolculuk romanı, dışa olduğu kadar içe de dönük bir yolculuk…
(Tanıtım Bülteninden)
KÜNYE: Adsız'da Yedi Gün, Yazar: Filiz Elasu, Yayınevi: Siyah Beyaz, 2019, 270 Sayfa
KÜLTÜRSÜZLÜĞÜMÜZÜN DÖRT MEVSİMİ - FERİDUN ANDAÇ
Kültürsüzlüğümüzün Dört Mevsimi, tarihimiz boyunca mevcut olan, 2000’lerin ortamında giderek sertleşen kültürel krizin ortasında yazılmış denemelerden oluşuyor. Feridun Andaç, sözünü sakınmadan, edebiyat ve yayıncılık dünyası ve gündelik hayat içindeki kültürel yozlaşmanın, düşünsel erozyonun kaydını tutuyor.
Geçmişin birikimini canhıraş yok etmeye çalışan bir siyasal atmosferin, ve aynı zamanda ticarileşmenin baskısı altında kültürel üretim süreçlerinin geçirdiği değer kaybını önümüze seriyor. Okumanın, yazmanın, edebiyatın, yaşama güç katan, bireyin gelişimine katkıda bulunan bir direnme alanı olarak kavranabilmesine ilham veriyor.
Kültürsüzlüğümüzün Dört Mevsimi, metinler, kentler, okunan kitaplar ve anılar arasında mekik dokuyan, yaşadığımız zamanı edebiyatın içinden geçerek okuyan bir yazarın güncelliğimize bakan denemeleri.
(Tanıtım Bülteninden)
KÜNYE: Kültürsüzlüğümüzün Dört Mevsimi, Yazar: Feridun Andaç, Yayınevi: Eksik Parça, 2019, 240 Sayfa
CİHAT KISKACINDA KADINLAR - HAMİDE YİĞİT
“Savaş dediğiniz şey, bir toplumu topyekûn esir alıp biat ettirmek, sömürülme ve köleleştirilme planlarına karşı direncini kırmak değil midir? Topluma diz çöktürmenin en kritik aşaması ise kadınları teslim almaktır. Çünkü kadınlar toplumun direngen yanıdır… O yüzden ister içerideki iktidar savaşı olsun, ister işgal hedefli dış müdahaleler olsun, ilk hedef her zaman kadınlardır. Tarih boyunca bu böyle olmuştur.”
Ortadoğu’da “Arap Baharı” adı altında başlatılan savaşın korkunç yüzü birçok defa görüldü. Tunus’ta, Mısır’da, Suriye’de… Bu süreçte “cihat” savaşına katılan silahlı gruplarla hilafet devleti kurmak amacıyla ortaya çıkan eli kanlı örgüt IŞİD’in Irak ve ağırlıklı olarak Suriye’de kadınlar üzerinden yaptığı insanlık dışı uygulamalar da bütün dünyanın gözleri önünde gerçekleşti. “Cihat nikâhı” kıyılarak tecavüze uğrayan, pazarlarda üzerlerine etiket konularak satışa çıkarılan, bedenleri ganimet olarak vaat edilen kadınların yanında savaş ve cihat karanlığına karşı direnen kadınlar da vardı.
Hamide Yiğit, bu karanlığa karşı mücadele eden kadınları, Suriye’deki kadın direnişini, bölgeye özel analizler ve konunun öznesi kadınların anlatımıyla ele alıyor. Dünyaya seslerini duyuramayanların sesi olmak ve söylenmeyenleri söylemek için…
(Tanıtım Bülteninden)
KÜNYE: Cihat Kıskacında Kadınlar, Yazar: Hamide Yiğit, Yayınevi: Tekin Yayınevi, 2019, 240 Sayfa
YEDİ DELİ ADAM - ROBERTO ARLT
Yedi Deli Adam, kendisine sürekli acı veren ruhunu görüp anlamaya çalışan bahtsız bir adamı ve etrafında şekillenen karanlık, absürd olaylar silsilesini anlatıyor. Delilik nöbetleriyle, ruhun ve zihnin tikleriyle, birbirinden ilginç karakterlerle, devrimci, anarşist yaklaşımlarla dolu, yazıldığı dönemin Buenos Aires’inin çarpıcı bir portresini çizen roman, RobertoArlt’ın başyapıtı kabul ediliyor.
“Acizane, Arlt’ın İsa olduğunu varsayalım. Dolayısıyla Arjantin İsrail, Buenos Aires de Kudüs’tür... Arlt keskin zekâlı, tehlikeyi göze alan, koşullara ayak uydurabilen, doğuştan hayatta kalma becerisine sahip biri... hiç kuşkusuz Arjantin ve Latin Amerika edebiyatının önemli bir parçası.”
- RobertoBolaño -
“Kitaptaki karakterler okurun ruhuna adeta musallat oluyor.”
- JulioCortázar -
“Bu kıyılarda edebiyat dâhisi olarak adlandırılacak biri varsa o RobertoArlt’tır... sanattan ve büyük, tuhaf bir sanatçıdan... doğduğu şehri herkesten daha iyi, muhtemelen ölümsüz tangolar yazmış olanlardan bile daha derin anlamış birinden bahsediyorum.”
- Juan Carlos Onetti -
(Tanıtım Bülteninden)
KÜNYE: Yedi Deli Adam, Yazar: RobertoArlt, Yayınevi: Kolektif Kitap, 2019, 296 Sayfa
ÖLÜLER DİYARI - JEAN-CHRİSTOPHE GRANGE
Cinayet büro amiri StéphaneCorso, bir dizi striptizci cinayetini araştırmakla görevlendirildiğinde, ne peşinde olduğu katilin karmaşık ruh halinin ne de girmesi gereken karanlık dünyanın farkındadır. Soruşturma onu geçmişi şaibeli, goya hayranı bir ressama götürür: PhılippeSobieski’ye. Ressamla corso arasındaki düello, porno ve sadomazoşizm dünyasının labirentlerinde bir kedi fare oyununa dönüşür. Gerilimin efendisi Grangé, Ölüler Diyarı’nda insan doğasının kuytu köşelerini keşfe çıkıyor…
Sen kötüsün.
Sen bir katilsin.
Sen bir sapkınsın.
Senin kanın çürümüş, zehirli ve kokuşmuş bir kan. Soyun neyse kanın da odur.
(Tanıtım Bülteninden)
KÜNYE: Ölüler Diyarı, Yazar: Jean-ChristopheGrange, Çevirmen: Tankut Gökçe, Yayınevi: Doğan Kitap, 2019, 464 Sayfa
İlyada’dan Bülent Şık’a
17-02-2019 08:34

İzge Günal
Sanırım Sylvester Stallone idi, ona filmlerindeki konuların neden birbirlerine çok benzediğini sormuşlardı;yanıtı ilginçti: “Zaten toplam on tane konu var” demişti, “Bunları da Shakespeare yazdı, yani sadece ben değil, hepimiz aynı konuları kullanıyoruz”. Sonrasında okuduğum her romanda, izlediğim her filmde, tiyatroda bunu hep anımsadım; hayret ama doğruydu. Belki şöyle bir ekleme yapılabilir: Konular Shekespeare’den ama bütün kişiler de Homeros’tan, İlyada’dan alınmadır. Hem tanrılar, hem de ölümlülerle birliktetüm zamanların karakter yelpazesi bu destanda neredeyse tamamlanmıştır. Bunun yanında kötülük, hile, kadın gibi, Hegel’in deyimiyle, kavramlarla yorumlama da edebiyata girmiş olur.
***
Yazının devamını okumak için buraya tıklayınız.
Marstan gelen ziyaretçi: Yaban Diyarlarda Yabancı
İthaki bilim-kurgu klasikleri serisinin 40. kitabı olan, aynı zamanda kitabın yazarı Robert A. Heinlein’ın seride yayınlanan 3. kitabı olarak okuyucularla buluşan Yaban Diyarlarda Yabancı (Yabancı) diğer iki kitabın aksine okuyucuya daha zorlu ama bir o kadar da keyifli bir okuma deneyimi vadediyor.
10-02-2019 08:34

Serkan Atak
İlk defa Artemis yayınları tarafından basılan Yabancı, İthaki’den çıkan yeni versiyonunda yine Kağan Çam’ın çevirisine yer veriyor. Ayrıca okuyucular; Müfit Özdeş’in önsözü ve Virginia Heinlein’ın sunuşunun yanı sıra, Neil Gaiman’ın sonsöz yazısını da kitap aracılığı ile okuyabilecekler.
Ay Zalim Bir Sevgilidir* kitabı hakkında yazdığımız inceleme yazısında; Heinlein’ı takdim etmek amacıyla, çağdaş bilim-kurguyu bugünkü haliyle okuyabilmemizi, onun bilim-kurgu türünü modernize etme çabalarına ve bu yönde türe yaptığı felsefi-ahlaki katkılara borçlu olduğumuzu ifade etmiştik.
Bu yandan baktığımızda, yazarın felsefi-ahlaki açıdan türe yaptığı katkının en üst düzeyde olduğu eseri ile karşı karşıya olduğumuzu belirtelim. Bu tercih; Yabancı’nın, yazarın en çok tartışılan ve okuyanları en çok etkileyen kitabı olmasını sağlarken, okuyucu açısından zorlu bir okuyucu deneyimi yaşamasını sağlıyor. Yaklaşık 700 sayfa süren bu deneyim süresince, yazarın açtığı her tartışma üzerine kafa yormak, bu tartışmaları adeta bir yap-boz gibi birbirine bağlamaya çalışmak, bu zorlu yolculuğu keyifli hale getiren unsurlar oluyor.
Heinlein, bu tartışmaları yaparken, okuyucuyu bu hararetli ortama ortak ederek, onları soru sormaya teşvik ediyor; özgürlükçü, demokrat ve anarşist ruhlu bir amfi ortamında ders verircesine keyifle hikayesini anlatıyor.Çağımızı hırsla anlamaya çalışan ve bu çağa kendi yorumu ile rengini verecek olan 68 kuşağı için, böylesi bir kitaba sahip olmak ise büyük bir armağan.
Bu durum aynı zamanda, kitabın sansüre maruz kalmasına ve ilk defa yayınlandığı 1961 yılından 90’lı yıllara kadar kısaltılmış versiyonu ile okunmasına sebep oluyor. İthaki aracılığı ile okuyacağımız versiyonun, kitabın sansürlenmemiş uzun hali olduğunu belirtelim.
Marslılar tarafından büyütülen bir insanın, dünyaya gelerek insan olmayan bir bakış açısı ile insanları anlamaya çalışmasını anlatan Yabancı, özgün konusu ile, yazar için sonsuz yaratıcılıkta bir eleştiri alanı sağlıyor. Bu eleştirinin yanı sıra yine hukuk, aile, sevgililik ilişkisi, özgür aşk, devlet, yönetenler ve demokrasi üzerine zihin açıcı sorgulamalara girişiyor. Yazarın eserleri birlikte değerlendirildiğinde, kitabın kahramanı olan Valentine Micheil Smith’in mistik bir karakter olduğu varsayımından çok, dönemin sisteme yabancı bireylerini temsil ettiğini rahatlıkla söyleyebiliriz.
Aynı zamanda, kitapta geçen ve kitap açısından önemli bir yeri olan “grok” sözcüğünün, İngiliz diline girdiğini ve Oxford İngilizce Sözlüğü’nde yer aldığını belirtelim.
Şahsen, yazarın seri kapsamında yazılan Yıldız Gemisi Askerleri ve Ay Zalim Bir Sevgilidirkitaplarını, Yabancı’dan daha çok sevdiğimi söyleyebilirim. Ancak yazarın ve bilim-kurgu türünün takipçileri açısından, kaçırılmaması gereken bir kitap olduğunu ekleyelim.
Clarke ve Asimov’la birlikte bilim-kurgu türünün altın çağına damga vuran Robert A. Heinlein, bu sıradışı romanı ile neden büyük bir yazar olduğunu bize bir kez daha hatırlatıyor.
* http://kitapeki.com/ay-zalim-bir-sevgilidir/
KÜNYE :Yaban Diyarlarda Yabancı, Robert A. Heinlein, Çevirmen : Kağan Çam, İthaki Yayınları, 2018, 712
Üzüntüleri dalgalarla uğurlamak ve yeniden deniz olmak
10-02-2019 08:31

Ecem Güler
On bir yaşındaki Gece ve ailesinin kırılganlaşabilecek mutlulukların eşiğinde verdikleri ve ancak geçmişle yüzleşerek çıkabilecekleri mücadelesini konu alan, öyküleriyle tanınan yazar Anıl Mert Özsoy'un kaleme aldığı, Merve Atılgan'ın çizimleri ile katkı sunduğu Yeniden Deniz Olmak sizleri Ege'nin tatlı bir kasabasındaki Fesleğen Lokantası'na aile ve psikoloji üzerine düşünmeye çağırıyor.
Şehir hayatının temposundan yorulan anne ve babasıyla birlikte memleketleri Fethiye'ye dönen Gece kendini hiç bilmediği bir şehirde, hiç bilmediği bir okulda, hiç tanımadığı insanlarla bulur. Bu yabancı hayata alışmaya çalışırken tek sorun yaşayanın kendisi olmadığını fark eder. Annesi neden hep yorgun ve mutsuzdur? Neden onu sürekli sahilde uzaklara bakıp ağlarken görmektedir?
Dedesi Levent ve durgun denizin arkasından el sallayan Can adası Gece'ye bir şeyler anlatmaya çalışmaktadır. Belki annesi de lokantalarındaki masaları süsleyen fesleğenler gibidir: güzel kokular yayabilmek için çok su almaması, toprağının değişmesi, ilgi görmesi gereklidir.
Belki de deniz olmak isterken dalgaları izlemekten öteye gidemeyen bu ailenin acılarını hatıralaştırmaya ihtiyacı vardır. Belki de Levent dedenin söylediği gibi acılar gerçekten hatıralaştırdıkça güzelleşmektedir.
Günümüzün güncel aile sorunlarını ve insan psikolojisini başarılı noktalara dokunarak anlatmayı başaran romanda Gece ismiyle tanıdığımız torun ve Levent ismiyle tanıdığımız dede birlikte geçmiş yılları sayfa sayfa karıştırırken kiminin geçmişi affettiği, kiminin bugünü anladığı gerçeklerle karşılaşırlar. Hayat bazen çok eski bir kayıkla koca okyanusları aşabilmeyi göze alabilmek demektir.
Peki bu tatlı aile tüm acıları, üzüntüleri yaza sığdırıp sonbaharı umutla karşılayabilecek midir?
Yaz geçer, iyi gelir sözcükler.
KÜNYE: Yeniden Deniz Olmak, Anıl Mert Özsoy , Can Yayınları , 2019 Sayfa Sayısı: 102