Dünyanın en tuhaf harikası: Beyin

Dünyanın en tuhaf harikası: Beyin

Beynimiz ve vücudumuz yaşamımız boyunca öylesine değişir ki, bu değişimi algılamak bir saatin akrebindeki hareketi algılamak kadar zordur. Kırmızı kan hücreleriniz her dört ayda bir tümüyle yenileriyle yer değiştirirken deri hücreleriniz de birkaç haftada bir yenilenir. Yaklaşık yedi yıl içinde, vücudunuzdaki her bir atomun yerini başka atomlar almış olur. Fiziksel açıdan siz, aslında sürekli olarak yeni bir size dönüşürsünüz. Neyse ki bütün bu farklı versiyonlarınızı birbirine bağlayan sabit bir olgu var gibidir: bellek.

Ufuk Akkuş

Sinirbilimci David Eagleman; “Beyin senin hikayen” ile ezoterik bir konuyu okunması kolay, ilginç ve ayrıntılı bir popüler psikoloji kitabı haline getirerek bu alana ilgi duyanlara erişilebilir kılıyor. Eagleman; kendi gerçekliğimiz içine tutsaklığımızın farkına bile varamayacak kadar hapsolmuş durumdayken milyarlarca beyin hücresi ve birbirleriyle kurdukları bağlantılardan oluşan ağın içinde “kendimizi” bulabileceğimizi ve daha iyi hale getirebileceğimizi ortaya koyuyor. Altı bölümde, kendi donanımızı kırabileceğimizi etkili bir şekilde anlatıyor ve her bölümü “Ben Kimim ?”, “Gerçeklik Nedir?” gibi varoluşsal sorularla çerçevelendiriyor. İnsan beyninin nasıl geliştiğini, duyularımızın ve algılama yeteneğimizin nasıl değiştiğini, dış faktörlerin eylemlerimizi ve karar verme sürecimizi nasıl etkilediğini, nasıl sosyal varlıklar olduğumuzu ve teknolojinin duyularımızı nasıl etkileyebileceğini inceliyor.

İnsanlar tamamen aciz, gelişimi eksik kalmış, hayat karşısında esnek birer beyinle doğar, farklı ortamlarda yaşama becerisi göstererek diğer türlerden fazla gelişim gösterir. Kendimizi içinde bulduğumuz dünya tarafından biçimlendiririz. Deneyim beyni değiştirir, bir şeylere nasıl anlam yükleyeceğimizi belirler. Deneyim, algı ve çevre farklılığı her bir beyni bir kar tanesi kadar benzersiz kılar.

Dışarıdaki bilginin beyne girişi için tek yol vardır: duyu organlarımız. Ama görmek için gözlerden fazlası gerekir. Beynin görsel verilerin gerçek anlamlarını doğru yorumlayabilmesinin tek yolu sinyallerin, hareketlerimiz ve onların duyusal sonuçlarıyla eşleştirilmesidir. Görmek bize zahmetsiz bir iş gibi gelse de sanıldığı gibi kolay değildir.

Gerçeklik deneyimimiz sadece duyulardan gelen veri akışına bağımlı değildir. İçsel model devreye girince dünya sahneden çekilse bile gösteri sürer, beyin kendi imgelerini yaratmaya devam eder. Ama çevremizdeki dünyayı tüm ayrıntılarıyla algıladığımız bir yanılgıdır. Örnek olay incelemeleri; aldığımız kalorilerin yüzde yirmi kadarının beyne enerji sağlamak için kullanıldığını ve beynimizin gelen bilginin sadece dünyada yolumuzu bulmak için gerektiği kadarını işlediğini göstermiştir. Gerçeklik, biyolojimizle sınırlı, kafatasımızdaki sahnede canlandırılan ve beyinden beyine farklılık gösteren bir hikayedir.

Beynimiz çevreden sürekli bilgi toplar ve bu bilgiyi davranışlarımızı yönlendirmede kullanır. Freud da bilinçdışının bu derin mağaralarını aydınlatmak için uğraştı. Elimizde sıcak bir içecek olduğunda bir arkadaşımızla olan ilişkimizi anlatırken daha olumlu, soğuk bir içecek olduğunda daha olumsuz bir tavır takınabiliriz. Bilinçli zihin, özgür irade ne kadar kontrol sahibidir?

Beyin vücutla sürekli geribildirim ilişkisi içindedir. Farkında olmadan fizyolojik imzamız karar vermemize yardımcı olur. Beyin, deneyimlerimizden yararlanarak dünyayla ilgili sürekli bilgi toplar. Böylece seçenekleri kıyaslayıp değer biçeriz. Çevremiz ve algımız değişebildiği için, bu değerlendirmeleri kalıcı mürekkeple yazmamız mümkün değildir. Kim olduğumuz, ne yaptığımız, dünyayı algılama biçimimiz karar verme eylemimize bağlıdır. Bir tek kimliğe sahip olsak da, bir tek zihne sahip değiliz. Birbiriyle yarış halindeki güdülerin toplamıyız. Daha iyi karar verebilmemiz, seçeneklerin beyinde girdikleri rekabeti anlamamıza bağlıdır.

Toplumsal dünyanın içinde, başkalarının niyetlerini okumaya çalışarak, toplumsal yargılarda bulunarak yol alırız. Dünyada yolumuzu bulmamıza yarayacak antenlerle donanmış olarak doğar, bu yetimizi büyüdükçe zenginleştiririz. Bizim nöronlarımız gezegendeki herkesin nöronlarıyla karşılıklı iletişim içindedir. Bu bize ilerlemek için birbirimize ne kadar ihtiyacımız olduğunu gösteriyor.

İnsanların binlerce kuşak boyunca yineledikleri yaşam döngüsü aşağı yukarı aynı: Doğuyoruz, kırılgan bir bedeni idare etmeye çalışıyoruz, bize sunulan küçük bir duyusal gerçeklik kesitinin tadını çıkarıyoruz ve ölüyoruz. Bilim bize bu evrimsel hikayenin ötesine geçebileceğimiz araçları sağlayabilir. Artık kendi donanımıza müdahale edebileceğimize göre beynimiz onu teslim aldığımız şekilde kalmak zorunda değil. İnsanlık şu anda kendi kaderimizi elimize almamızı sağlayacak araçları keşfetme aşamasında.

Her yeni öğrendiğimiz şey, beyin plastisitesi (beynin uyum yeteneği) sayesinde biyolojimizle teknoloji arasında bir evliliği mümkün kılar. Beyin teknoloji vasıtasıyla bilgiyi aldığı sürece işini yapar. Dille “görmek”, vücutta dolaşan titreşimlerle “duymak” beynin duyusal değiştirim gücü ile gerçekleşir. Uzak gelecekte yalnızca fiziksel vücudumuz değil, benlik duyumuz da gelişmeye tabi olacaktır. Peki, ölüm kaçınılmaz olmaktan çıkabilir mi? “Alcor Yaşam Uzatma Vakfı”nın biyolojik çürümeyi önleyen bir derin dondurucuda saklamakta olduğu 129 kişi sadece bir kumar mı? Yapay zeka mümkün mü? Eagleman, bu soruların cevapları üzerine düşünmemizi sağlıyor. Kime dönüşeceğimiz bize bağlı diyor. Zeynep Arık Tozar‘ın harika çevirisiyle kitap bize ulaşıyor.

Künye: David Eagleman,”Beyin Senin Hikayen”, Çev: Zeynep Azık Tozar, Domingo, 21. Baskı, Ekim 2020, 265 Sayfa.

 

 

 


 

DAHA FAZLA