Diktatöryel tavırların izleri
‘‘Diktatörlerle kitleler arasındaki ilişkiyi (insan ilişkilerinin tümünde olduğu gibi) tamamen anlamak ya da öngörebilmek mümkün değildir. Bir diktatör kitleleri peşinden sürüklemeyi, zihinleri ve iradeleri esir almayı, tek bir işaretle milyonlarca kişiyi harekete geçirmeyi nasıl başarır? Milyonlarca kişiyi bir liderin iradesine endeksleyen uyurgezerlik ve uysallığın doğasında ne vardır? Tarihçilerin ve sosyal bilimcilerin bir yığın açıklamasına karşın bu meselenin hala tanımlanamayan, öngörülmesi güç bir tarafı var. İnsan davranışını teoriler değil, deneyimler şekillendiriyor.’’
24-01-2021 00:03

Nursel Çelen
Milyarlarca kişi özgürlüklerin ihlal edildiği, insan haklarının çiğnendiği, tutuklama, işkence, yargısız infaz, yolsuzluk, iktisadi verimsizlik, fakirlik, cehalet, bulaşıcı hastalık ve toplumsal adaletsizliğin kol gezdiği otoriter rejimlerde yaşamaktadır. AlaEl-Asvani diktatörlüğü, insanlığa tehdit oluşturan ve kesinlikle müdahale edilmesi gereken bir hastalık olarak tanımlar. Diktatörlük Sendromu adlı kitabında bu hastalığın ortaya çıkış koşullarını, semptomlarını ve hem halklarda hem de diktatörün kendisinde meydana gelen komplikasyonların araştırmasını yapmaya çalışmıştır.
Ala El-Asvani 1957 doğumlu, diş hekimliği mezunu olan Mısırlı bir yazardır. Kendisini araştırma yazılarından ziyade Yakupyan Apartmanı, Mısır Otomobil Kulübü, Şikago gibi en çok okunan ve en çok dile çevrilen Arapça romanlarından tanıyoruz. Kitapları yayımlandığı dönemde ülkesinde çok ciddi tartışmalara yol açmıştır. Toplumsal gerçekçi bir yazar olarak Modern Mısır toplumuna ve kültürüne olağanüstü bir bakış getirmiştir. Mısır’daki devrimden üç yıl sonra General Abdülfettah el-Sisi iktidara geldiğinde El-Asvani’nin kitapları kara listeye alınmıştır. Diktatörlük Sendromu adlı kitabının yarısını Kahire’de yazmıştır. O sırada Mısır rejimiyle arası kötü olduğu için ülkede bulunması hem kendisi hem de ailesi için ciddi bir tehditti ve bu yüzden yarısı biten kitabını bir USB belleğe yükleyip çantasında saklayarak ülkeden çıkartmıştır. Kitabını New York’ta tamamlayabilmiş ve Türkçe baskısı bizlereİletişim Yayınları tarafından 2020 yılının son aylarında ulaşmıştır.
El-Asvani’nin kitabını tıbbi bir rapor biçiminde başlıklar halinde yazmasını hekim olmasından kaynaklı olduğunu düşünüyorum. Ancak kitabında teorik soyutlamadan ziyade bireylerin somut deneyimleri üzerinden bir anlatı yürütmüştür. Edebiyatçı olmasından kaynaklı insan deneyimlerine odaklanmış ve bu durum anlatıyı daha dasürükleyici hale getirmiştir. Dikta rejimi deneyimleri ağırlıklı olarak Mısır, Irak, Suriye ve Libya üzerinden verilmiştir.
El-Asvani, ilk kendi deneyimlerinden yola çıkarak otoriter rejimler altında yaşayan insanların siyasal davranışlarını anlama çabasına giriyor. Kendi çocukluğundan bir örnek vererek yazısına şöyle başlamıştır: “İsrail’le savaş 5 Haziran 1967 sabahı başlamıştı. Herkesin içi milliyetçi bir coşkuyla doluydu – kişisel tavrını bana şöyle izah eden babam da coşkunun bir parçasıydı: ‘Abdülnasır bir diktatör ve ona hala muhalifim ama bugün Mısır savaşın parçası ve ülkemizi desteklemek zorundayız.’... Evimizin balkonuna ufak bir haber paylaşım merkezi kurmuştum. Karşı komşumuz Martaadında bir büyükanne, oğlu, gelini ve çocuklarından oluşan bir İtalyan aileydi... Marta Teyze’yi severdim ve balkonundaki çiçekleri sularken onunla Fransızca konuşurduk. Savaşın başladığı sabah tatlı tatlı gülümseyip bana selam vermişti... Radyodaki askeri anonsları ona tercüme ederdim. İlkin 23 İsrail uçağını düşürdüğümüz açıklandı. Sonra bu sayı 46’ya, sonra 87’ye yükseldi. Düşürülen İsrail uçağı sayısının son anonsa göre 200 olduğunu söylediğimde MartaTeyze başını sallayıp söyle dedi: ‘Evladım devletiniz size yalan söylüyor. Ben İkinci Dünya Savaşı’nı yaşadım ve bu kadar uçağın bir günde düşürülmesiimkansız.’ Marta Teyze’nin tavrından rahatsız olup anonsları tercüme etmeyi bırakmıştım.”
El-Asvani, Nasır’ın propaganda aygıtının onları İsrail’i ezip geçtiklerine inandırdığını anlatır. Savaşın ilk iki günü böyle devam etmiştir. Üçüncü ve dördüncü günü ise felaketin boyutları tüm çıplaklığıyla ortaya çıkmıştır ve bu durum Mısırlılar için büyük bir şok yaratmıştır. Daha sonra Nasır görevden ayrılacağını Mısırlılara televizyon aracılığıyla bildirmiştir. Ancak Mısır halkı istifayı engellemek üzere sokaklara dökülmüşlerdir. El- Asvani, “Mısırlılar niçin Nasır’dan hesap sormak yerine, görevde kalmasını istemişti?” diye soru sorar ve bir karşılaştırma yapar. Bu tuhaf zihniyeti 1945’te Winston Churchill Almanya’nın teslimiyetini ve İngiltere’nin İkinci Dünya Savaşı’ndan zaferle ayrılışını açıkladıktan sonra yaşananlarla kıyaslamıştır. Britanyalılar savaştan sonra Churchill’i bir kahraman olarak görseler de yeniden başbakan seçmemiştir. El- Asvani, bu durumu Etienne de La Boetie’nin eseri olan “Gönüllü Kulluk Üzerine Söylev” deki fikirler üzerinden açıklamaya çalışır.
Daha sonraki deneyimi ise çocukluk arkadaşı olan Amir hakkındaydı. Amir, İletişim Fakültesi mezunu ve hayali ünlü bir gazeteci olmak olan başarılı bir gençtir. Mezun olduktan sonra devlet kontrolündeki büyük bir gazetede stajyer olarak çalışmaya başlamıştır. Kısa bir süre sonraAmir’den Başkan Mübarek’in kendi başkanlığını onaylatmak için yaptığı referandumu takip etmesini ve vatandaşların başkanı desteklemek için sandıkları doldurduğunu yazmasını istemişlerdir. Amir bu durumu El-Asvani’ye anlatmış ve gerçeği yazmak istediğini ve her ne pahasına olursa olsun yalan söylemeyeceğini belirtmiştir. Ancak iki gün sonra El- Asvani gazetede Amir’in yazısını okuduğunda şaşkınadönmüştür. Manşet şöyleydi: “Başkan Mübarek’e Görülmemiş Halk Desteği” O günden sonra El- Asvani Amir’e ulaşmaya çalışmış ama söyleyeceklerini duymak istemediği için görüşmemişlerdir. El- Asvani, burada diktatöryel bir devlette yükselmenin ya da yeni bir konuma gelmenin ilk adımı budur diyerek Mısır’da insanları dört kategoriye (destekçi, işbirlikçi, muhalif ve protestocu) ayıran güvenlik aparatının onayı olmadan devlette iş bulmanın imkansız olduğunu belirtir.
El-Asvani’nin kitabındaki diğer başlıklar (semptomlar) ise; Makbul Vatandaşın Ortaya Çıkışı, Komplo Teorisi, Faşist Zihniyetin Yayılması,Entelektüelin İtibarsızlaştırılması ve Terörizme Zemin Hazırlayan Faktörler ve Diktatörlükşeklinde sıralanır. El-Asvani‘nin semptom olarak tanımladığı bu başlıklar diktatörlük sendromunun en yayın ve en tehlikeli olanlarıdır. Dikkatimi çeken kısımlardan biri olan Entelektüelin İtibarsızlaştırılması’nda beş ayrı entelektüel tutumdan bahsediyor. İlki, Direnen entelektüel, isminden de anlaşılacağı üzere iktidara direnen ve ona karşı olandır. İkincisi Yandaş entelektüel, direnenin tam tersi iktidar yanlısıdır ve sürekli savunuculuk halindedir. Üçüncüsü ise Tarafsız entelektüel, şimşekleri üzerine çekmemek için muhalefet etmekten kaçınır öte yandan iktidarı desteklemeye de yanaşmaz. Dördüncü Yarı zamanlı entelektüel, bir yandan ifade özgürlüğünü savunurken öte yandan devlet memuru olarak otoriter rejime hizmet eder. Son olarakKomisyoncu entelektüel,paraya teslim olup değerlerinden vazgeçen olarak tanımlanır. Otoriter toplumlarda ciddi ve bağımsız entelektüele yer yoktur ve entelektüel faaliyetin yalnızca özgür bir toplumda verimli olabileceğini söyler.
Son olarak kitapta Sendromu Seyri ve Diktatörlük Sendromunun Önlenmesi başlıkları yer alıyor. Sendromun Seyri’nde diktatörün hayatının iktidara geldiğinde başladığından ve önemli üç aşamadan geçtiğindenbahsediyor. Bunların tek adamlık arzusu, şan şöhret ve mutlak yalnızlık olduğunu söylemektedir. Şan şöhret kısmında şöyle bir örnek verir: “Modern tarihte diktatörler isimlerini ilelebet yaşatıp büyük şan ve şöhrete kavuşmak için ‘mega-projeler’ başlatmıştır. Kaddafi’nin ‘Büyük İnsan Yapımı Nehir’ Projesi (1984); Mübarek’in Toshka Projesi (1997); Cemal Abdülnasır’ın Asvan Büyük Baraj Projesi (1960’ta tasarlanıp on yıl sonra hizmete girmiştir) ve Sisi’nin Süveyş Kanalı’nı genişletmek için 64 milyar Mısır poundu (yaklaşık 6 milyar Britanya poundu) harcadığı Süveyş Kanalı Koridor Alan Projesi (2014-2015). Düzgün bir fizibilite çalışmasıyapılmadığından Sisi’nin projesinin pek kazanç getirmeyeceği ortaya çıksa da Sisi’nin coşkusu azalmadığı gibi açılış töreni için büyük hazırlıklar yapılmıştı.” Yani diktatörün yolculuğunda şan şöhretin zorunlu bir uğrak olduğunu ve onu nihai aşama olan mutlak yalnızlığa götürdüğünü söylemektedir. Sendromun Önlemesi kısımda ise kısaca liderin karizmasının büyüsüne kapılmamak ya da herhangi birinin veya bir inancın idolleştirilmesine karşı çıkmaktır diyerek söylemesi kolay yapması zor olsa da diktatörlüğü önlemenin en etkili yöntemi olduğunu vurgular.
El-Asvani’nin dilimize çevrilen romanlarının hepsini okumuş ve çok beğenmiş biri olarak bu kitabındaki kimianalizler bana göre indirgemeci ve üstten olsa da anlatılan deneyimler fazlaca tanıdıktı. Bu nedenle yine de deneyimler üzerinden yapılan bu anlatının değerli olduğunu düşünüyorum. En önemlisi diktatöryel tavırların izlerini gündelik hayatta insanların davranışlarını nasıl etkilediğini bizlere çok güzel anlatmıştır.
KÜNYE: “Diktatörlük Sendromu”, Ala El-Asvani, , İletişim Yayınları, Çev. Barış Özkul 2020, 148 sayfa.
İLGİLİ HABERLER
Mütareke yıllarında İstanbul’da sosyalist mücadele ve ittihatçılar
Bu çalışmada Erol Ülker, BOA ( Boğaziçi Osmanlı Arşivi), TİTE ( Türkiye İnkılap Tarihi Enstitüsü) ve TÜSTAV (Türkiye Sosyal Tarih Araştırmaları Vakfı), Komintern arşivlerindeki belgeleri, İstanbul’u işgal eden devletlerin, yani İngiltere ve Fransa’nın, arşiv belgeleriyle de bütünleyerek bize yepyeni ufuklar açan tezler sunuyor. Ülker, bugüne kadar ilişkilendirilmemiş olgulardan hareketle 1918-1920 dönemi İstanbul’daki direnişçi çevrelerin genel bir tablosunu çiziyor. İttihatçı ve milliyetçi çevreler ile sosyalistler ve komünistler arasındaki ittifak ve cephe arayışlarını örnekleyerek bunun İstanbul ile sınırlı kalmayıp Bakü’ye kadar uzandığı görüşüne ulaşıyor.
28-02-2021 00:04

Ufuk Akkuş
Tarih kolektif bellektir ve bu belleğin içeriği tarihçinin bakış açısına, yararlanılan kaynaklara göre değişim gösterir. Yeni arşiv belgeleri ve yeni bilgiler doğrultusunda tarih her seferinde tekrar tekrar yazılabilir. Geçmişin gerçeğinin bilinmesi geleceğe sağlıklı bakışın da temelini oluşturur. Sol tarihimiz de yeni bilgi ve belgeler ışığında yeniden yazılmakta ve geleceğe dair ufkumuz geliştirmektedir. Osmanlı-Türkiye tarihi, milliyetçilik, sosyal hareketler ve emek tarihi alanında araştırmalar yapan Erol Ülker “Mütareke’nin İlk Yıllarında İstanbul’da Direniş ve Sol 1918-1920” kitabında o dönemdeki sosyalist ve komünist hareketlere, onların ittihatçılar ile ilişkilerine yeni arşiv belgelerinin ışığında yeni değerlendirmeler getiriyor.
Erol Ülker’in anlatımıyla; Birinci Dünya Savaşı’ndan yenik çıkan Osmanlı İmparatorluğu’nun topraklarının büyük bölümü, başkent İstanbul da dahil olmak üzere, Kasım 1918’den itibaren fiilen işgal edildi.16 Mart 1920’de İngiliz, Fransız ve İtalyan askeri makamları İstanbul’un yönetimine el koydu. Bu arada “İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin (İTC) iktidardan düştüğü ve yöneticilerinin ülkeyi terk ettiği bu konjonktürde İstanbul, Trakya ve Anadolu’da yerel direniş hareketleri ortaya çıktı. Daha sonra bu hareketler merkezileşti ve TBMM’nin Nisan 1920’den itibaren göreve başladığı Ankara, direniş hareketinin merkezi haline geldi. Bu süreçte İttihatçılar resmi olarak ortadan kalkmalarına rağmen direniş hareketinin örgütlenmesinde önemli rol oynadılar. İttihatçılarla iyi ilişkiler içinde olan “Karakol Cemiyeti” de direniş hareketinde rol oynayan örgütlenmeydi. Bu cemiyet Avrupa kapitalizm ve emperyalizmine karşı sol radikal bir eğilime sahipti.
Ülker’in belirlemesine göre Karakol Cemiyeti’nin ne zaman kurulduğuna dair bilgiler üyelerinin anılarına ya da onlarla yapılan mülakatlara dayanıyor. Karakol liderleri, Anadolu hareketine katkılarının yanı sıra İstanbul’da bir direniş hareketinin örgütlenmesinde rol almışlar ve daha sonra “Müdafaa-i Milliye” örgütünün çekirdeğini oluşturacak mahalle komiteleri kurmaya başlamışlardır. Ülker’e göre Karakol ile Bolşevikler arasında ortaya çıkan temasa paralel olarak İstanbul’da ittihatçı, komünist ve sosyalist çevreler arasında yakınlaşma ve iş birliği gelişmiştir. İstanbul’da 1920 baharında başta ittihatçılar ve komünistler olmak üzere farklı siyasi eğilimleri içeren geniş bir koalisyonun ortaya çıkmış olabileceğini ve bunun da cephe örgütlenmesi şeklinde “Müdafaa-i Milliye” olarak isimlendirildiğini öne sürer. Karakol Cemiyeti’nin Bolşeviklerle ilişkileri 1919 yılında başlamıştır. Baha Sait, Karakol Cemiyeti’ni (ve Uşak Kongresi’ni) temsilen Bakü’ye gider ve “komünist parti”nin Kafkas temsilciliği ile Ocak 1920’de dostluk ve yardımlaşma anlaşmasını imzalar. Bu anlaşmaya göre karakol ve Bolşevikler arasında özellikle Kafkaslar Bölgesi’nde önem arz edecek stratejik bir iş birliği öngörülür. Baha Sait ayrıca bu şehirde faaliyet gösteren “Türk Komünist Fırkası”na katılmıştır. Geniş ölçüde savaş esirlerine dayanan bu grubun lider kadrosu içinde Küçük Talat, Salih Zeki, Nuri Paşa ve Halil Paşa gibi ittihatçılar önemli bir ağırlığa sahiptir. Bu grubun Bakü’nün Sovyetleştirilmesinde büyük katkısı olmuştur. Nisan 1920’de Bakü’ye giren 11. Kızıl Ordu Taburu’nda daha önce savaş esiri olan Müslüman-Türk subaylar da görev yapmaktadır.
1908 yılında işçilerin büyük bir grev ve örgütlenme dalgası esnasında sosyalist hareket önemli bir büyüme evresine girmiştir. Bu döneme kadar sol hareketlerin etkinlik alanı Bulgar ve Ermeni cemaati ile sınırlıyken İkinci Meşrutiyet’ten sonra sosyalistler Yahudi, Rum ve Müslümanlar arasındaki etkinliklerini artırmışlardır. “Selanik Sosyalist İşçi Federasyonu”nun kuruluşu, İstanbul’da “Türkiye Sosyalist Merkezi”nin kurulması, 1910 Eylül başında İştirakçi Hilmi olarak da bilinen Hüseyin Hilmi tarafından kurulan “Osmanlı Sosyalist Fırkası” bu sürecin belli başlı dönüm noktalarıdır. Yalnız bu gruplar 1913’te gerçekleşen Mahmut Şevket Paşa Suikasti’nin ardından ortaya çıkan siyasal atmosferde varlıklarını sürdürememişler ancak Birinci Dünya Savaşı sona erdikten ve İTC iktidardan düştükten sonra yeniden kuruluş sürecine girebilmişlerdir. 1918 yılı sonlarında “Sosyal Demokrat Fırka” bu dönemde ortaya çıkan ilk sol partiler arasındadır. Mahmut Şevket Suikasti bahanesiyle sürgüne gönderilen İştirakçi Hilmi de İstanbul’a döner ve “Osmanlı Sosyalist Fırkası”nı bu defa “Türkiye Sosyalist Fırkası” ismi altında canlandırır. Ülker’in, Stefo Benlisoy’un “İstanbul Irgatları” başlıklı çalışmasından aktardığı gibi bu dönemde “Toplumsal Araştırmalar Grubu” ve bununla yakından ilintili “Dersaadet Amele Cemiyetleri İttihadı”nın hayatta kalan kimi kadroları, Mayıs 1920’de büyük bölümü Rumlardan oluşan “Beynelmilel İşçiler İttihadı”nın kuruluşunda önemli rol oynamışlardır.
“Türkiye İşçi ve Çiftçi Sosyalist Fırkası” da (TİÇŞF) İstanbul’da mütarekenin ardından ortaya çıkan bir diğer önemli sosyalist partidir. Bu grubun kökenleri Dünya Savaşı sırasında Osmanlı hükümeti tarafından eğitim görmek üzere Almanya’ya gönderilen çok sayıda genç işçi ve öğrenciye dayanır. Türk Kulübünün yönetimini ele geçirdikten sonra, önce “Türkiye İşçi ve Çiftçi Partisi”ni daha sonra da “İşçi Derneği”ni oluşturarak Mayıs 1919’da “Kurtuluş” dergisini yayınlamaya başlarlar. Türkiyeli Spartakistler olarak da anılan bu grup ülkeye dönerek Eylül 1919’da Şefik Hüsnü’nün de kendilerine katılmasıyla birlikte TİÇSF’nin kuruluşu için hükümete başvurur. Bir diğer sol örgüt, temellerini Mustafa Suphi’nin attığı “Türkiye Komünist Teşkilatı”dır (TKT). İTC muhalifi olan ve Mahmut Şevket Paşa Suikasti’nden sonra Sinop’a sürgüne gönderilen Suphi, 1914 yılında Rusya’ya kaçar ve Bolşeviklere katılır. Moskova’da “Yeni Dünya” gazetesini yayımlamaya başlayan Suphi, Temmuz 1918’de Türk Sol Sosyalistleri Konferansı’nın düzenlenmesine eşlik eder. Bolşeviklere bağlı “Müslüman Komiserliği”nin Moskova binasında yapılan bu konferansta TKT’nin temelleri atılır. George Harris’e göre Müslüman Komiserliği’nin kuruluşuna öncülük eden ve bu konuda Şerif Manatov’u ikna eden Stalin’dir. Moskova’da ortaya çıkan TKT daha sonra faaliyet merkezini sırasıyla Kırım, Odesa, Taşkent ve Bakü’ye taşımıştır. Mütareke döneminde ortaya çıkan komünist çevrelerden biri olan Türk Komünist (Bolşevik) Grubu (TKBG) ya da Partisi, TKT ile yakın bağlara sahiptir. TKBG’nin İstanbul’daki üyeleri arasında Rusya’dan gelen subaylar ve savaş esirleri önemli bir yer tutmaktadır. TKBG üyelerinin aynı zamanda ittihatçı unsurlarla da temas kurduğuna dikkat çeken Ülker, İstanbul’da sosyalist ve komünist hareketin canlanmakta olduğu sıralarda ittihatçılar arasında dikkate değer bir sol radikal yönelimin ortaya çıktığını vurgular. İttihatçılar arasında radikalleşme sadece “Karakol Cemiyeti” ile sınırlı değildir. 10 Mayıs 1919 tarihli bir rapora göre Rusya’da Kafkas cihetlerinde bulunmuş Enver ve kardeşi Nuri Paşa’ya yakın bir grup zabitan, Osmanlı topraklarına döndükten sonra Bolşevizm propagandasına başlamıştır.
Erol Ülker, o dönemin önemli sosyalist figürlerinden Numan Usta, Vanlı Kazım, Hemşinli Mehmet gibi mücadele öykülerine de değinir. Bunlardan Numan Usta İstanbul’da mebus seçilen tek işçi temsilcisidir. Numan Usta’nın bu derece önemli başarı kazanması ittihatçı ikinci seçmenin kendisine verdiği desteğe bağlanır. Seçim arifesinde yapılan sosyalist ittifak dağılmış olup TİÇSF, TSF, ve SDF adayları seçilememiştir. Numan Usta ise İstanbul’un, 16 Mart 1920’de resmi olarak işgalinden sonra İngiliz makamları tarafından Malta’ya sürgüne gönderilmiştir.
Ülker, 1920 yılında Bolşevikler, Mustafa Suphi ve ittihatçılar arasında görüşme, uzlaşma ve görev dağılımından bahsetmenin anlamlı olduğunu söyler ve ekler. Bu çevreler Komintern’in Doğu Halkları Kurultayı’nda temsil edilirler. Burada milliyetçi ve komünist unsurların anti-kolonyalist ve anti-emperyalist bir eksende iş birliği yapmasına yönelik görüşler kabul edilir. Bu kararlar bir anlamda komünist ve ittihatçı unsurlar arasında pratik olarak hayata geçen iş birliğine siyasal ve ideolojik bir zemin sunmuştur.
1918-1920 yıllarında sosyalist ve komünist grupların mücadelesi ve ittihatçılarla ilişkilerine odaklanan Erol Ülker, Türkiye sosyalist hareketinin belli bir kesitini yeni arşiv belgeleri ve süreli yayınlar ışığında değerlendiriyor.
Künye: Mütareke’nin İlk Yıllarında İstanbul’da Direniş ve Sol 1918-1920, Erol Ülker, Sosyal Tarih Yayınları, 2020, 128 sayfa.v
Dayanışma yaşatır: Uçtu Uçamadı
Birlikte uçmak, birlikte kaybolmak ve birlikte bulunmak için ihtiyacımız olan şey; bazen sadece hakiki dostlarımızdır...
28-02-2021 00:01

Burcu Adıgüzel
2020’nin nadir güzel haberlerinden biri, Oliver Jeffers’ın resimli kitaplarının sonunda Türkçeye çevrilmeye başlanmasıydı. Can Çocuk, yıl sonunda bu müjdeli haberi verdi ve çocuk kitapları severlerini, bir de Oliver Jeffers hayranı olarak beni hayli mutlu etti.
Oliver Jeffers, iki kitaplık bir seri ile karşımızda. “Uçtu Uçamadı” ve “Kayboldu Bulundu”, bir penguen ile bir çocuğun dostluğunu anlatıyor.
“Bir zamanlar bir çocuk vardı. Günün birinde, kapısında bir penguen buldu…” “Bir zamanlar iki arkadaş vardı, bir tanesi uçmak istiyordu…” Böyle başlıyor hikâyelerimiz. Resimlemeler muazzam, cümleler kısa. Kısa ve etkili. Tüm maharetlerini özgün bir dille aktaran yazar, bir dostluğun içerisinde üçüncü bir kişi olarak yer almamızı sağlıyor.
Doğduğumuz yeri, bazen yaşadığımız yeri ve ailelerimizi seçemiyoruz. Ama dostlarımız öyle değil. Onları seçebiliyor ve bu büyüyle yaşayabiliyoruz. Paylaşmanın büyüsü. Üstelik sadece iyi, güzel, mutlu, eğlenceli anlarımızı değil; dayanışmayı, hüznü ve mücadeleyi de… Asıl büyü de burada başlıyor. Sınanarak oluşan dostluklar yıkılmaz bir kale gibi örüyor hayatımızı. Kimi zaman birileri haksızca hapsediliyor, adına evde kalmak deniyor ve dostluklar ısıtıyor bu soğuk günleri. Kimi zaman dünyada tek başımıza kaldığımız hissi gelip yapışıyor ve bir kapı zili değiştiriyor tüm duygu durumunu. Zaman değişiyor, kahramanlar da. Hikâye hep aynı kalıyor, dayanışma yaşatıyor.
Penguenimiz kendini mutsuz, yorgun ve kaybolmuş hissederken dostu onun huzurlu olması için her yolu deniyor. Çünkü hayat boyu yalnız kalmak, yalnız başımıza dans etmek, sınırsız müziğin içinde kaybolmak" tek başınaysan ne kadar keyifli olabilir ki? Bizim mutluluğumuzla gözlerinin içi gülen bir yoldaş, “Düştük.” dediğimizde elimizden tutan bir dost, bazen sadece birlikte susabildiğimiz bir arkadaşın yerini ne doldurabilir? Bunun cevabını arıyor kitabın satırları.
Hüzünlenmeyi ve kahkahayla gülmeyi garanti eden, iki küçük dostun boylarını aşan bir maceranın tanığı olmak için bu satırlara davetlisiniz.
Künye: Uçtu Uçamadı, Oliver Jeffers, Çev. Celal Üster, Can Çocuk, 2020, 40 sayfa.
Vitrin: Yeni çıkanlar
Haftnın yeni çıkan kitapları arasından sizler için derledik. Keyifli okumlar ve iyi pazarlar dileriz.
28-02-2021 00:00

HOCA, BABA, AMCA, BEN - MURAT UYURKULAK
Bir sabah, uykunun en tatlı yerindeyken, kapı zili acı acı öttü.
Bülbül zillerdendi, bana çocukluğumun geçtiği Aydın'daki aile evini, o evdeki mutsuzluğu ve yoksulluğu hatırlattığı için sevmezdim, ama değiştirmeye de cesaret edemiyordum, maziyle iyi kötü bir bağdı neticede.
Kalktım. Dedim herhalde ev arkadaşlarımdan biridir. Anahtarını falan unutmuştur. Açtım kapıyı, hoca, babam ve amcam karşımda duruyordu.
Sabahın daha o saatinde sallanıyorlardı içkiden.
Babamın elinde büyükçe bir bavul vardı.
Hoca, Baba, Amca, Ben, Murat Uyurkulak'ın 2017-2020 arası yazdığı öyküleri bir araya getiriyor. Kitaba adını veren ilk bölümde dört karakter üzerinden anlatılan hikâyeler var. Bu karakterlerden üçü, anarşistlikten komünistliğe uzanan muhtelif muhalif tonları olan üç alkolik. Gururlu, dürüst, yoksul, dışarıdan bakıldığında "kaybeden" diyebileceğiniz, ama kendilerini asla kaybetmiş görmeyen, hayat, memleket, dünya ve insanlar hakkında söyleyecek bolca sözleri olan, entelektüel karakterler. Rakıları, muhabbetleri, şehirleri ve ufaktan yaşadıkları gönül maceralarıyla her şeye rağmen kendileriyle barışık ve eğlenceli insanlar. Onların düşüncelerini ve hikâyelerini ise "oğul, yeğen ve öğrenci" olan, ortalarındaki "Ben" karakteri sayesinde okuyoruz. İkinci bölüm "Tuhaf Şahıslar Albümü"ndeyse ilginç karşılaşmalar, hayata gölgesini ya da ışığını düşüren anekdot ile anılar ve kimini okurların yakından tanıdığı çeşitli figürlerin ustalıkla hikâyeleştirilmiş dokunaklı portreleri yer alıyor.
(Tanıtım Bülteninden)
KÜNYE: Hoca - Baba - Amca – Ben, Yazar: Murat Uyurkulak, Can Yayınları, 2021, 160 Sayfa
ORMANDAN GECE GELEN - ÖZGÜR ÇIRAK
"Ben bir ikameydim, kuru sandalyede oturmaktan ağrıyan sırtın arkasına konulan minder, oyuk, çürük dişe yapılan dolgu, soğuk gelen kapının altındaki boşluğa serilen bezdim…"
Ailesinin gölgesinden kaçamayan Harun'un ağzındaki kuşlar, hep aynı şarkıyı söyler. Harun annesinin kuyusunda kaybolur. Karacanın gelmesi çocukluğunu, kömürlük anısını yoklar. Karaca her şeyi başkalaştırır, zihinlere, şüphelere, korkulara, yüzleşilemeyenlere değer. Oysa karaca yalnızca yavrularını düşünmektedir.
İnsan hayvanın sırtında yük, hayvansa insanda doyulmaz bir açlıktır... Cem karacayı, karaca yavrularını izlerken ormanda bir yolculuk başlar. Kim geceden gelir, kim geceye yürür? Kim insan, kim değil… Karışır her şey birbirine, gece gereği. Cem değişir, karaca değişir, Ormandan Gece Gelen herkesleşir… Cem, karacanın peşinden koşa koşa kendine varır.
Ormandan Gece Gelen bir uzun öykü. Harun'un, Cem'in ve karacanın öyküsü.
(Tanıtım Bülteninden)
KÜNYE: Ormandan Gece Gelen, Yazar: Özgür Çırak, Nota Bene Yayınları, 2021, 96 Sayfa
DIMITRIOS’UN MASKESİ - ERIC AMBLER
Kötücül zekâyı anlamanın peşinde
İzmir’in kurtuluşu sırasında çıkan yangının küllerinden efsanevi bir kanun kaçağı doğar: Dimitrios. Daha sonra Mustafa Kemal Paşa’ya karşı planlanan suikast girişimine de adı karışan Dimitrios, İstanbul’da bulunan İngiliz polisiye yazarı Charles Latimer’in ilgisini çeker. Bu yeraltı figürünün hayatıyla ilgili ayrıntıların peşine düşen Latimer kendini çok geçmeden bütün Balkanlar’ı içine alan bir suikast, casusluk ve ihanet ağının ortasında bulacaktır.
Çağdaş gerilim ve casusluk romanlarının öncüsü kabul edilen Eric Ambler, tekinsiz komploların içine düşen sıradan insanların maceralarını konu alan romanlarıyla tanındı. Düşmeyen temposu, gerçekçi atmosferi ve İstanbul’da başlayıp casusların cirit attığı bir Avrupa’ya doğru genişleyen olay örgüsüyle Dimitrios’un Maskesi bugün de tazeliğini koruyan birinci sınıf bir gerilim romanı, Ambler’ın dünyasıyla tanışmak için harika bir başlangıç.
“Türünün başyapıtlarından biri.”
New York Times
“Ambler’ı henüz okumamış olanları gerçek bir ziyafet bekliyor.” – Washington Post
“En büyük gerilim yazarımız.”
Graham Greene
(Tanıtım Bülteninden)
KÜNYE: Dimitrios’un Maskesi, Yazar: Eric Ambler, Çevirmen: Gülçin Aldemir, Yapı Kredi Yayınları, 2021, 256 Sayfa
BİLİM NEDİR NASIL YAPILIR? - GREGORY N. DERRY
Bilim insanları karşılarına çıkan sorunları nasıl çözer? Bilimsel keşifler nasıl gerçekleşir? Soğuk füzyon gibi teoriler ve parapsikoloji gibi disiplinler neden tam olarak “bilimsel” sayılmaz? Bilimsel dünya görüşü nasıl bir şeydir?
Gregory N. Derry okura bilimsel düşünmeyi tanıtırken bu tür soruları yanıtlıyor. X-ışınları, yarı iletkenler, levha tektoniği ve çiçek aşısı gibi önemli keşif ve buluşları özetleyerek bilimsel çalışmanın dürüst gözlem, eleştirel akıl yürütme ve bazen de safi şans ile nasıl meyve verdiğini açıklıyor.
Derry bilimin hem gücünü hem de sınırlarını ortaya koyarak bilim ile din, etik ve felsefe arasındaki ilişkileri de ele alıyor. Kitap, okura bir bilim insanı gibi düşünmeye başlamak için mükemmel bir başlangıç noktası sunuyor.
“Çok iyi bir yazarın kaleminden muhteşem bir kitap. … Bilimi sokaktaki insan için daha anlaşılır kılma çabasına önemli bir katkı.”
Robert Ehrlich, Nine Crazy Ideas in Science, adlı kitabın yazarı
(Tanıtım Bülteninden)
KÜNYE: Bilim Nedir Nasıl Yapılır?, Yazar: Gregory N. Derry, Çevirmen: Ümit Hüsrev Yolsal, Say Yayınları, 2021, 440 Sayfa
DİNLEYİN SİZE BİR ŞEY SÖYLÜYORUM - GÜRAY ÖZ
Kelebek
Geçemedi tel örgüyü
Hoyrat muhafızı
Öyle duruyor gökyüzünde
Bir kül halinde duruyor
Hercai menekşe bir renk halinde
Sonunda inecek
Yeşilin içine kuşların arasına
"Okşayacak" deniz'in dedesi
Kelebeği
"Yanacak elleri"
(Tanıtım Bülteninden)
KÜNYE: Dinleyin Size Bir Şey Söylüyorum, Yazar: Güray Öz, Kırmızı Kedi, 2021, 96 Sayfa
MİKROİKTİSAT - ELEŞTİREL BİR KILAVUZ - BEN FINE
Bu kitap, iktisatla ilgilenen okurlar ve öğrenciler için, ana akım mikroiktisadın alternatif bir perspektiften kısa ve açık bir anlatımını sunmaktadır. Tüketici ve üretici kuramlarından genel denge kuramı ve tam rekabete, mikroiktisadın doğuşu ve gelişimini hem tarihsel hem de disiplinlerarası bir bağlama yerleştirmektedir.
Ben Fine, iktisat eğitimi ve araştırma alanındaki 40 yıllık birikimiyle bugün egemenliğini sürdüren mikroekonomik modellerin kavramsal içeriklerini ve metodolojilerini eleştirel bir biçimde gözler önüne sererken, konunun teknik yapısı ve mimarisini de göz ardı etmemekte, onun sınırlılıklarını ve kusurlarını bilse de, okurları ve öğrencileri bu yönde de bilgilendirmektedir.
“Tarihsel”in ve “toplumsal”ın iktisadın dışına itilmesine karşı bir itiraz da teşkil eden Mikroiktisat, aynı doğrultudaki Makroiktisat adlı çalışmayla bir bütünlük oluşturuyor.
Her iki kitabın Türkçede yayınlanma sürecinde, üniversitelerimizden hukuk dışı yollarla uzaklaştırılan öğretim elemanlarıyla dayanışma amacı gözetildiğini, kolektif bir çeviri ve yayına hazırlama çalışması yürütüldüğünü de okurlarımıza duyurmak isteriz.
“Ben Fine, yıllar içinde oluşturduğu tecrübesiyle, eleştirel ve yaratıcı yaklaşımları takdir eden okurlar için zengin ve anlaşılabilir bir kaynak sunuyor.”
Stuart Birks
“Marjinalizmin geleneksel zehrine ve mikroiktisat alanındaki genel denge kuramına, Say kanununa ve makroiktisat alanında kriz ve çöküşlerin inkâr edilmesine karşı paha biçilmez bir panzehir.”
Michael Roberts
(Tanıtım Bülteninden)
KÜNYE: Mikroiktisat - Eleştirel Bir Kılavuz, Yazar: Ben Fine, Çevirmen: Benan Eres, Yordam Kitap, 2021, 176 Sayfa
Faşizm: Yalanı parlat, hakikati sakla!
“Faşist ideoloji, insanların hiyerarşik biçimde üstün ırklar ve aşağılık ırklar olarak bölündüğü yalanı üzerine kuruludur. Bu ideoloji, daha zayıf ırkların üstün ırklara hükmetmeyi amaçladığına dair tamamen paranoyak bir fanteziye dayanır. Bu nedenle beyazlar kendilerini savunmak için ilk saldıran olmalıdır.”
27-02-2021 23:59

Şilan Geçgel
Savaş, şiddet ve çatışma nedeniyle yerinden edilen insanların sayısı tüm dünyada rekora koşarken Türkiye, dünyada en çok mülteciye “ev sahipliği” yapan ülkelerden biri. Evini terk edip kendine yeni bir ev, yeni bir hayat aramak üzere yollara düşenlere; “kollarını açmış bir ülke ne güzel!” diye düşünebiliriz ancak mülteciler için durumun bu kadar tozpembe olmadığını söylemek mümkün.
Çoğunlukla muhtemel bir şiddet sarmalının potansiyel faili; oranın ötekisi, yabancısı, mültecisidir. Tam da bu nedenle bugün medya kanallarında kendileriyle daha az empati yapılanlar da daha az görünür olanlar da çoğunluk olmayanlar, ötekiler, mülteciler- yabancılardır diyebiliriz. Yerinden edilenin yeni yer arayışı toplumsal olaylarla, dışlanma ve siyasilerin iki dudağı arasında göklere çıkarılma yahut yere çalınma arasında bir yerde sıkışmış durumdadır çoğu zaman. Seçim zamanı “oy kasası”, seçim bitince metropolün “çirkin yüzleri” hep aynı kişiler, gruplardır.
Yazar Federico Finchelstein; kızlarıyla şahit olduğu bayraklı, flamalı ırkçı bir eylem sonrası büyük kızının eylemcileri kastederek sorduğu “Bunlar Anne Frank’ı öldüren Naziler mi?” sorusuna şöyle yanıt veriyor: “Hayır, bu neo-Naziler onun katilleri değil, fakat öldürülmüş olmasından da memnunlar.”(1)
Bugün yazımıza konu olacak iki kitabın yazarı olan Finchelstein; faşizm, popülizm, ırkçılık gibi başlıklarda çalışmalar yapan Arjantinli bir tarih profesörü. “Faşizmden Popülizme” isimli kitabı, Ali Karatay tarafından çevrilmiş; ilk baskısını Ocak 2019’da yapmış. “Faşist Yalanların Kısa Tarihi” isimli kitabı ise çeviride Zeynep Şarlak imzası ile ilk baskısını Şubat 2021 tarihinde yapmıştır. İletişim Yayınları aracılığıyla Türkçeye çevrilen her iki kitabı, iktidar-devlet-rejim bağlamında ırkçılık ve faşizm meseleleriyle yakından bağ kurulmasını sağlayan, kavramların önemine odaklanan, faşizmin tarihine dair özenli bir okuma olanağı sunuyor.
Faşizmden Popülizme isimli kitapta iki temel soru üzerine odaklanan yazar, keyfi olarak her durum için kullanılan faşizm kavramı ile bugün çeşitli formlarda gördüğümüz faşizm kolları arasında önemli farklar olduğunu savunuyor. İkinci Dünya Savaşı sonrasında faşizmin asla geri dönmediğini, aksine bu döneme damga vuran en önemli olayın “faşizmin yokluğu” olduğunu ileri süren yazar; zamanın akışı içerisinde Soğuk Savaş’ın özel pozisyonuna da değiniyor. Yazara göre Soğuk Savaş’ı yaratan neden “faşizmin yokluğudur” ve sonucu bellidir: Liberalizm ve komünizmin savaşı.
Popülizmin, faşizmin tınılarını duyma noktasında önemli bir kavram olduğu fikri yazar tarafından gerekçeleri ile açıklanır ancak en önemlisi Finchelstein, faşizmin mirasını çeşitli popülizm ve neo-faşizm kombinasyonları aracılığıyla devam ettirdiği tespitini yapar. Neo-faşistlerin bazen popülistlerle ittifak içerisinde olduğu ancak popülistlerin demokrasiyi yıkmak yerine ona otoriter bir çerçeve çizme kaygısında olduğunun anlatıldığı tabloda yazar, özellikle Avrupa’da popülistlerin, tıpkı neo-faşistler gibi toplumu etnik temelde ayırdığını ve faşizmi bu bağlamda sağladığını da kayda geçer.
Yazara göre tüm faşizm ya da ön faşizm diyebileceğimiz kertelerde yapılanın, aslında toplumsal tabakanın etnik, siyasi, mezhepsel oyuklar açarak buradan beslenmesi üzerine kurulu olduğu gerçeğidir. Bahsi geçen en baştan beri “ev sahibinin”, düşman kabul ettiği “ötekiye” saldırısı; toplumun geri kalanını ikna etmek için parlattığı yalanı ve nihayetinde onun “ötekiliğini kalıcı kılma” gayretidir.
“Faşist ideoloji, insanların hiyerarşik biçimde üstün ırklar ve aşağılık ırklar olarak bölündüğü yalanı üzerine kuruludur. Bu ideoloji, daha zayıf ırkların üstün ırklara hükmetmeyi amaçladığına dair tamamen paranoyak bir fanteziye dayanır. Bu nedenle beyazlar kendilerini savunmak için ilk saldıran olmalıdır.”(2)
Gerçek ve yalan arasındaki çekişmenin, faşizm için ekmek ve su gibi elzem olduğunu ifade eden yazar; gerçeği görünür kılabilmek ve en önemlisi faşizmin yayılışını engellemek için kitleleri “yalandan korumanın” önemli olduğunu inatla savunurken siyaset bilimci Hannah Arendt’e de atıfta bulunur.
“Faşist Yalanların Kısa Tarihi” isimli eserinde, “Arendt ideal tiplerle ilgileniyordu. Ben ise faşizmin tarihine yönelik argümanlarımı ampirik olarak temellendirmek için olmuş olana, tarihsel olarak belgelenmiş isimlere bakıyorum.” diye yazar.(3)
Günümüzde faşizm ve popülizm kavramlarının gündelik kullanımlarının ciddi kavramsal hatalar barındırdığını savunan Federico Finchelstein, popülizmin faşizme yürüyüşte önemli bir basamak işlevi gördüğünü aktarırken popülizm ve faşizmle mücadele edebilmek için kavramların doğru kullanılmasının şart olduğunu anlatmaktadır. Basketbol oynayan-şortlu siyasi liderleri ve onların siyasi partilerine yapıştırılan “popülist” etiketinin, bir başka coğrafyaya yağdırılan bombalarla olan ilişkisi ulus ötesi bir bağlamda ele alınır.
Finchelstein, kitaplarının asıl amacının bu kavramları tarihsel bağlamından koparmadan doğru tespit etme, doğru kullanıma hizmet etmesi olduğunu açıklıkla ifade ederken gerçek ile hakikatin birbirine girdiği mitlerden de sıklıkla bahseder. Mitler konusundaki fikirlerini felsefi bir zeminde okurla paylaşır ve faşizmin, gerçeğin karşısında yalanın parlatılması demek olduğunu gün yüzü gibi ortaya serer.
Her iki kitabında da faşizmin esas amacının aşağıdan yukarıya ya da yukarıdan aşağıya demokrasiyi yok ederek bir otorite kurmak derdinde olduğunu aktaran yazar; faşizmi aşırı milliyetçi, milli hareketleri ve rejimleri olan, liberalizm ve Marksizm karşıtı bir ideoloji olarak tanımlar.
Kavramların birbirine karıştığı ve havada uçuştuğu bir dönemde, sürekli eşitlenen popülizm ve faşizm kavramlarına dair diyecek çokça sözü olan Finchelstein; bu iki kavram arasındaki farka odaklanarak tarihsel bir okuma yapmakla kalmıyor, bu iki kavramı post-faşizm gibi bir bağlam içerisinde ele almamıza da olanak sağlıyor.
Popülizmi, faşizme hem genetik hem de toplumsal olarak bağlı bir alt nüve olarak tanımlayan yazar, faşist kitle diktatörlüklerinin de popülist demokrasilerin de ortaya çıkardıkları lider portresinin özellikle “halkın üzerinde” resmedildiğini ifade ederken iki lider kültünün birbirinden çok farklı olduğunu vurgulamayı es geçmiyor. Yazara kimi itirazların geliştirilebileceği her iki kitap, özellikle felsefi bir zeminde ele alındığı takdirde bizi faşizm üzerine ciddiyetle düşünmeye sevk ediyor.
(1)Faşizmden Popülizme, F. Finchelstein, Çev. Ali Karatay, İletişim Yayınları, Sayfa.13
(2)Faşist Yalanların Kısa Tarihi, F. Finchelstein, Çev. Zeynep Şarlak, İletişim Yayınları, Sayfa. 14
(3)Faşist Yalanların Kısa Tarihi, F. F., Sayfa.30
Künyeler:
-Faşizmden Popülizme, Federico Finchelstein, Çev. Ali Karatay, İletişim Yayınları, 320 Sayfa.
-Faşist Yalanların Kısa Tarihi, Federico Finchelstein, Çev. Zeynep Şarlak, İletişim Yayınları, 148 Sayfa.
Şakaya gelmez bir ciddiyetle: Yaşamak İçin Sosyalizm
Erkan Baş’ın kaleme aldığı Yaşamak İçin Sosyalizm; Gezi’nin havasını soluyanları, forumlarda ve tencere-tava çalarken balkonlarda göz göze gelenleri, işçi direnişlerinde ısınmak için yakılan varillere birlikte ellerini uzatanları çağırıyor. İnsanlığa eşitsizlikten, yoksulluktan, sömürüden başka bir şey vaat etmeyen bu düzeni alaşağı etmeye çağrı, hep birlikte hepimiz için en iyi olanı kurmaya çağrı. Bu çağrı bize, hepimize...
21-02-2021 13:34

Berat Çelikoğlu
“Yaşamak şakaya gelmez,
Büyük bir ciddiyetle yaşayacaksın”
Nazım Hikmet
Ülkemizin içinden geçtiği bu zorlu zamanlarda yaşamı ve gerçekten yaşamayı tartışmaya ihtiyacımız var. Eğer yoksulluğa, işsizliğe, geleceksizliğe katlanma haline ve hayatta kalma mücadelesine “yaşamak” demiyorsak, yaşamaktan başka bir şeyi anlıyorsak... Türkiye İşçi Partisi Genel Başkanı Erkan Baş, İleri Kitaplığı’ndan bu hafta çıkan kitabı “Yaşamak İçin Sosyalizm”de işte bunu tartışıyor bizimle.
Günleri işçi direnişleri, hak mücadeleleri ve TBMM arasında geçen ve en çok da günleri böyle geçtiği için bu kitabı kaleme aldığını söyleyerek söze başlayan yazar, “Yaşamak için sosyalizm” ihtiyacını ancak kitapta sözü edilen her şeyi hep birlikte konuşup tartışabilmenin ve hayata geçirebilmenin karşılayabileceğine inandığını ekliyor.
Sosyalizmi tüm emekçiler düşünsün ve düşlesin!
Yaşamak İçin Sosyalizm, Erkan Baş’ın Türkiye’de -kitaptaki yerinde deyimle- “ürettiği tükettiğinden çok olan” milyonlarca emekçiyle samimi bir sohbeti aslında. Yıllarını sınıf mücadelelerinden öğrenmeye adamış ve öğrendiklerini emekçilerin lehine bir düzen kurmak için halktan aldığı yetkiyle Meclis’e taşıma görevini üstlenmiş bir devrimcinin emekçilerle sohbeti. Bu sohbette okur Erkan Baş’a gitmiyor, aksine yazar okurun evine, sofrasına, dükkanına, fabrikasına konuk oluyor adeta. Gündelik sohbetlerde sözü edilen şu yeni nesilden, hayat pahalılığından, “eski Türkiye’den” ve daha pek çoğundan birer parça var kitapta. Tüm bu çeşitliliği bir arada tutan bir çeşit tutkal görevini ise yaşamak ve yaşamak için sosyalizm ihtiyacı görüyor.
Yazarın devrimci siyasete atılma öyküsüne de bir söyleşi aracılığıyla son bölümde yer verdiği beş bölümlük kitapta bölüm başlıkları sırasıyla şu şekilde: Yaşadığımız Çağ / Gereksinim Olarak Sosyalizm / Bugünü Kazanmak / Hep Birlikte / Kişisel Öyküm.
“Yaşadığımız Çağ” ile sohbete başlayan Erkan Baş bizimle bugünü, varsa ufak zincirlerinden de kurtulan ve kâr dışında hiçbir movitasyonu kalmayan kapitalizmin ideal insanını tartışmaya girişiyor. Her yere koşuşturan, kâr hırsına angaje olmaktan başka çaresi olmayan insandan... İkinci bölümde kitabın adının bir slogandan çok daha fazla anlama geldiğini açıklamak istiyorcasına bir “Gereksinim Olarak Sosyalizm”i anlatıyor. Öyle ya, neden bir gereksinimdir bu sosyalizm? İkinci bölümü, “Bugünü Kazanmak” başlıklı üçüncü bölüme bağlayan şey de bu soru. Sosyalizm neden bir gereksinimdir, yazar üçüncü bölümde bunu çeşitli gerekçelerle açıklıyor. Üçüncü bölüm, kapitalizmin sivri bir bıçakla oymayı sürdürdüğü derin yaralara odaklanıyor. Gezegenimizin karşı karşıya olduğu ekolojik tehlike, toplumsal cinsiyet eşitsizliği, sömürü ve daha nicesi. Baş, üçüncü bölümde bu yaraları iyileştirebilmenin yollarını tartışıyor.
Dördüncü bölümde tartıştıkça olgunlaşan başlıkların çözümü için bir adım atmaya istekli herkese sesleniyor Baş. Öncelikle okuru siyasete davet ediyor, emekçileri kendi geleceği için söz söylemeye çağırıyor ve ardından vurguluyor: “Değişim için bize Parti gerek!” Tek başına karşı koyulamayacak denli büyük sorunların ve otoriterliği başat karakteristik özellik haline gelen kapitalizmin varlığında başarılı bir karşı koyuşun, itiraz edişin yegâne yolunun partili mücadeleden geçtiğini anlatıyor yazar.
Kişisel Öyküm başlığını taşıyan bölüme de özel bir değinide bulunmak gerekiyor. Söyleşi tarzında hazırlanan bölümde Erkan Baş parti fikriyle tanışmasından “üyesi olmayan ilçenin başkanlığına”, Gezi’de haklı çıkan bilimden Tekel Direnişi okuluna kadar kendi siyasi yaşamını yoğuran her şeyden bahsediyor. Yanlışlardan ve doğrulardan, haklı çıkmakla yetinenlerden, yetinmeyip inat edenlerden...
Kitabın önsözünde önemli bir tespit olduğuna inandığımız bir vurgu mevcut. Özellikle bugün yaygın olarak işçilere ve gençlere yönelik “okumuyorlar” eleştirilerine değinen yazar, ortaya şöyle bir soru atıyor: “Ya biz onların okuyabileceği bir şey yazamıyorsak?” Bu nedenle daha söze girerken, Baş bu kitabı gençlerin ve işçilerin özellikle okumasını arzulayarak kaleme aldığını dile getiriyor.
Kendisi özgürlük ve sosyalizm mücadelesinin çeşitli kısımlarında yer almış bir yazarın kaleme aldığı düşünceler de haliyle çeşitli mücadelelerden ve tarihin öğrettiklerinden besleniyor. Kitap işçi sınıfının yeni mücadele başlıklarından Gezi’ye, Tekel’den Boğaziçi direnişine kadar güncel ya da tarihsel, pozitif veya negatif pek çok yorum ve yaklaşım barındırıyor. Yorum ve yaklaşımlarında Baş, “bizim” sorunlarımızı başkalarının kucağına bırakıvermekten uzak duruyor, yalnızca düşmana değil dosta da söylenmesi gereken ne varsa söylemeye gayret ediyor.
Erkan Baş’ın da vurguladığı üzere kitap, Türkiye’de sosyalizm fikrinin kitlelerle buluşturulması sorununu giderme yönünde atılan önemli adımların ve kararlılığın bir sonucu. Akademik çevreler arasında sıkışıp kalmış kelimelerden uzak, Türkiye’deki tüm emekçilerin okurken kendilerinden bir parça cümle, bir parça duygu yakalayabileceği cümlelerden oluşuyor Yaşamak İçin Sosyalizm. Baş, parçası olduğu kolektif aklın da odaklandığı haliyle tüm emekçilere sosyalizmi düşünmeyi ve düşlemeyi öneriyor.
Yaşamak İçin...
Erkan Baş’ın kaleme aldığı Yaşamak İçin Sosyalizm; Gezi’nin havasını soluyanları, forumlarda ve tencere-tava çalarken balkonlarda göz göze gelenleri, işçi direnişlerinde ısınmak için yakılan varillere birlikte ellerini uzatanları çağırıyor. İnsanlığa eşitsizlikten, yoksulluktan, sömürüden başka bir şey vaat etmeyen bu düzeni alaşağı etmeye çağrı, hep birlikte hepimiz için en iyi olanı kurmaya çağrı. Bu çağrı bize, hepimize...
KÜNYE: Yaşamak İçin Sosyalizm, Erkan Baş, Yayıma Hazırlayan Doğan Ergün, İleri Kitaplığı, Şubat 2021, Birinci Baskı, İstanbul
Vitrin: Yeni çıkanlar
Haftanın yeni çıkan kitaplarının yanı sıra raflar arasında dikkat çeken ve önerilmeye değer başka kitaplar da bulunuyor bu haftaki vitrinde. Domenico Starnone’nin Türkçede yayımlanan ilk kitabı “Bağlar” Yüz Kitap etiketiyle, Aslı Tohumcu’dan “Taş Uykusu” İletişim Yayıncılık vesilesiyle, Susannah Cahalan imzalı “Deliler Arasında Akıllı Olmak” kitabı Say Yayınları’ndan, Akın Çokuğurluel’in dördüncü romanı “Şimdi Reklamlar” Nota Bene Yayınları ile, Andrey Voznesenski’nin unutulmaz eseri “Oza” yeni basımıyla Ve Yayınevi’nden ve son olarak Ali Akay imzalı “Delilik Gemisi” Ayrıntı Yayınları etiketiyle vitrinimizde yer alıyor. Gittikçe uzayan ve belirsiz pandemi döneminde size eşlik edebilecek altı kıymetli eseri beğenilerinize sunuyoruz. Keyifli okumalar dileriz.
21-02-2021 00:30

BAĞLAR - DOMENICO STARNONE
Cehennem başkalarıdır ve bazen o başkalarıyla aynı evdesinizdir.
Bağlar, İtalya’nın en prestijli edebiyat ödülü Strega sahibi yazar Domenico Starnone’nin Türkçede yayımlanan ilk kitabı.
Roman, on iki yıllık eşi Aldo’nun başka bir kadın için onu terk etmesi üzerine iki çocuğuyla tek başına kalan Vanda’nın mektubuyla açılıyor. İlk bakışta sıradan bir aile hikâyesi izlenimi uyandırsa da, Starnone bu romanda sosyal, ailevi, psikolojik ve ideolojik yapılar çözülürken açığa çıkan ve kahramanları altüst eden hayal kırıklığı, haset, özlem, değersizlik ve hınç duygularını, durum komedisi ve trajedi arası bir kurgu içinde ustalıkla resmediyor.
Özgürlük ile güvenlik arasında bocalayan kahramanlarıyla Bağlar, çarpıcı bir yerini bulamama anlatısı.
"Bağlar, katman katman, ustalıkla inşa edilmiş, bilmece gibi bir roman."
-The New Yorker
"Aile içi ruhsal kıyımlara dair sıkı bir hikâye."
-The Times Literary Supplement
(Tanıtım Bülteninden)
KÜNYE: Bağlar, Yazar: Domenico Starnone, Çevirmen: Meryem Mine Çilingiroğlu, Yüz Kitap
TAŞ UYKUSU - ASLI TOHUMCU
"Hep aynı hikâye, diye düşünüyor. İnsanlar biner, insanlar iner.
Giderim dururum. Kapıları açarım, kapıları kaparım. Tekrar gider, tekrar dururum. Tepem atar, birine kornaya basarım. Birinin tepesi atar, bana kornaya basar. Işık yanar beklerim, ışık yanar giderim. Karşıdan geçen arkadaşa el ederim." Bezgin bir belediye otobüsü şoförü sabahın ilk saatlerinde besmelesini çekip aracını çalıştırıyor. Duraklar geride kaldıkça içerisi balık istifinden hallice oluyor. Binen herkesin derdi, telaşı, meselesi ayrı ama içinde saklı… Bu tuhaf seferin sonunda hayır mı, şer mi olacak, kimse bilmiyor...
Aslı Tohumcu, bir toplu taşıma aracına biniyor, yolcuların yüzlerine yakından bakıp zihinlerini tek tek okuyor. Bir otobüs dolusu insan üzerinden, ülkede yaşananlara, şiddete, hüzne, çaresizliğe,
sevgisizliğe, iletişimsizliğe, duyarsızlığa ve daha nicesine dair çarpıcı bir tablo ortaya koyuyor. Taş Uykusu, görmezden gelinen, unutulan, unutturulmaya çalışılan gerçeklerle bizi yüzleştirecek ve biraz da paranoyaklaştıracak bir yolculuğun romanı...
(Tanıtım Bülteninden)
KÜNYE: Taş Uykusu, Yazar: Aslı Tohumcu, İletişim Yayıncılık, 2021, 100 Sayfa
DELİLER ARASINDA AKILLI OLMAK - SUSANNAH CAHALAN
“Rosenhan, psikiyatrik tanılar koymadaki yöntemlerimizin ve bilgi birikimimizin ne kadar zayıf ve hataya açık olduğunu çok çarpıcı ve etkili biçimde ortaya koyuyor.”
Jeffrey A. Lieberman
1973’te psikolog David Rosenhan “normal” insanların “deli” taklidi yaparak akıl hastanelerine girip giremeyeceğini, girseler bile kendilerine nasıl bir tanı konulacağını araştırmak üzere bir deneye girişti. Rosenhan ve yedi sahte hasta, sahte kimlikler ve sahte hastalıklarla çeşitli akıl hastanelerine girdiler. Acaba doktorlar, sağlıklı insanlara “akıl hastası” teşhisi koyacak kadar yetersiz miydiler? Ya akıl sağlığı sistemi, hastalara nasıl bir ortam ve tedavi imkânı sunuyordu?
Araştırmanın sonuçları kısa bir zaman içinde psikiyatrinin seyrini değiştirdi. Psikiyatrlar “kendilerine göre” tanı koymayı bırakıp bir akıl hastalıkları rehberi olan DSM’yi geliştirerek “bilimsel kriterlere göre” tanı koymaya yöneldiler. Fakat önemli bir sorun vardı: Rosenhan’ın bütün verileri gerçekten doğru muydu?
Nörolojik bir hastalığı varken yanlışlıkla psikiyatri servisine sevk edilen ve bu iki alan arasındaki belirsizliğin kurbanı olmanın eşiğinden dönen araştırmacı-gazeteci Susannah Cahalan, kendi öyküsüyle ilişkilendirdiği Rosenhan’ın peşinden giderek psikiyatrinin en derinlerine iniyor, akıl sağlığı sisteminden ilaç sanayisine, o zamandan bugüne dek yaşananları gün yüzüne çıkarıyor.
(Tanıtım Bülteninden)
KÜNYE: Deliler Arasında Akıllı Olmak, Yazar: Susannah Cahalan, Çevirmen: Enes Toplanır, Say Yayınları, 2021, 416 Sayfa
ŞİMDİ REKLAMLAR - AKIN ÇOKUĞURLUEL
Sonra kalktım, gözüm sloganın yazılı olduğu kâğıtta, masanın çevresinde birkaç tur attım. Uzaklaştım, yakınlaştım. Eğilip okudum. Kalktım bir daha okudum. Sonra tuvalete gittim, kâğıdımı da götürdüm yanımda. İşerken baktım. Ellerimi yıkarken lavabonun önüne koydum. Yemek hazırlarken baktım. Bulaşık yıkarken bardak kırdım, elime cam parçası battı. Bardaktan geri kalanları toplarken baktım. Yatmadan önce kanepenin üstüne koydum. Gece yarısı kan ter içinde uyandığımda yine baktım. Yerinde mi diye kontrol ettim. Bir şey bekliyordum kâğıtta yazan slogandan. Kutsal bir emir gibi, oku, diyordu bana.
Evet, muhakkak başka bir şey anlatıyordu bu cümle:
Akın Çokuğurluel, dördüncü romanı Şimdi Reklamlar'da kimsenin bilmediği bir dilin, anlamadığı bir cümlenin peşinden koşan İsmet'in, vicdan azabı, suçluluk ve ölüm üçgeninde dolanan yolculuğunu anlatırken, sanal mutluluklarla, pırıltılı vaatlerle çevrelenmiş yaşantımızda, konuşmanın, anlamanın, anlaşılmanın yerini sorguluyor. Okuru, sahteliklerle dolu sanal dünyadan, sosyal ilişki ağlarından, renkli kutunun kandırmacasından, siyaha boyanmış kısa bir cümle ile çekip çıkararak hayata dair başka bir gerçeğe çağırıyor.
Her acı kendi lisanını doğurur.
Onun acısı bu siyahlığın içinde gizli.
Peki ya, seninki?
(Tanıtım Bülteninden)
KÜNYE: Şimdi Reklamlar, Yazar: Akın Çokuğurluel, Nota Bene Yayınları, 2021, 216 Sayfa
OZA - ANDREY VOZNESENSKI
Ülker İnce'nin muhteşem çevirisi, Özdemir İnce'nin önsözü, Kenan Yücel'in desenleriyle, tümü numaralanmış özel basım. Selam Oza!
"1964 yılında yayımlanan Oza elli yıl sonra çok daha büyük bir şiir olarak çıktı karşıma. Ürperdim. Elli yıl sonra iyice kıskandım. Kıskandım, dehşetli tutkuyla, çünkü Oza sadece dünün ve bugünün şiiri değil aynı zamanda geleceğin şiiri. Kendini durmadan yenileyen bir şiir. Dünyanın bütün şairlerinin, geleceğin şairlerinin çarpışmak zorunda oldukları yaman bir rakip!
Oza, iç içe geçmiş sırılsıklam bir aşk şiiridir. Mayakovski'den sonra Rus şiirinin biçimsel sınırlarını kıran devrimci bir şiirdir. Önem ve büyüklüğünü anlatmak için, bu iki cümle bile yeter!"
Özdemir İnce
"Voznesenski, şiirinde 'sözüm ona ilerleme'ye, çıkarcıların, duygusuzların, göğüslerinde bir yürek taşımayanların eline geçince baskı aracı haline dönüşen 'kahrolası makine'ye karşı sevginin ve özgür insan ruhunun savunusunu üzerine alır. İnsani değerlerin baş koruyucusu olarak şair çıkar karşımıza. Bu eğilim, en çok da Oza adlı uzun şiirde görülür."
Mehmet H. Doğan
Kitaptan tadımlık bir alıntı:
Sen on yedindesin. Soluk soluğa kaldın yaptığın bütün o beden hareketlerinden. Adın ne olursa olsun. Siklotronun adını bile hiç duymuş değilsin.
Budalanın teki, iki merküri lambası dikmiş buraya, deniz kıyısına. Birbirimize doğru yürüyoruz. Birimiz bir lambanın, öbürümüz ötekinin yanından. İkimiz de sürüklüyoruz ardımız sıra bir ışık ışınını.
Sonra ellerimiz kavuşmadan önce gölgelerimiz birleşiyor –ölümcül bir solukluğun çevrelediği canlı, sıcak gölgelerimiz. Hâlâ bana doğru gelirmiş gibi görünüyorsun.
İnsanın ensesi her zaman geçmişe bakar. Zaman arkamızda uzar gider, troleybüs bekleyen insanların oluşturduğu uzun kuyruk gibi. Geçmiş benim arkamdadır –geçmişte omuzlarımda taşıdığım bir sırt çantasıdır. Ama siz geleceği arkanızda bıraktınız –bir paraşüt gibi ses çıkarıyor.
İkimiz birlikteyken, geleceğin senden bana aktığını duyumsuyorum, benden de sana –kum saatiyiz sanki.
(Tanıtım Bülteninden)
KÜNYE: Oza, Yazar: Andrey Voznesenski, Çevirmen: Ülker İnce, Ve Yayınevi, 2021, 64 Sayfa
DELİLİK GEMİSİ - ALİ AKAY
Bir vaka analizcisi Michel Foucault’nun 1961 yılında yayımlanan Deliliğin Tarihi eserinin ilk bölümünün yorumlanmasına odaklanan Ali Akay ve öğrencileri eserin neredeyse klasikleşmiş denilebilecek (anti-psikiyatrik çıkış olarak değerlendirilen) okumasının çizdiği sınırların bilhassa dışına taşarak eserdeki sanatsal bakışın içindeki verilerin nasıl kullanılabileceği tartışması üzerine yoğunlaşıyor. Foucault’nun diğer eserlerindeki arkeolojik ve soybilimsel araştırmalarının sonuçlarının da gözetildiği bu soruşturma düşünürün her vakaya göre başka türlü eyleyen, dikişlenemeyen bir tutumunun olduğunu gösteren bir bakış açısından hareket ediyor. Alternatif bir okumaya da imkân veren bu hareket Deliliğin Tarihi’ne edebiyat ve plastik sanat metinleri ilişkisi üzerinden yaklaşarak Türkçe literatürde bu tarz bir yönelimin ilk temsilciliğini üstlenme gibi önemli bir ayrıcalığın ortaya çıkmasını sağlıyor. Akay ve öğrencilerinin “konuşma olanağı” bulduklarında nasıl etkileyici söz deneycileri olduklarını gösteren bu çalışma Stultifera Navis ile sözün yaratıcılığının sularında yol alıyor, elbette tarihin farklı uğraklarına yaptıkları anlık sıçramalarla.
-Kurtul Gülenç
Michel Foucault’nun Klasik Çağda Deliliğin Tarihi kitabına damgasını vurmuş olan Stultifera Navis anlatısından yola çıkıyor Delilik Gemisi. Kitap, başlığındaki “delilik” ve “gemi” kavramlarıyla bir yandan bir öznel deneyime, bir yandan da bu deneyimin kurulması, dönüştürülmesi ve geliştirilmesi için gereken mekânsallaştırmaya gönderme yaparak Batı’ya özgü iktidar ilişkilerinin soybilimini takip ediyor. Mutlak olmayan, tıpkı Deliler Gemisinin üzerinde durduğu Avrupa nehirleri gibi akışkan olan sınırları çizme, sınırlarda durma, sınırın dışına çıkarma ya da içine alma pratiklerinde cisim bulan bu iktidar pratiklerinin analiziyle Ali Akay, Foucault’nun yaklaşık altmış yıl önce yayımlanmış ilk önemli eserinin eleştirel çizgisini günümüze taşıyor.
-Ferda Keskin
Foucault, kuralları her seferinde yeniden yazılacak bir “seksek” oyununun mucidi gibidir; kuralları kemikleşmiş oyunlara alışkın olanlar onda bocalar. Ali Akay, düşünürün bu dinamizmini yalnızca tanımıyor, ona içtenlikle eşlik ederek Deliliğin Tarihi’nin ilk bölümünü sanatsal bir yeniden yaratımla düşünüyor-düşündürüyor. Delilik Gemisi, Foucault yazınına bu yakadan yapılmış ustaca bir katkıdan ibaret değil, aynı zamanda “yeninin diriltilmesi” de.
-Çetin Balanuye
(Tanıtım Bülteninden)
KÜNYE: Delilik Gemisi, Yazar: Ali Akay, Ayrıntı Yayınları, 2021, 160 Sayfa