'Distopyayı yaşıyoruz, ütopyaları ise düşlemeyi bile bıraktık'

'Distopyayı yaşıyoruz, ütopyaları ise düşlemeyi bile bıraktık'

Hem bireyin iç dünyasını hem de toplumu gerçekçi bir biçemle ele alan Deniz Yıldırım’la Mümkün’ü konuştuk.

Söyleşi: Deniz Burak Bayrak

Akademisyen ve köşe yazarı Deniz Yıldırım ilk öykü kitabı Mümkün ile adeta “İyi edebiyat nasıl olur?” sorusuna yanıt veriyor. İyi kitaplara ve edebiyata büyülenerek baktığını belirten yazar, okurları da büyülemekten geri kalmıyor. Hem bireyin iç dünyasını hem de toplumu gerçekçi bir biçemle ele alan Deniz Yıldırım’la Mümkün’ü konuştuk.

Deniz Yıldırım

Öncelikle kitabınız Mümkün dolayısı ile sizi kutlarım. Akademisyen kimliğinizin yanında Cumhuriyet gazetesindeki “Halkçı Bakış” adlı köşenizde de yazılar yayımlıyorsunuz. Edebiyatla iç içesiniz. Mümkün yazmayı hep ertelediğiniz bir çalışmanızmış. Bu ertelemenin sonunda sizi kurgu yazmaya iten kritik an ya da durum ne oldu?

Teşekkür ederim. Türkiye ve dünya üzerine düşünmeye, siyasal çözümlemeler yapmaya ve çözümler üretmeye çalışıyorum yıllardır. Hem bir siyaset bilimci olarak hem de köşe yazarı olarak. Fakat zaman içinde siyasal yorumun ve siyaset biliminin memleket gerçeklerini anlama, çözümleme çabamızda bir tıkanıklığa yol açtığını ya da yetersiz kaldığını fark ettim. Neydi bu tıkanıklık? Türkiye siyasetinde her şeyin giderek kişiselleştiği, rejiminse neredeyse tek kişi etrafında kenetlendiği bir ortamda tek kişinin yaptıklarını, söylediklerini merkeze alan açıklama biçimlerinin, tersinden bakıldığında, milyonlarca insanın yaşamını, dertlerini, kaygılarını yok saymaya hizmet ettiğiydi gördüğüm sorun. Evet, yazılarımda halkçı bakışla halkın sorunlarını merkeze alıyorum ama bu “halk” kolektif kimliğinin içindeki “birey”ler, özneler tek tek neler yaşıyor, deneyimliyor; bunlar siliniyor. Bunu aşmaya çalışmanın, yok sayılan, ezilen, görünmez kılınan insanların yaşamlarını merkeze alarak bugünün edebiyatının inşasına yönelmenin de bir siyasal direniş biçimi olduğu kanaatindeyim. Bu açıdan beni kurgu yazmaya iten, tepelerde filler tepişirken kendi seslerini duyuramayan, siyaset dediğimiz süreç içinde kendisini bulamayan, günlük hayatta yıllardır karşılaştığım, tanıma şansı bulduğum onlarca insanı kendi kurgusal evrenime dâhil etme ve toplumla yeniden buluşturma arzusuydu. Kırılma anlarından birisi bu sanırım.

YOLCULUK DİNAMİZMİ OLAN ÖYKÜLER

Öykülerinizi yazma sürecinde nasıl bir yolculuğa çıktınız?

Yolculuk, doğru sözcük sanırım. Dikkatli bir okur, aslında kitaptaki 5 öyküde de bir yolculuk dinamizminin olduğunu mutlaka görecektir. Bu yolculuk bazen aşağıdan yukarıya (Dikine Mezarlık’ta olduğu üzere), bazen yürüyerek, denizden iç kesimlere (En Taze Ölüler ve Ev Hapsi öykülerinde olduğu üzere), bazen bozkırın ortasına, Anadolu’nun içlerine (Olduğu Kadar Olmadığı Kader) ve bazen de arabayla, uzak ve unutulmuş bir köye doğru ilerliyor. Benim yolculuğumla öykülerimin yolculuğu bu açıdan kesişiyor sanırım. Diğer yandan kitaptaki öykülerin sıralaması da bir yolculuk aslında. Distopik bir evrenden ütopyaya doğru. İlk öyküm “Dikine Mezarlık”taki distopik atmosferle son öyküm MÜMKÜN’ün bağlandığı ütopik arzunun bu yolculukta birbirini bütünlediğini düşünüyorum. Distopyayı yaşıyoruz, ütopyaları ise düşlemeyi bile bıraktık. Kitaba adını veren öykümde okuru yeniden, kendimizi ve yaptıklarımızı hiç küçümsemeden müdahil olmaya, yeniden ütopyalara sarılmaya davet ediyorum.

'PANDEMİ DÖNEMİ BİR DÖNÜM NOKTASI OLDU'

Pandemi yazma sürecinizi nasıl etkiledi?

Üniversitede ders yüküm, akademik çalışmalar, gündemle ilgili haftada iki gün köşe yazarlığı; hepsi birlikte düşünüldüğünde, kendi edebî üretim sürecime odaklanmakta zorlanıyordum. Daha ziyade iyi bir edebiyat okuru olarak kalmaya, ama o arada bulunduğum her yerde, tanıştığım her insanda bir öykü mekânı ve kişisi bularak notlar almaya devam ediyordum pandemiden önce. Kendime, kurgusal evrenime, biriktirdiğim notlarıma sakince dönüp bakmak, sessiz kış gecelerinde bunları MÜMKÜN’deki öykülere dönüştürmek açısından pandemi dönemi bir dönüm noktası oldu sanırım.

'ÇOĞU İNSAN BİRİNİN KENDİSİNİ DİNLEMESİNİ İSTİYOR!'

Günümüzün popüler kültür ürünlerini, politik olayları, toplumsal aksaklıkları öykülerinizde özenle kaleme almışsınız. Toplumu bu denli başarılı gözlemlerken yönteminiz ne oldu?

Teşekkür ederim. Özel bir yöntemim yok aslında; önceden tanışmasam da kolaylıkla insanlarla diyalog kurabiliyor, konuşmaya/sohbete başlayabiliyor, dertlerini dinleyebiliyorum. Bu ülkede çoğu insan, dertlerine çözüm bulunmasını istediği kadar, birinin kendisini dinlemesini, dertlerini ciddiye almasını istiyor aslında. Bu bir tanınma, varlık meselesi. Bir yandan da ülkenin çok farklı şehirlerinde, bölgelerinde ve farklı kültürlerini tanıyarak yaşadım son yıllarda. Bunun da etkisi oldu toplumu, farklı kesimleri daha yakından tanımamda.

YOLLARI KESİŞEN FARKLI ÖZNELER…

5 farklı öykünün her birinde farklı sınıflardan kahramanlar görüyoruz. Balıkçı kadın, mimar, emekli öğretmen, hurdacı, öğrenci… Bu kişileri seçişiniz özel bir tercih miydi?

Aslında ben bu kişiler üzerinden bugünkü Türkiye’nin “dışlananlar”ını, ezilenlerini bir araya getirmeye çalıştım. Her öyküde yolları birbiriyle kesişen farklı özneler var. Hayatın içinden, “Evet, ben de böyle birini tanıyorum.” diyebileceğiniz ya da “Bu ben değil miyim?” diyerek tebessümle okumaya devam edebileceğiniz öyküler olmasını istedim. Bir yanıyla gerçekçi, bir yanıyla da o gerçekliği kimi gerçeküstü unsurlarla harmanlayarak, okura boşluklar ve soru işaretleri bırakarak ilerleyen öyküler amaçladım. Okurun katılımını, hayal gücünü sürece katmayı edebiyatın görevleri arasında görüyorum. Edebiyatın demokratikleştirilmesi süreci, hem demokrasinin öznesi olarak “halk”ın, yok sayılanların daha fazla edebiyatın içine girmesiyle hem de okurların kendilerine sunulan metnin boşluklarına sızarak kendi yorumunu, hayal evrenini oraya katmasıyla mümkün. Yapmaya çalıştığım buydu. Dolayısıyla, evet; bu kişileri özel olarak seçtim. Bir yandan, dışlananları, ezilenleri tek tek kendi hikâyeleri eşliğinde ele aldım, fakat özünde onların birbirinden kopuk, habersiz görünen bu tekilliklerinden bir başka kolektif özne yaratmaya da çalıştım özetle.

GEZİ VE POST POLİTİK TRAVMA

“Dikine Mezarlık” öykünüzün kahramanı Erdem’in yaşamına onun geçmişini hatırlayışıyla katılıyoruz. Olay örgüsü daha sonra bambaşka bir çehreye bürünüyor. Erdem’i şekillendirirken onunla ilgili okura sunmaya çalıştığınız şey neydi?

Çok teşekkürler bu güzel soru için. Aslında “Dikine Mezarlık” katmanlı, zamansal ve mekânsal zıtlıkları birlikte taşımayı amaçlayan bir öyküydü benim için. Dolayısıyla Erdem’in geçmişiyle bugünü arasındaki makas, aslında iki eksende ilerliyor dikkat ederseniz: Birincisi; üniversite yıllarında toplumcu bir damara sahip olan genç, öğrenci Erdem’le şimdi düzenin, sermaye birikiminin yeniden üretimine katkı veren, para kazanan ama sosyalliklerini ve mutluluğunu yitirmiş bir Erdem var karşımızda. İkincisi; bir beyaz yakalı olarak yeniden halk sınıflarıyla buluştuğu, tanımadığı insanlarla sosyal bir dayanışma içine girdiği bir deneyim var geçmişinde Erdem’in. O deneyim dikkatli okurun anlayacağı üzere Gezi’dir. Gezi sonrası Türkiye’nin eğitimli tabakalarında ağırlıklı ruh halinin “post politik travma” olduğunu düşünüyorum. Gezi deneyimi, Türkiye’de tepeden kurgulanan kurumsal siyaset dayatmasına karşı, aşağıdan, dayanışmacı, yatay yeni bir siyaset pratiğini örmüştü kısa zamanda. Katılanlar da bu sayede yeniden siyasallaşmışlardı. Öyküdeki “dikine” metaforunu okur bu aşağıdan/yukarıdan zıtlığı temelinde de değerlendirebilir bu nedenle. Gezi’den sonraki Türkiye’de bugüne kadar yaşanan gelişmeler, bu tür tabandan gelen politika parantezinin hemen kapatıldığı ve ardından da kurumsal/tepeden siyasetin katılım/denetim alanlarının giderek otoriter temelde daraltıldığı koşullara işaret ediyor. Bu ise hepimizin ruhuna dokundu, umutsuzluğu, mutsuzluğu, yalıtılmışlığı pekiştirdi kanımca. İşte Erdem nezdinde, bu sancılı dönemin beyaz yakalılarının ve belki aydın katmanlarının ruhsal dünyalarının bu süreçten nasıl etkilendiğini de ele almak istedim. “Post politik travma” dediğim olgu budur. Erdem’in yaşamındaki umutsuzluk, mutsuzluk, ölümcül rutin aslında bunun dışavurumu. Bu biraz da, “çelişkili sınıf konumları” olgusunun nasıl deneyimlendiğini göstermek istediğim bir öyküydü bu nedenle. Anlık inişleri ve çıkışları olan, koşulları belirlediği kadar koşullarca belirlenen özneler bu konumlara sahip kişiler. Asansör metaforu da belki bu çerçevede okunabilir.

'KÜLTÜREL YOZLAŞMA BÜTÜN DÜNYADA GÖZLEMLENEN BİR OLGU'

“Olduğu Kadar Olmadığı Kader” öykünüzün beni fazlasıyla etkilediğini söylemeliyim. Erol Bey’in edebiyata ve okurlara verdiği değerin karşılığını alamamasının sarsıcı yanını okudum. Günümüz has edebiyatçılarının yaşadığı bir durum bu. Erol Bey gibi yazarların da hak ettiklerini aldıkları bir yeni düzen konusunda umutlu musunuz?

Erol Bey gibi yazarların hak ettikleri ilgiyi görecekleri bir düzen konusunda çok umutlu değilim. Kültürel açıdan yozlaşma bütün dünyada gözlemlenen bir olgu son yıllarda. Fakat bizim bunu daha sert deneyimlediğimizi düşünüyorum. Türkiye’nin özellikle 12 Eylül faşizminden bu yana yaşadığı baskı dönemleri, ezilenlerin bilinç ve birikimini geliştiren, uyandıran, ilerici, halkçı kültürel üretim damarının bastırılmasıyla hep el ele gitti. Şimdi AKP döneminde de bunu görüyoruz. Pandemiyle birlikte, Siyasal İslam hegemonyasının dışında kalan, bu hegemonyayı yeniden üretmeyen kültür-sanat alanına dönük maddi tasfiye süreci hızlandı. Ekonomik kriz bunu daha da tetikledi. Fakat tek sorumlu elbette baskıcılar değil. Yazarına, aydınına, bedel ödemeyi göze almış öncülerine sahip çıkmayan bir toplum bunları elbette yaşayacaktı. Sorun belki de Erol Bey gibi geleneksel dönem öncülerinin hak ettikleri ölçüde sahiplenilmemesinin de sonucudur.

'ŞİDDETLE BASTIRMA HÂLİ NEREYE GİDER, SÖYLEYEMEM!'

“Ev Hapsi” öyküsü oldukça çarpıcı ve güncel. Gerçek yaşamımızın birçok katmanını da içeriyor. Özellikle çocuk ve yaşlıların hurda, çöp topladığı ve gençlerin seslerini duyurmak istedikleri her an şiddetle karşı karşıya kaldıkları kaotik bir dönemin ortasındayız. Sizce nereye varacak öykülere konu olan bu hâl?

Bunu öngörmek zor açıkçası. Fakat bu öykülerde yaşamlarına dokunmaya çalıştığım insanlarla ilgili olarak bir şeye daha dikkat çekmek isterim. Her öykü aynı zamanda “dışlanan”, “ezilen”, birbirinden habersiz, dağınık özneler arasında bir irtibat kurma, bir “kolektif irade” sezgisi yaratma amacı da taşıyor alttan alta. Dikkatle okunduğunda özellikle “Ev Hapsi” öykümde bu daha iyi görülecektir. Dolayısıyla, öykülere konu olan bu şiddetle bastırma hâli nereye gider, söyleyemem. Ancak Ev Hapsi öykümün hemen ardından gelen ve kitaba da adını veren MÜMKÜN’de geliştirmeye çalıştığım politik alegorinin buna bir ölçüde yanıt verebileceğini söyleyebilirim.

MÜMKÜN’DEKİ TEKİL DİRENİŞ VE FARKLI ALEGORİK BOYUTLAR…

MÜMKÜN’de, “birey”in, bireysel tutumun bir yandan yok sayıldığı ve fakat teklik olgusunun siyasal alanda bu kadar yüceltildiği bir ortamda gelişen “tekil” bir direnişin, bireysel müdahalenin gündelik yaşamı, siyasal yaşamı, kolektif yaşamı nasıl tersinden de dönüştürebildiğini göstermek istedim çünkü. Fakat hikâye elbette bununla da sınırlı değil. Umarım içindeki farklı alegorik boyutlar üzerine düşünen, sorup sorgulayan okura ulaşır.

BİREYİN İÇ DÜNYASI İLE TOPLUMUN SENTEZİ

Öykülerde hem toplumcu bir hava hissediliyor hem de bireyin iç dünyasına mercek tutuyorsunuz. Cumhuriyet Dönemi edebiyatında ayrı başlıklar olarak değerlendirilen bu izlekleri başarılı bir şekilde birbirine yedirerek anlatmışsınız. Bu konuda söylemek istedikleriniz var mı?

Açıkçası bu ikisini birbirine zıtmış gibi görme eğilimini hep yadırgadım. Bireyin ruhunu, ruhsal dalgalanmalarını, iç dünyasını ele almadan bu dönemin edebiyatının yavan kalacağını düşünüyorum. Fakat evet, toplumcu bir damar var öykülerimde. Ve bireyin ezilmesi, yalnızlığı, yok sayılması ile içinden geçtiğimiz dönemin insanı ekonomik, sosyal ve siyasal açıdan ezen koşulları arasında açık bir ilişki görüyorum ve bu anlamda da iki izleği elimden geldiğince, edebî kurgu aracılığıyla sentezlemeye çalışıyorum öykülerde.

'YAZAR OLARAK KAHRAMANLARIMDAN FARKLI YERDE DEĞİLİM!'

Cumhuriyet gazetesindeki köşenizde “akış” merkezli yazılarınız ilgi görüyor. Kendi öykülerinizi genel bir bakışla değerlendirseniz kahramanlarınız akışın neresinde? Yazar olarak siz akışın neresindesiniz?

Kahramanlarım akışın diyalektik yönünü temsil ediyor. Bazen o akışı yeniden üretiyorlar, bazen bu akıştan kaçmayı ya da akışı bozmayı düşünüyorlar. Öykülerin iç çelişki ve gerilimlerini bu nedenle insanın bu üç eğilimini birlikte ele alarak kurmaya çalıştım. Bir yazar olarak ben de kahramanlarımdan farklı bir yerde değilim bana kalırsa. Fakat hangi işi yapıyor, hangi üretimi gerçekleştiriyor, hangi alanda neyin mücadelesini veriyorsam, teslimiyeti son seçenek olarak görüyorum, sanırım önemli olan da bu öncelikle.

KÜNYE: Mümkün, Deniz Yıldırım, Alakarga Sanat Yayınları, 2021, 157 sayfa.

DAHA FAZLA