Devrimin ilk kurbanları: Mustafa Suphi ve 15’ler
Yoldaşlarımızın öldürülmeleri hadisesi o vakit dahi bizi ağlatamamış ancak gayız ve intikam duygularımızı şiddetlendirmişti. Şimdi bu satırları şikayet için yazmıyoruz, yalnız onların kıymettar hatıralarını takdis bahanesi ile nefret ve lanetimizi katillerin ve cihan burjuvazisinin yüzüne bir defa daha tükürmek için yazıyoruz. Bunlar bizim için çok büyük ziya olmakla beraber yeni nesil bundan ürkmemeli, belki ders almalı ve zamanı gelince de düşmanlarla o kadar katiyet ve azimle hesaplaşmalıdır.
14-02-2021 00:03

Ufuk Akkuş
Emek tarihinin ve Türkiye sosyalist hareketinin önemli kişi ve olaylarına ait belgeler gün yüzüne çıkmaya devam ediyor. Tarih araştırmacılarının titiz çalışmaları sonucu ortaya çıkan yeni bilgiler tarihe ve dolayısıyla geleceğe bakışımıza önemli açılımlar getiriyor. Mete Tunçay’ın Sosyal Tarih Yayınlarından 2020’de çıkan “15’ler Hatırası” kitabı Mustafa Suphi ve arkadaşlarının mücadelelerine ve katledilmesine giden süreci dönemin önemli figürleri ve Suphi’nin yoldaşlarının yazıları ışığında ortaya konuluyor. “15’ler Hatırası” adlı broşür ilk kez Mete Tunçay’ın “Türkiye’de Sol Akımlar 1925-1936” Cilt 2’de yayımlanmıştır. TÜSTAV, Mehmet Perinçek sayesinde broşürün aslına ulaşmıştır. Ayrıca Arsen Avagyan; broşürün Türkçesinde yer almamış, Salih Zeki’nin iki makalesi ve S. Yılmaz’ın bir şiiri yer almıştır. Bunun yanı sıra kitapta, broşürün Rusçasında bulunan C. Seydahmedov’un makalesinin çevirisi yer almaktadır.
Broşürde yer alan “İlk Kurbanlarımız” adlı yazısında Şefik Hüsnü; Rusya’da Çarlık’ın devrilmesinin Türkler arasındaki derin etkilerine değinerek bu etki sonucunda komünist grupların doğuşuna işaret etmiştir. Burjuvazi, komünist fikirlere baştan beri düşman gözüyle bakmış ancak bu hareketler fikir sınırını aşmadıkları ve emekçi kitlelerden uzak kaldıkları nispette ses çıkarmamayı uygun görmüştür. Fakat komünistler, işçi ve köylülere ve genç aydınlara seslerini duyurmaya ve devrimci parolalar ile arkasından sürüklemeye becerdiklerini görür görmez onlar üzerine yumruklarını indirmekte bir saniye bile tereddüt etmemişlerdir. Şefik Hüsnü, bunun örneklerine de yer vermiştir: 1921’de “Halk İştirakiyun Partisi” üyelerinin İstiklal Mahkemeleri’ne verilmesi; 1923’te seslerini duyurmaya başlayıp vatana ihanet suçlamasıyla İstanbul’da zindana atılmaları. Yine 1925’te komünistlerin Ankara İstiklal Mahkemesi’nde sorguya çekilmeleri ve uzun seneler için kürek cezasına mahkum edilmeleri. Şefik Hüsnü, bu saldırıların en kudurmuşçası olarak gördüğü Trabzon’da katledilen Mustafa Suphi ve arkadaşlarına değinir. Emperyalist düşman, topraklarımızı çiğnerken emperyalizme karşı savaşı kuvvetlendirmeye koşan 15 komünist, milli burjuvaziye önderlik edenler tarafından bir tuzağa düşürülmüşler ve cellatlarına parçalatılmıştır. Salih Yılmaz’ın 1936 yılında kaleme aldığı “Bir Kızıl Askerin Hatırası” adlı yazıda ise Mustafa Suphilerin hatırasına ve devrimci mücadelelerine odaklanılır.
S. Yılmaz’a göre; Proletaryanın Rusya’daki zaferiyle, Rusya’da bulunan bütün savaş esirleri gibi Türk esirleri de özgürlüğüne kavuşmuş ve serbest nefes alma imkanına kavuşmuştu. Bunlar arasında sürgüne gönderildiği Sinop’tan kaçarak Rusya’ya gelmiş olan Mustafa Suphi de bulunuyordu. Mustafa Suphi; Rusya’ya esir düşen aydınlar, Türk işçi ve köylüler arasında çalışarak Moskova, Kırım, Taşkent’te örgütler kurmuş; yayın faaliyetinde bulunmuş ve 1920 Mayıs’ında Bakü’ye gelmiştir. Orada Türk komünistleri tarafından kurulmuş bir örgüt bulmuştu. Bu komünistlerin bazıları ile Türkiye Komünist Partisini kurmuş ve bu partinin birinci kongresini toplamıştır. C. Seydahmetov, “Suphi’nin Örgütünün Faaliyetleri” yazısında Mustafa Suphi’nin örgütsel mücadelesine daha ayrıntılı bakar. Seydahmetov’a göre; üç Türk komünist örgütü de dünya savaşı sonucunda Rusya’daki büyük sosyalist devrimin doğrudan etkisi altında ortaya çıkmıştır. Bir grup, Ankara’da “İştirakiyun Partisi” adı altında örgütlenmiş; ikinci grup, İstanbul’da “3. Enternasyonel Grubu” adı altında; üçüncü grup ise faaliyetlerine Türkiye sınırına yakın Bakü şehrinde başlamıştır. Son grup, kurucusu ve önderi Suphi’nin partisi olarak ya da “Türkiye Komünist Partisi” olarak anılmaktadır. Mustafa Suphi, önce zamanın tek devrimci partisi İttihat ve Terakki üyesi oldu. İttihatçıların adım adım gerici ve karşı devrimci partiye dönüşmesi, Türkiye’yi emperyalist bir savaşa sokmaları ve Alman emperyalizmi ile işbirliği konusunda ilham kaynağı olmaları, Dünya Savaşı’nın arifesinde Suphi’nin İttihatçılarla bağının kopmasına yol açtı.
İttihatçıların politikalarını eleştirdiği “İfham” gazetesini çıkaran Suphi, İttihat ve Terakki’nin politikalarından uğradığı hayal kırıklığı ile Marksizm’e vardı. İttihatçı hükümet, Mahmut Şevket Paşa’nın öldürülmesini bahane ederek bu olayla en ufak bir ilgisi olmayan Suphi’yi Sinop’a sürdü. Daha sonra ise Suphi Rusya’ya kaçtı. Başlarında Mustafa Suphi’nin bulunduğu küçük bir Türk Bolşevik grubu 1918 yılında Moskova’ya geldi ve “Yeni Dünya” adlı ilk komünist gazeteyi yayımladılar. İttihatçılar bu dönemde Alman emperyalistlerinin de yardımıyla Azerbaycan’ı ve petrol yatakları ile birlikte Bakü’yü almayı, Türkistan’a ilerlemeyi, kendi pantürkist planlarını gerçekleştirmeyi istemekteydi. “Yeni Dünya”, İttihatçıların askeri yayılma istekleriyle şiddetle mücadele etti. “Yeni Dünya” gazetesinin ve Rusya’daki sosyalist devrimin etkisiyle Türk sosyalistlerinin ilk konferansı 1918 yılında toplandı. Bu konferansın tarihi anlamı; Türk işçi hareketi tarihinde ilk defa komünist bir grubun kurulması ve bu grubun bu konferanstan önce Türk devrimci işçilerinin, köylülerinin, aydınlarının ve o zamanlar Rusya’da yaşayan eski esirlerin ortaya çıkardıkları örgütsel yapının oluşmasına yardımcı olmasıdır. Suphi’nin örgütü sadece esir Türkler arasında yürütülen çalışmalarla sınırlı kalmadı. Ayrıca, Rusya’daki Türk Tatar emekçi yığınları arasında da çalışmalar yürüttü. Örgütün belli başlı merkezleri o dönemde Volga boyu, Ural Bölgesi, Azerbaycan, Türkistan ve Kırım’dı. Mustafa Suphi, Bakü’ye gittiğinde ise orada “Türkiye Komünist Partisi” adındaki başka bir grupla karşılaştı. Bu örgütün merkez komitesine eski İttihatçılar, karanlık geçmişi olanlar ve bir zamanlar Alman emperyalizmi ile sıkı bağları olmuş insanlar sızmışlardı. Mustafa Suphi, bu örgütün dağıtılmasını başardı ve gerçek TKP’yi kurdu. Ekim Devrimi’nin ve komünizmin Türkiye üzerindeki etkisinin arttığı bu dönemde küçük ama aktif bir komünist partinin varlığı burjuvazi için büyük tehlike oluşturmaktaydı. Lidersiz bırakacağı partinin kendi kendine dağılacağını hesaplayan burjuvazi, TKP’nin önderini ve en iyi savaşçılarını Türkiye’ye çağırarak orada işlerini bitirme kararı aldı ve niyetini gerçekleştirdi.
Salih Zeki’nin sözleri ile bitirelim. Gayemiz uğrunda onların gösterdikleri kahramanlık gururla göğsümüzü kabartıyor ve hatıraları kalbimizde gömülü duruyor. Onların uğrunda can verdikleri sınıf mücadelesini, bugün bizler devam ettirerek genişletiyoruz. Onların yürüdükleri yolda cesaret ve imanla saflarımızı daha da sıklaştırarak yürüdük, yürüyoruz ve yürüyeceğiz.
KÜNYE: 15’ler Hatırası, Mete Tunçay, Sosyal Tarih Yayınları, 2020, 120 sayfa.
İLGİLİ HABERLER
Şakaya gelmez bir ciddiyetle: Yaşamak İçin Sosyalizm
Erkan Baş’ın kaleme aldığı Yaşamak İçin Sosyalizm; Gezi’nin havasını soluyanları, forumlarda ve tencere-tava çalarken balkonlarda göz göze gelenleri, işçi direnişlerinde ısınmak için yakılan varillere birlikte ellerini uzatanları çağırıyor. İnsanlığa eşitsizlikten, yoksulluktan, sömürüden başka bir şey vaat etmeyen bu düzeni alaşağı etmeye çağrı, hep birlikte hepimiz için en iyi olanı kurmaya çağrı. Bu çağrı bize, hepimize...
21-02-2021 13:34

Berat Çelikoğlu
“Yaşamak şakaya gelmez,
Büyük bir ciddiyetle yaşayacaksın”
Nazım Hikmet
Ülkemizin içinden geçtiği bu zorlu zamanlarda yaşamı ve gerçekten yaşamayı tartışmaya ihtiyacımız var. Eğer yoksulluğa, işsizliğe, geleceksizliğe katlanma haline ve hayatta kalma mücadelesine “yaşamak” demiyorsak, yaşamaktan başka bir şeyi anlıyorsak... Türkiye İşçi Partisi Genel Başkanı Erkan Baş, İleri Kitaplığı’ndan bu hafta çıkan kitabı “Yaşamak İçin Sosyalizm”de işte bunu tartışıyor bizimle.
Günleri işçi direnişleri, hak mücadeleleri ve TBMM arasında geçen ve en çok da günleri böyle geçtiği için bu kitabı kaleme aldığını söyleyerek söze başlayan yazar, “Yaşamak için sosyalizm” ihtiyacını ancak kitapta sözü edilen her şeyi hep birlikte konuşup tartışabilmenin ve hayata geçirebilmenin karşılayabileceğine inandığını ekliyor.
Sosyalizmi tüm emekçiler düşünsün ve düşlesin!
Yaşamak İçin Sosyalizm, Erkan Baş’ın Türkiye’de -kitaptaki yerinde deyimle- “ürettiği tükettiğinden çok olan” milyonlarca emekçiyle samimi bir sohbeti aslında. Yıllarını sınıf mücadelelerinden öğrenmeye adamış ve öğrendiklerini emekçilerin lehine bir düzen kurmak için halktan aldığı yetkiyle Meclis’e taşıma görevini üstlenmiş bir devrimcinin emekçilerle sohbeti. Bu sohbette okur Erkan Baş’a gitmiyor, aksine yazar okurun evine, sofrasına, dükkanına, fabrikasına konuk oluyor adeta. Gündelik sohbetlerde sözü edilen şu yeni nesilden, hayat pahalılığından, “eski Türkiye’den” ve daha pek çoğundan birer parça var kitapta. Tüm bu çeşitliliği bir arada tutan bir çeşit tutkal görevini ise yaşamak ve yaşamak için sosyalizm ihtiyacı görüyor.
Yazarın devrimci siyasete atılma öyküsüne de bir söyleşi aracılığıyla son bölümde yer verdiği beş bölümlük kitapta bölüm başlıkları sırasıyla şu şekilde: Yaşadığımız Çağ / Gereksinim Olarak Sosyalizm / Bugünü Kazanmak / Hep Birlikte / Kişisel Öyküm.
“Yaşadığımız Çağ” ile sohbete başlayan Erkan Baş bizimle bugünü, varsa ufak zincirlerinden de kurtulan ve kâr dışında hiçbir movitasyonu kalmayan kapitalizmin ideal insanını tartışmaya girişiyor. Her yere koşuşturan, kâr hırsına angaje olmaktan başka çaresi olmayan insandan... İkinci bölümde kitabın adının bir slogandan çok daha fazla anlama geldiğini açıklamak istiyorcasına bir “Gereksinim Olarak Sosyalizm”i anlatıyor. Öyle ya, neden bir gereksinimdir bu sosyalizm? İkinci bölümü, “Bugünü Kazanmak” başlıklı üçüncü bölüme bağlayan şey de bu soru. Sosyalizm neden bir gereksinimdir, yazar üçüncü bölümde bunu çeşitli gerekçelerle açıklıyor. Üçüncü bölüm, kapitalizmin sivri bir bıçakla oymayı sürdürdüğü derin yaralara odaklanıyor. Gezegenimizin karşı karşıya olduğu ekolojik tehlike, toplumsal cinsiyet eşitsizliği, sömürü ve daha nicesi. Baş, üçüncü bölümde bu yaraları iyileştirebilmenin yollarını tartışıyor.
Dördüncü bölümde tartıştıkça olgunlaşan başlıkların çözümü için bir adım atmaya istekli herkese sesleniyor Baş. Öncelikle okuru siyasete davet ediyor, emekçileri kendi geleceği için söz söylemeye çağırıyor ve ardından vurguluyor: “Değişim için bize Parti gerek!” Tek başına karşı koyulamayacak denli büyük sorunların ve otoriterliği başat karakteristik özellik haline gelen kapitalizmin varlığında başarılı bir karşı koyuşun, itiraz edişin yegâne yolunun partili mücadeleden geçtiğini anlatıyor yazar.
Kişisel Öyküm başlığını taşıyan bölüme de özel bir değinide bulunmak gerekiyor. Söyleşi tarzında hazırlanan bölümde Erkan Baş parti fikriyle tanışmasından “üyesi olmayan ilçenin başkanlığına”, Gezi’de haklı çıkan bilimden Tekel Direnişi okuluna kadar kendi siyasi yaşamını yoğuran her şeyden bahsediyor. Yanlışlardan ve doğrulardan, haklı çıkmakla yetinenlerden, yetinmeyip inat edenlerden...
Kitabın önsözünde önemli bir tespit olduğuna inandığımız bir vurgu mevcut. Özellikle bugün yaygın olarak işçilere ve gençlere yönelik “okumuyorlar” eleştirilerine değinen yazar, ortaya şöyle bir soru atıyor: “Ya biz onların okuyabileceği bir şey yazamıyorsak?” Bu nedenle daha söze girerken, Baş bu kitabı gençlerin ve işçilerin özellikle okumasını arzulayarak kaleme aldığını dile getiriyor.
Kendisi özgürlük ve sosyalizm mücadelesinin çeşitli kısımlarında yer almış bir yazarın kaleme aldığı düşünceler de haliyle çeşitli mücadelelerden ve tarihin öğrettiklerinden besleniyor. Kitap işçi sınıfının yeni mücadele başlıklarından Gezi’ye, Tekel’den Boğaziçi direnişine kadar güncel ya da tarihsel, pozitif veya negatif pek çok yorum ve yaklaşım barındırıyor. Yorum ve yaklaşımlarında Baş, “bizim” sorunlarımızı başkalarının kucağına bırakıvermekten uzak duruyor, yalnızca düşmana değil dosta da söylenmesi gereken ne varsa söylemeye gayret ediyor.
Erkan Baş’ın da vurguladığı üzere kitap, Türkiye’de sosyalizm fikrinin kitlelerle buluşturulması sorununu giderme yönünde atılan önemli adımların ve kararlılığın bir sonucu. Akademik çevreler arasında sıkışıp kalmış kelimelerden uzak, Türkiye’deki tüm emekçilerin okurken kendilerinden bir parça cümle, bir parça duygu yakalayabileceği cümlelerden oluşuyor Yaşamak İçin Sosyalizm. Baş, parçası olduğu kolektif aklın da odaklandığı haliyle tüm emekçilere sosyalizmi düşünmeyi ve düşlemeyi öneriyor.
Yaşamak İçin...
Erkan Baş’ın kaleme aldığı Yaşamak İçin Sosyalizm; Gezi’nin havasını soluyanları, forumlarda ve tencere-tava çalarken balkonlarda göz göze gelenleri, işçi direnişlerinde ısınmak için yakılan varillere birlikte ellerini uzatanları çağırıyor. İnsanlığa eşitsizlikten, yoksulluktan, sömürüden başka bir şey vaat etmeyen bu düzeni alaşağı etmeye çağrı, hep birlikte hepimiz için en iyi olanı kurmaya çağrı. Bu çağrı bize, hepimize...
KÜNYE: Yaşamak İçin Sosyalizm, Erkan Baş, Yayıma Hazırlayan Doğan Ergün, İleri Kitaplığı, Şubat 2021, Birinci Baskı, İstanbul
Vitrin: Yeni çıkanlar
Haftanın yeni çıkan kitaplarının yanı sıra raflar arasında dikkat çeken ve önerilmeye değer başka kitaplar da bulunuyor bu haftaki vitrinde. Domenico Starnone’nin Türkçede yayımlanan ilk kitabı “Bağlar” Yüz Kitap etiketiyle, Aslı Tohumcu’dan “Taş Uykusu” İletişim Yayıncılık vesilesiyle, Susannah Cahalan imzalı “Deliler Arasında Akıllı Olmak” kitabı Say Yayınları’ndan, Akın Çokuğurluel’in dördüncü romanı “Şimdi Reklamlar” Nota Bene Yayınları ile, Andrey Voznesenski’nin unutulmaz eseri “Oza” yeni basımıyla Ve Yayınevi’nden ve son olarak Ali Akay imzalı “Delilik Gemisi” Ayrıntı Yayınları etiketiyle vitrinimizde yer alıyor. Gittikçe uzayan ve belirsiz pandemi döneminde size eşlik edebilecek altı kıymetli eseri beğenilerinize sunuyoruz. Keyifli okumalar dileriz.
21-02-2021 00:30

BAĞLAR - DOMENICO STARNONE
Cehennem başkalarıdır ve bazen o başkalarıyla aynı evdesinizdir.
Bağlar, İtalya’nın en prestijli edebiyat ödülü Strega sahibi yazar Domenico Starnone’nin Türkçede yayımlanan ilk kitabı.
Roman, on iki yıllık eşi Aldo’nun başka bir kadın için onu terk etmesi üzerine iki çocuğuyla tek başına kalan Vanda’nın mektubuyla açılıyor. İlk bakışta sıradan bir aile hikâyesi izlenimi uyandırsa da, Starnone bu romanda sosyal, ailevi, psikolojik ve ideolojik yapılar çözülürken açığa çıkan ve kahramanları altüst eden hayal kırıklığı, haset, özlem, değersizlik ve hınç duygularını, durum komedisi ve trajedi arası bir kurgu içinde ustalıkla resmediyor.
Özgürlük ile güvenlik arasında bocalayan kahramanlarıyla Bağlar, çarpıcı bir yerini bulamama anlatısı.
"Bağlar, katman katman, ustalıkla inşa edilmiş, bilmece gibi bir roman."
-The New Yorker
"Aile içi ruhsal kıyımlara dair sıkı bir hikâye."
-The Times Literary Supplement
(Tanıtım Bülteninden)
KÜNYE: Bağlar, Yazar: Domenico Starnone, Çevirmen: Meryem Mine Çilingiroğlu, Yüz Kitap
TAŞ UYKUSU - ASLI TOHUMCU
"Hep aynı hikâye, diye düşünüyor. İnsanlar biner, insanlar iner.
Giderim dururum. Kapıları açarım, kapıları kaparım. Tekrar gider, tekrar dururum. Tepem atar, birine kornaya basarım. Birinin tepesi atar, bana kornaya basar. Işık yanar beklerim, ışık yanar giderim. Karşıdan geçen arkadaşa el ederim." Bezgin bir belediye otobüsü şoförü sabahın ilk saatlerinde besmelesini çekip aracını çalıştırıyor. Duraklar geride kaldıkça içerisi balık istifinden hallice oluyor. Binen herkesin derdi, telaşı, meselesi ayrı ama içinde saklı… Bu tuhaf seferin sonunda hayır mı, şer mi olacak, kimse bilmiyor...
Aslı Tohumcu, bir toplu taşıma aracına biniyor, yolcuların yüzlerine yakından bakıp zihinlerini tek tek okuyor. Bir otobüs dolusu insan üzerinden, ülkede yaşananlara, şiddete, hüzne, çaresizliğe,
sevgisizliğe, iletişimsizliğe, duyarsızlığa ve daha nicesine dair çarpıcı bir tablo ortaya koyuyor. Taş Uykusu, görmezden gelinen, unutulan, unutturulmaya çalışılan gerçeklerle bizi yüzleştirecek ve biraz da paranoyaklaştıracak bir yolculuğun romanı...
(Tanıtım Bülteninden)
KÜNYE: Taş Uykusu, Yazar: Aslı Tohumcu, İletişim Yayıncılık, 2021, 100 Sayfa
DELİLER ARASINDA AKILLI OLMAK - SUSANNAH CAHALAN
“Rosenhan, psikiyatrik tanılar koymadaki yöntemlerimizin ve bilgi birikimimizin ne kadar zayıf ve hataya açık olduğunu çok çarpıcı ve etkili biçimde ortaya koyuyor.”
Jeffrey A. Lieberman
1973’te psikolog David Rosenhan “normal” insanların “deli” taklidi yaparak akıl hastanelerine girip giremeyeceğini, girseler bile kendilerine nasıl bir tanı konulacağını araştırmak üzere bir deneye girişti. Rosenhan ve yedi sahte hasta, sahte kimlikler ve sahte hastalıklarla çeşitli akıl hastanelerine girdiler. Acaba doktorlar, sağlıklı insanlara “akıl hastası” teşhisi koyacak kadar yetersiz miydiler? Ya akıl sağlığı sistemi, hastalara nasıl bir ortam ve tedavi imkânı sunuyordu?
Araştırmanın sonuçları kısa bir zaman içinde psikiyatrinin seyrini değiştirdi. Psikiyatrlar “kendilerine göre” tanı koymayı bırakıp bir akıl hastalıkları rehberi olan DSM’yi geliştirerek “bilimsel kriterlere göre” tanı koymaya yöneldiler. Fakat önemli bir sorun vardı: Rosenhan’ın bütün verileri gerçekten doğru muydu?
Nörolojik bir hastalığı varken yanlışlıkla psikiyatri servisine sevk edilen ve bu iki alan arasındaki belirsizliğin kurbanı olmanın eşiğinden dönen araştırmacı-gazeteci Susannah Cahalan, kendi öyküsüyle ilişkilendirdiği Rosenhan’ın peşinden giderek psikiyatrinin en derinlerine iniyor, akıl sağlığı sisteminden ilaç sanayisine, o zamandan bugüne dek yaşananları gün yüzüne çıkarıyor.
(Tanıtım Bülteninden)
KÜNYE: Deliler Arasında Akıllı Olmak, Yazar: Susannah Cahalan, Çevirmen: Enes Toplanır, Say Yayınları, 2021, 416 Sayfa
ŞİMDİ REKLAMLAR - AKIN ÇOKUĞURLUEL
Sonra kalktım, gözüm sloganın yazılı olduğu kâğıtta, masanın çevresinde birkaç tur attım. Uzaklaştım, yakınlaştım. Eğilip okudum. Kalktım bir daha okudum. Sonra tuvalete gittim, kâğıdımı da götürdüm yanımda. İşerken baktım. Ellerimi yıkarken lavabonun önüne koydum. Yemek hazırlarken baktım. Bulaşık yıkarken bardak kırdım, elime cam parçası battı. Bardaktan geri kalanları toplarken baktım. Yatmadan önce kanepenin üstüne koydum. Gece yarısı kan ter içinde uyandığımda yine baktım. Yerinde mi diye kontrol ettim. Bir şey bekliyordum kâğıtta yazan slogandan. Kutsal bir emir gibi, oku, diyordu bana.
Evet, muhakkak başka bir şey anlatıyordu bu cümle:
Akın Çokuğurluel, dördüncü romanı Şimdi Reklamlar'da kimsenin bilmediği bir dilin, anlamadığı bir cümlenin peşinden koşan İsmet'in, vicdan azabı, suçluluk ve ölüm üçgeninde dolanan yolculuğunu anlatırken, sanal mutluluklarla, pırıltılı vaatlerle çevrelenmiş yaşantımızda, konuşmanın, anlamanın, anlaşılmanın yerini sorguluyor. Okuru, sahteliklerle dolu sanal dünyadan, sosyal ilişki ağlarından, renkli kutunun kandırmacasından, siyaha boyanmış kısa bir cümle ile çekip çıkararak hayata dair başka bir gerçeğe çağırıyor.
Her acı kendi lisanını doğurur.
Onun acısı bu siyahlığın içinde gizli.
Peki ya, seninki?
(Tanıtım Bülteninden)
KÜNYE: Şimdi Reklamlar, Yazar: Akın Çokuğurluel, Nota Bene Yayınları, 2021, 216 Sayfa
OZA - ANDREY VOZNESENSKI
Ülker İnce'nin muhteşem çevirisi, Özdemir İnce'nin önsözü, Kenan Yücel'in desenleriyle, tümü numaralanmış özel basım. Selam Oza!
"1964 yılında yayımlanan Oza elli yıl sonra çok daha büyük bir şiir olarak çıktı karşıma. Ürperdim. Elli yıl sonra iyice kıskandım. Kıskandım, dehşetli tutkuyla, çünkü Oza sadece dünün ve bugünün şiiri değil aynı zamanda geleceğin şiiri. Kendini durmadan yenileyen bir şiir. Dünyanın bütün şairlerinin, geleceğin şairlerinin çarpışmak zorunda oldukları yaman bir rakip!
Oza, iç içe geçmiş sırılsıklam bir aşk şiiridir. Mayakovski'den sonra Rus şiirinin biçimsel sınırlarını kıran devrimci bir şiirdir. Önem ve büyüklüğünü anlatmak için, bu iki cümle bile yeter!"
Özdemir İnce
"Voznesenski, şiirinde 'sözüm ona ilerleme'ye, çıkarcıların, duygusuzların, göğüslerinde bir yürek taşımayanların eline geçince baskı aracı haline dönüşen 'kahrolası makine'ye karşı sevginin ve özgür insan ruhunun savunusunu üzerine alır. İnsani değerlerin baş koruyucusu olarak şair çıkar karşımıza. Bu eğilim, en çok da Oza adlı uzun şiirde görülür."
Mehmet H. Doğan
Kitaptan tadımlık bir alıntı:
Sen on yedindesin. Soluk soluğa kaldın yaptığın bütün o beden hareketlerinden. Adın ne olursa olsun. Siklotronun adını bile hiç duymuş değilsin.
Budalanın teki, iki merküri lambası dikmiş buraya, deniz kıyısına. Birbirimize doğru yürüyoruz. Birimiz bir lambanın, öbürümüz ötekinin yanından. İkimiz de sürüklüyoruz ardımız sıra bir ışık ışınını.
Sonra ellerimiz kavuşmadan önce gölgelerimiz birleşiyor –ölümcül bir solukluğun çevrelediği canlı, sıcak gölgelerimiz. Hâlâ bana doğru gelirmiş gibi görünüyorsun.
İnsanın ensesi her zaman geçmişe bakar. Zaman arkamızda uzar gider, troleybüs bekleyen insanların oluşturduğu uzun kuyruk gibi. Geçmiş benim arkamdadır –geçmişte omuzlarımda taşıdığım bir sırt çantasıdır. Ama siz geleceği arkanızda bıraktınız –bir paraşüt gibi ses çıkarıyor.
İkimiz birlikteyken, geleceğin senden bana aktığını duyumsuyorum, benden de sana –kum saatiyiz sanki.
(Tanıtım Bülteninden)
KÜNYE: Oza, Yazar: Andrey Voznesenski, Çevirmen: Ülker İnce, Ve Yayınevi, 2021, 64 Sayfa
DELİLİK GEMİSİ - ALİ AKAY
Bir vaka analizcisi Michel Foucault’nun 1961 yılında yayımlanan Deliliğin Tarihi eserinin ilk bölümünün yorumlanmasına odaklanan Ali Akay ve öğrencileri eserin neredeyse klasikleşmiş denilebilecek (anti-psikiyatrik çıkış olarak değerlendirilen) okumasının çizdiği sınırların bilhassa dışına taşarak eserdeki sanatsal bakışın içindeki verilerin nasıl kullanılabileceği tartışması üzerine yoğunlaşıyor. Foucault’nun diğer eserlerindeki arkeolojik ve soybilimsel araştırmalarının sonuçlarının da gözetildiği bu soruşturma düşünürün her vakaya göre başka türlü eyleyen, dikişlenemeyen bir tutumunun olduğunu gösteren bir bakış açısından hareket ediyor. Alternatif bir okumaya da imkân veren bu hareket Deliliğin Tarihi’ne edebiyat ve plastik sanat metinleri ilişkisi üzerinden yaklaşarak Türkçe literatürde bu tarz bir yönelimin ilk temsilciliğini üstlenme gibi önemli bir ayrıcalığın ortaya çıkmasını sağlıyor. Akay ve öğrencilerinin “konuşma olanağı” bulduklarında nasıl etkileyici söz deneycileri olduklarını gösteren bu çalışma Stultifera Navis ile sözün yaratıcılığının sularında yol alıyor, elbette tarihin farklı uğraklarına yaptıkları anlık sıçramalarla.
-Kurtul Gülenç
Michel Foucault’nun Klasik Çağda Deliliğin Tarihi kitabına damgasını vurmuş olan Stultifera Navis anlatısından yola çıkıyor Delilik Gemisi. Kitap, başlığındaki “delilik” ve “gemi” kavramlarıyla bir yandan bir öznel deneyime, bir yandan da bu deneyimin kurulması, dönüştürülmesi ve geliştirilmesi için gereken mekânsallaştırmaya gönderme yaparak Batı’ya özgü iktidar ilişkilerinin soybilimini takip ediyor. Mutlak olmayan, tıpkı Deliler Gemisinin üzerinde durduğu Avrupa nehirleri gibi akışkan olan sınırları çizme, sınırlarda durma, sınırın dışına çıkarma ya da içine alma pratiklerinde cisim bulan bu iktidar pratiklerinin analiziyle Ali Akay, Foucault’nun yaklaşık altmış yıl önce yayımlanmış ilk önemli eserinin eleştirel çizgisini günümüze taşıyor.
-Ferda Keskin
Foucault, kuralları her seferinde yeniden yazılacak bir “seksek” oyununun mucidi gibidir; kuralları kemikleşmiş oyunlara alışkın olanlar onda bocalar. Ali Akay, düşünürün bu dinamizmini yalnızca tanımıyor, ona içtenlikle eşlik ederek Deliliğin Tarihi’nin ilk bölümünü sanatsal bir yeniden yaratımla düşünüyor-düşündürüyor. Delilik Gemisi, Foucault yazınına bu yakadan yapılmış ustaca bir katkıdan ibaret değil, aynı zamanda “yeninin diriltilmesi” de.
-Çetin Balanuye
(Tanıtım Bülteninden)
KÜNYE: Delilik Gemisi, Yazar: Ali Akay, Ayrıntı Yayınları, 2021, 160 Sayfa
Uygarlık krizi
İçinde yaşadığımız dönemi genel anlamda “Modernite krizi” diye tanımlayabiliriz. Bunu “kapitalizmin krizi” veya “sosyalizmin krizi” olarak nitelemenin süreci tam olarak tanımlamaya yetmeyeceğini düşünüyorum. Aslında ele alınan süreci daha da genişletip bir “uygarlık krizi” yaşandığı, “Modernite krizi” nin bunun bir yansıması olduğu da söylenebilir ama bu şimdilik bir zihin jimnastiğinden öteye geçemez.
21-02-2021 00:28

Ufuk Akkuş
Uygarlık, modernite, postmodernizm literatürde pek çok yönleri ile tartışılan konular. Özellikle liberalizmin, daha doğrusu kapitalizmin, zaferini ilan ettiği 1990’larda bu tartışmalar daha da yoğunlaşmıştır. Büyük anlatıların bittiği ve tarihin sonunun geldiğine yönelik liberal tezlerin ömrü uzun sürmemiş; 2000’li yıllarda sistemin, emekçi kesimleri daha da yoksulluğa itmesi, giderek büyüyen savaşlar ve doğa kıyımının artık sınırlarına ulaşması sistemin sorgulanması ve yeni alternatiflerin düşünülmesi ile birlikte toplumsal hareketlerin de dünya genelinde yaygınlaşmasına neden olmuştur. Ender Helvacıoğlu, “Uygarlıktan Kurtulmak Uygarlık, Modernite, Marksizm Tartışmaları” adlı kitabında modernite ve uygarlık sorununa Marksist açıdan bakıyor ve bu konularda özgün düşünceler ileri sürüyor. “Bilim ve Gelecek”” ile “ABC” dergilerinde yazdığı makalelerden oluşan kitapta yer alan yazılar, çağımız ve gelmekte olanı anlamak açısından son derece yararlı analizler sunuyor.
Kitapta yer alan bütün yazıların ortak özelliği işlenen konuların sınıfsal ve tarihsel bakış açısı ile değerlendirilmesi. Helvacıoğlu, yazılarını; tarihi, sınıf mücadelesi tarihi olarak gören ve tarihsel materyalizmi savunan bakış açısı ile yani Marksist yöntem ışığında ele alıyor.
İnsanlık tarihinde uygarlık olgusu, çeşitli neolitik toplulukların artı üretemeyen bir ekonomiden artı üreten bir ekonomiye geçiş sonucu ortaya çıktığına dair genel görüşe katılan Helvacıoğlu uygarlık sözcüğünü, insanların sınıflara bölündüğü ve özel mülkiyetin ve sömürünün ortaya çıktığı devletli, ordulu toplum biçimini tanımlamak için kullanıyor. Uygarlaşmaya geçişin nedenlerine ilişkin genel kabul edilen tez, bunun insan topluluklarının iç dinamiklerinin doğal sonucu olarak değil; bir dış etkenin tetikleyiciliği ile gerçekleştiğini vurgular. “Fetih kuramı” diye adlandırılan bu teze göre uygarlığa geçiş, iki farklı neolitik topluluk biçimi olan göçebe çobanlarla yerleşik çiftçiler arasındaki, çoğunlukla, savaşçı ilişkiler sonucu gerçekleşmiştir. İnsan topluluklarının yöneten-yönetilen, sömüren-sömürülen biçimde sınıflara ayrıldığı devletli toplumlara geçiş böyle gerçekleşiyor. Kısacası uygarlık bir dayatmadır. İnsanlar uygarlığa (sınıflılığa, sömürüye) önce zor yoluyla, sonra da ideolojik hegemonya araçları (din, bilim vb.) kullanılarak razı edilmişlerdir.
Helvacıoğlu’na göre daha ileri bir uygarlık modeli, var olan uygarlık modelinin merkezinden değil, her zaman çevresinden filizlenir. Bunu gerinin içindeki ilerilik potansiyeli diye adlandırır. İleri zaten ileridir; dolayısıyla var olanı korumaktan yanadır, statükocudur. Geri ise ilerlemek ister, bu nedenle ilericidir. Uygarlığın motoru gerinin sıçrama ihtiyacıdır. Bu bağlamda Gramsci’nin “Kapital'e karşı devrim” diye nitelendirdiği Ekim Devrimi'nin Rusya gibi geri bir ülkede olmasına da açıklık getirir. İlk sosyalizm deneyinin Marx’ın öngörüsünün aksine Avrupa’nın gelişmiş merkezlerinde değil, kapitalist uygarlığın çevresindeki geri bölgelerde, Rusya’da ve Çin’de, yaşanmasının nedenini bu ülkelerin gerilerin en ilerileri olmalarına bağlar. Bu ülkelerin kapitalizmleri zayıf, sistemi yıkacak devrimci sınıflar ise Avrupa ülkelerine göre güçlüdür.
Helvacıoğlu; felsefe, bilim, sanat, din, siyaset gibi büyük insan etkinliklerini ele alırken iki noktaya dikkat etmek gerektiğini söyler: Bütün bu etkinlikler tarihsel ve sınıfsaldır. Tarihsellik özelliklerinin keşfi modernitenin büyük başarısıdır. Modernite ile gelen yeni yaklaşımla birlikte bütün bu etkinliklerin içerikleri ve kavramsal yapıları değişmiştir. Gökten yere inmişler. Dünyaya, maddeye, insana ve topluma özgü olmuşlardır. Tarihselliğin yanı sıra sınıfsallık da kavranmazsa yani tarihsel materyalist yöntem benimsenmezse sağlıklı bir analiz yapılamaz. Bu noktada kritik bir vurgu yapılır. Büyük insanların; büyük düşünsel, bilimsel, dinsel, sanatsal, siyasal etkinlikleri sıradanın toplumsal ve sınıfsal taleplerinin ve bu talepler uğruna mücadelesinin ürünüdür. Bilginin kaynağı pratiktir. Aklın kaynağı emektir. Elitin kaynağı sıradandır. Özetle asıl yaratıcı güç, emektir. Büyük düşün, bilim, siyaset insanlarının ilham perileri kolektif emektir.
Modernite, Samir Amin’in ifadesiyle gelenekten kopuş anlamına gelir ve insanların bireysel ve kolektif olarak kendi tarihlerini yaptıkları ilkesine dayanır. Helvacıoğlu, buna bir de doğadaki süreçlerin herhangi bir doğaüstü ve fizik ötesi gücün tasarrufları sonucunda oluşmadığı, doğa yasalarına tabi olduğu ve insanoğlunun aklıyla bu yasaları kavrayabileceği anlayışını ekler. Yani modernite; insanın kaderini kendi ellerine alma mücadelesindeki en önemli uğraklardan biridir ve bilimsel düşüncenin binlerce yıllık dinsel düşünceye karşı en büyük zaferlerinden birini temsil eder. 15 ve 16. yüzyıllarda Avrupa’da burjuvazi öncülüğünde ortaya çıkan modernite atılımı burjuva modernitesini ortaya çıkarmıştır. Sosyalizmin geri çekilmesi ile modernitenin geri çekilmesi, onun sosyalizm ile kader ortaklığını ortaya çıkarır. Helvacıoğlu’na göre sosyalizmin sadece kapitalizmi aşma pratiği değil; yarım kalan, sınırlı kalan modernitenin yolunu tekrardan açma pratiği olarak kavranması çok önemlidir. Ancak sosyalizm burjuva modernitesi ile aynı kulvarda yarışarak fazla ilerleyemez. Yeni ve daha farklı bir modernite anlayışına, yeni bir aydınlanma atılımına ihtiyaç vardır: Sosyalist modernite ve emekçi aydınlanması.
Modernite bağlamında Marksizm tartışmalarına değinen Helvacıoğlu; “Komünist Manifesto” ile “Ütopik Sosyalizm ve Bilimsel Sosyalizm” kitaplarının önemine vurgu yapar ve Manifesto’nun geçiş, ”Ütopik Sosyalizm ve Bilimsel Sosyalizm”in aşış eseri olduğunu belirtir. Engels, bu eserde hem Marksizm’in köklerini ve kaynaklarını vurgular hem de o köklerin ve kaynakların hangi noktalarda, nasıl aşıldığını açıklar. Küresel sermayenin, insanlığın sadece sosyalizm yoluyla elde ettiği pratikleri değil; bilimsel devrimle ve aydınlanma ile elde ettiklerini de yok sayma gibi bir “kara ütopya” peşinde olması olgusundan yola çıkarak aydınlanma ve sosyalizmin dünya çapında ortak düşmana karşı aynı safta olduğu saptamasını yaparak “Ütopik Sosyalizm ve Bilimsel Sosyalizm”de sunulan kapsayıcı sosyalizm anlayışının bu ortak mücadele için esaslı teorik bir zemin oluşturduğunu, güçlü bir yöntem önerdiğini belirtir. Helvacıoğlu’nun bir diğer vurgusu da Marksistlerin toplumsal gelişmeye ilişkin yaptıkları ilkel komünal, köleci, feodal, kapitalist, sosyalist şeklindeki kaba sıralamalara, Hobsbawn’ın da söylediği gibi, ne Marx’ta ne de Engels’te rastlandığıdır.
Ender Helvacıoğlu, “Uygarlıktan Kurtulmak, Uygarlık, Modernite, Marksizm Tartışmaları” kitabında uygarlığın ve modernitenin tarihsel ve güncel tartışmalarına Marksist yöntemin tarihsel ve sınıf ilişkileri dolayımı ile bakıyor ve bu konuda pek çok tartışmayı gündeme getirerek geleceğin özgür dünyasının sosyalist modernite ve emekçi aydınlanması aracılığı ile kurulacağını iddia ediyor.
KÜNYE: Uygarlıktan Kurtulmak, Uygarlık, Modernite, Marksizm Tartışmaları, Ender Helvacıoğlu, Bilim ve Gelecek Kitaplığı, 2020, 244 sayfa.
Protesto: “Canavarların Da Duyguları Var!”
Yeryüzündeki tüm duygular sanılanın aksine sadece insanlar için değil. Çünkü canavarların bile duyguları var. Ve sevilmek, sarılmak istiyorlar. Hatta karanlıktan bile korkuyorlar, eğer karanlık daha önce kendilerinden korkmazsa tabi…
21-02-2021 00:26

Umut Dağlar
“Dikkat bu kitapta protesto var!”
Duygular herkes için. Hatta canavarların bile duyguları var. O çok korkunç diye çocuklara tanıtılan, yerli yersiz yerlerde cümlenin belli ögeleri yerine geçen canavarların da duyguları var. Çünkü duygular, bu yaşamın neresinde konumlanırsak konumlanalım; bir köşe başında buluyor bizleri. Hiç beklemediğimiz anlarda, beklemediğimiz kişilerde ve bambaşka şekillerde karşımıza çıkıyorlar. Eğer bir gün duyguları olmadığını söyleyen birine rastlarsanız da buna şaşırın. Çünkü asıl şaşılacak olan budur, canavarların duygularının olması değil…
“Canavarların Da Duyguları Var!” bir protestoyla başlıyor. Çünkü sürekli kendilerinden korkutulan çocuklara, insanlara anlatmak istedikleri bir şey var: Duyguları. Herkes gibi korkuyorlar-evet o çok “korkunç canavarlar”, birbirlerine sarılınca mutlu oluyorlar, bazen tartışıp üzülüyorlar, seviniyorlar, ağlıyorlar-hatta ağlamaktan harap bile oluyor-şaşırıyorlar, tedirgin oluyorlar… Ve insanların onları sadece ve sadece “korkunç” olarak tanımlamasından çok rahatsızlar.
Kitabımızda canavarlar oldukça net ifadelerle duygularını anlatırken çocuklara aslında iki şeyin mesajını veriyorlar: Birincisi ve belki de en önemlisi, herkesin ama herkesin duygularının olabileceği. Bir diğeri ise bizlere anlatılanın tersine, görünenin altında aslında bambaşka gerçeklerin olabileceği. Tıpkı onların korkunç olmadığı gibi, tıpkı aslında gerçekten ama gerçekten çok sevimli oldukları gibi…
“Canavarların Da Duyguları Var!” çocuklar için belki de çok küçük yaşlardan beri duyup özümsedikleri bir kavrama yeniden bakmalarını sağlıyor. Canavarları tanırken de onların yaşadıkları duygular ile özdeşim kurmalarına vesile oluyor. Hatta sonunda “Sen hangi canavarsın?” diye soruyor kitabımız çocuklara. Üzgün, mutlu, mutsuz, şaşkın…
Çocuklar çok erken yaşlardan itibaren duygusal şemalarını oluştururken birçok faktörden etkileniyorlar. Çevre farkında olsun veya olmasın zaman zaman da bu, duygusal şemaların yanlış şekillerde oluşmasına sebep oluyor. Fakat bunlar telafi edilmeyecek değil elbette. Yaşamın farklı yönlerini, insanların farklı taraflarını, çok emin olduğumuz şeylerin bir gün değişebileceğini ve elbette ki madalyonun öteki yüzünü onlara göstermenin birçok yolu olduğunu biliyoruz. Bazen bir kitabın sayfasında, bazen hiç beklenmeyen anın birinde veya tahmin etmediğimiz duygularda, ihtimal vermediğimiz insanlarda...
Yaşamın, zamanın ve duyguların bambaşka tarafları var. Çocukların yaşamlarına uzanan yolları bu farklılıklardan, sezgilemekten, keşfetmekten geçiyor. Ve elbette ki tüm bu yollarda karşılaştıklarını kabul etmek, bazen çözümler aramak ve en önemlisi de duygularına sarılarak devam etmek yaşamın vazgeçilmezlerinden.
Bu kitapta protesto var! Çünkü hissedilen her duygu hepimizin.
KÜNYE: Canavarların Da Duyguları Var!, Özlem Fedai Korçak, Masalperest, 2019, 32 Sayfa.
60’larda Ereğli’de işçi olmak: İşçi hikayeleri
İsmet Demir: “Oturdum, anılarımda bile yazdım... Şimdi gidip Milli Kütüphanede belgelere bakın, orada bulamıyorsanız Türk-İş’e gidin, araştırın diyeceğim ama duydum ki Türk-İş bütün belgelerini SEKA’ya göndermiş! Ortada tek bir belge kalmamış. Bunu sendikalara, sendikaların tarihini yok etmek isteyen muktedirler yapsa sendikacıların demediği laf kalmazdı. Kendi tarihini hurda kâğıt olarak görenlerin, kendi geçmişini gözünü kırpmadan yok edenlerin geleceği olabilir mi?”
21-02-2021 00:23

Nursel Çelen
Aralık 2020’de Ayrıntı Yayınlarından Can Kartoğlu’nun Her Yer Seri Direniş-Ereğli İşçi Hikayeleri adlı yeni kitabı çıktı. Bu kitap alışageldiğimiz işçi sınıfı tarihi araştıma kitaplarına hiç benzemiyor. Tarihle edebiyatı, gerçekle kurguyu birleştirip yaşananları işçilerin gözüyle bizlere aktarıyor. Bunu yaparken sözlü tarih çalışmaları, gazete kupürleri ve belgelerden yararlanıyor. 60’lar ve 70’lerin Ereğli'sinde yaşananları Fukara Tahir, İsmet Demir, Necmettin Giritlioğlu, Özer Er ve Uğur Cankoçak gibi sendikacı ve işçi önderlerinin gözünden anlatıyor. Aslında Can Şafak’ın ifade ettiği gibi Ereğli Demir Çelik'in kuruluş yıllarındaki yıldızlar geçidinde yer alan kim varsa onların hikayesini yazıyor.
Kitap, Can Şafak’ın sunuş kısmıyla başlıyor. Şafak, kısaca Ereğli’nin 50’lerin sonuna kadar küçük bir balıkçı kasabası olduğunu, Kartoğlu’nun hikayelerinin değişime uğrayan (sanayileşen) Ereğli’nin 1960-1980 arası dönemini anlattığını söylüyor. 50’lerin sonunda Demokrat Partinin ağır sanayi yatırımı kararı 27 Mayıs darbesinden hemen sonra hayata geçirilmiştir. O dönem Türk ve Amerikan sermayesiyle kurulacak olan Ereğli Demir ve Çelik Fabrikalarının inşaatına hemen başlanmış ve 1962 Haziran'ında Morrison Şirketinin şantiyeleriyle de tamamlanmıştır. İnşaatın başlamasıyla birlikte, Türkiye’nin dört bir yanından iş bulma umuduyla binlerce yapı işçisi, işsizi, köylüsü bir anda Ereğli’ye akın etmiştir. Otellerde ve pansiyonlarda yer kalmamış, derme çatma yerler fahiş fiyatlara kiraya verilmiştir. Binlerce insan parklarda, sokaklarda, mezarlıklarda yatıp kalkmıştır. Gelenlerin çok azının ancak rüşvetle işe girebildiğinden ve çalışma şartları olağanüstü kötü ve ücretlerin çok düşük olduğundan bahsediliyor. Amerikan sermayesinin Ereğli’ye getirdiği tam bir vahşi kapitalizmdir. Şantiyelerde yaşananlara yürek dayanmaz. 60’ların ortalarında Ereğli artık bir işçi kentine dönüşmüştür. Önce yapı işçileri sonra çelik işçileri olmuşlardır. Fukara Tahir’in Yapı İşçileri Sendikası daha sona Kemal Türkler’in Maden-İş Sendikası mücadelesinde yerini alacaktır.
Kartoğlu’un ilk hikayesi olan “Eller Yukarı! Bu Bir Soygundur”da doğma büyüme Ereğlili olan Arif Karadeniz’in gözünden kasabanın yaşadığı büyük dönüşüm anlatılmıştır. Yerinden yurdundan edilen Arif’in çilek kokulu Ereğli'si gitmiş, yerine çelik kokulu Ereğli gelmiştir. Kitapta, anlatılan yıllar içinde yolları Ereğli’den geçen bir çok tanıdık isimle karşılaşıyoruz. Morrison’u seçkin bir şirket olarak tanımlayan, dönemin çalışma bakanı daha sonra başbakanı olan Halkçı Bülent Ecevit. Morrison’un Türkiye temsilcisi, başbakan olmadan “Morrison Süleyman” lakabını alan Süleyman Demirel’i de görmekteyiz. İkinci hikayede ise sendikal hareket içinde ismini sıkça duyduğumuz efsanelerden biri olan Tahir Öztürk, daha bilinen adıyla “Fukara Tahir”, anlatılmıştır. Düz işçilikten gelme olan Fukara Tahir’in, önceleri Ulus’un merkezinde bir kahvesi vardı. Bu kahvede inşaat işçilerine yemek ve yatak verirdi. Fukara babasıydı. Kahvede sürekli fasülye kaynardı. İnşaat iş kolu garibanların yeridir. Fukara Tahir garibanlara sahip çıkardı.” Yapı-İş Federasyonunun başkanı olduğu dönem ve Ereğli’de Morrison’a karşı mücadele ettiği yıllar da anlatılmıştır. Üçüncü hikaye, dünyanın bütün işçilerini kardeş bilen Amerikalı sendikacı John Thalmayer’e aittir. Amerikalı John Thalmayer, 1962 yılında Türkiye’ye gelmiş ve Uluslararası Hür İşçi Sendikaları Konfederasyonu temsilcisi olarak aktif bir şekilde sendikal çalışmalara katılmıştır. Amerikan sermayesine ait olan Morrison Şirketindeki sefalet koşullarını teşhir etmesiyle birlikte John Thalmayer’in ülkeden sınır dışı edilişinin öyküsü anlatılmıştır. Sonraki hikaye ise “Her Yer Yalınayak İsmet, Her Yer Seri Direniş”tir. “Yalınayak İsmet” lakabı 1962’de beş bin inşaat işçisinin meclise yalınayak yaptığı protesto yürüyüşünden gelir, Tahir Öztürk de oradadır ve İsmet Demir de işçidir. Hikayede İsmet Demir’in Ereğli yıllarından bahsedilir. Kartoğlu’nun her biri belgesel niteliği taşıyan hikayeleri sırasıyla devam eder. Özer Er, Hikmet Kuşhan, Fikret Yıldız, Uğur Cankoçak, Necmettin Giritlioğlu, Bingöl Erdumlu, İbrahim Kalyoncu… Daha niceleri.
Kartoğlu’nun kitapta yer alan son hikayesi Yaban Balı, Can Şafak’tır. Bu hikaye aslında yazarın kitabı yazma sürecini anlatır. Emek tarihi yazarı Can Şafak’ı tanıttıktan sonra Can Şafak’ın çok değerli arşivini ona verdiğini ve o dönemi ondan hikâyelemesini istediğini anlatır.
Son olarak değinmek istediğim Kartoğlu, kitabını Kasım 2019’da Can Şafak’ın “Necmettin - Bir Devrimcinin Hatırası” kitabının imza gününde tanıştığı, Ocak 2020’de kitap ve yapı işçileri ile ilgili röportaj yaptığı, 3 Nisan 2020’de 3 pozitif vaka görülmesine rağmen kapatılmayan Galataport şantiyesinde 7 Nisan’da kalp krizi geçiren, kalp krizini atlatsa da gösterdiği Covid-19 belirtileriyle tedavi gördüğü hastanenin yoğun bakımından çıkamayarak 6 gün sonra “bulaşıcı hastalık” nedeniyle ölen yapı işçisi Hasan Oğuz’a adayarak sözünü şöyle bitiriyor:
“Ölümüyle değil, yaşamıyla anacağımız Hasan’ın yaş̧amı bıraktığı tohumun içinde. Bu kitap evde kalamayan bütün Hasanların, bütün Ayşelerin olsun. Mutlu bir hayat filizlensin kavganın ufuklarından ve mutlu sonla bitebilsin hikâyeler…”
KÜNYE: Her Yer Seri Direniş-Ereğli İşçi Hikayeleri, Can Kartoğlu, Ayrıntı Yayınları, 2020, 128 sayfa.
Burada da işler yolunda gitmiyor: Uykucular Ve Kakaocular Ülkesi
İki farklı öykü. Her ikisi de kollektif bilincin, sanatın, birlikte olmanın değerini teslim ediyor. O ülkeden bu ülkeye, insana ait olan şey hiç değişmiyor…
14-02-2021 00:03

Burcu Adıgüzel
Masalımız iki ülkeyi anlatıyor. Biri uykucular, bir diğeri kakaocular ülkesi. İkisi de tanıdık, uykucular daha mı tanıdık?
Uykucular ülkesine nereden geldiği bilinmeyen bir ‘’lanet’’ gelmiş. Ülke hali buna lanet diyor ama öyle mi acaba? Gece gündüz uyuyor halk, önce derin bir esnemeyle geliyor uyku hali, sonra gözler kapanıyor. Ne çalışabiliyorlar ne de başka bir şey yapmaya halleri var. Uyuyorlar tüm gün. Mutlu da değiller bu durumdan ama bekledikleri bir kahraman var. Bir kahraman gelmeli ve onları bu durumdan kurtarmalı. Bir an önce!
‘’Peki şu "kahraman" dedikleri nasıl biriymiş? Hiç kimsenin sahip olmadığı üstün yetenekleri nelermiş? Ne yermiş, ne içermiş? Kimin çocuğu olarak dünyaya gelmiş? En önemlisi öylece durup bekleyince çıkıp gelir miymiş? Uykucular Ülkesi sakinleri bu kadar mı kendine güvenmezmiş? Kahraman bekleyenlere biri gelip "Kahraman sen ol." demez miymiş? O zaman biri çıkıp "Uyan!" demeli. Uyan! Kahramanın sen olmadığı ne malum!’’
Kakaocular ülkesinin hikayesi ise ağzınızı sulandıracak cümlelerle başlıyor. Bu ülkede kakao ağaçları var ve halk durmadan çikolata yiyor. ‘’Bilim adamlarının söylediğine göre mutlu olmamız gerekmiyor mu?’’diye soruyor birbirine insanlar. Lakin olamıyorlar. Bir huzursuzluk, bir gülmeme hali. Bulaşıyor mutsuzluk ev ev… Bundan da kurtulmalı. Ülkede hiç sevmedikleri, adına deli dedikleri ressam bir kadın çare oluyor tüm bu mutsuzluğa.
Her iki ülkenin de sorunu çözülüyor ama nasıl?
Uykucular ve Kakaocular Ülkesi, uzun zaman sonra bir çocuk kitabında gördüğüm eski, masalsı bir anlatıma sahip. ‘’Bir varmış, bir yokmuş.’’ tonunda ilerleyen kitap, bu tarzı sevenler için bulunmaz bir seçim olabilir. Benim sevdiğim öykü anlatım biçimine biraz uzak da olsa sindirilmiş mesajları ve akıcı bir şekilde okunması takdir edilir nitelikte.
KÜNYE: Uykucular Ve Kakaocular Ülkesi, Özlem Özyurt, Yapı Kredi Yayınları, 2020, 52 sayfa.