derkenar | karıncaların günbatımı

derkenar | karıncaların günbatımı

zaven biberyan, sayfalar boyunca tek bir resim çiziyor. farklı farklı resimlerden oluşan tek bir resim.

Cüneyt Uzunlar

                  "geçmiş meşrulaştırır.

geçmiş, övünülecek fazla bir şeye sahip olmayan

şimdiki zamana daha şerefli bir arkaplan sunar."

eric hobsbawm, tarih üzerine

üst anlatı (meta öykü) kavramından yola çıkıp zaven biberyan’ın karıncaların günbatımı için bu bir üst roman diyeceğim. bu, benzerleri gibi sükut suikastine maruz kalmış romanı okuyacaklar; üzülecekleri, acıyacakları, gözyaşı dökecekleri, varlık vergisi ile beli bükülmüş çaresizlik, acı içinde sürünen ermenileri göremeyecek maalesef. bu roman kahramanın kederine bürünmek, onunla acılar içinde sürüklenmek ve katharsise ulaşmak beklentisini boşa düşürüyor. üzülmek anlamayı geciktirir, anlatmayı da. karıncaların günbatımı poetik bağlamda kahramana üzülmemize izin vermeyen anti-aristotelesçi bir roman… insanın insana kıyması bahsinde, kıyıcının bakış açısından baktığımızda haklılık ve gurursa geriye kalan; kıygının bakış açsından baktığımızdaysa geriye kalan acı, öfke ve kindir. olaya tarafsız bakanaysa düşen, kabullenişe eşlik eden ‘yapma, sığ bir keder’. fakat bu romanda olduğu gibi kıygından ve yeniden kıyılma tehdidi altında yaşayanlardan biri çıkıyor olan biteni, bilinmeyen, beklenmedik bambaşka bir bakış açısıyla, bambaşka bir içsel tabloyla anlamlandırıyor ve bu anlamlandırma karşısında taraflar da tarafsızlar da şaşkın, donuk bir halde silahsız ve hedefsiz bırakılıyor. resmi tarih yazımı, daha gündelik bir dille dün, hobsbawm’ın dediği gibi günün ihtiyaçlarını karşılayan bir fon. karıncaların günbatımı ise hem dünün hem bugünün yapılarını uçurup dağıtan; yalın yargıları karmaşık bir halde birbirinin içinde bırakan; iyi kötü, doğru yanlış, güzel çirkin tüm bildiklerimizi altüst eden gerçeğe, ‘şimdiki zamanın tarihi’ne sıkı sıkı bağlı bir yeniden yazım.

shakespeare’in deyişiyle, kötülükler gömülse de yerin dibine çıkar bir gün insanların gözü önüne. freud’un deyişiyle, bastırılan her şey geri gelir. fakat ışıltılı, yüreklendirici bu tespitleri saçaklandırınca sorular çoğalıyor: öncelikle kötülük nedir. başkasına kıydığını, kötülüğünü bilmemek, bilememek, ne kadar istense de bu bilgiye ulaşamamak mıdır. böylece her an yeni bir kıyıma hazır olmak, yeni bir işgal, yağma için haklı durumda hissetmek ve bu kudretle yakmak, yıkmak, kesmek, parçalamak mıdır. gene de yaptığının bir kıyım olduğunu bilmemek; bilmek istememek böylece hem bilemeyip hem de bilinememesini sağlamak; yeni kıyımlar için gerekli toplumsal rızayı ekip biçmek, dermek midir kötülük. bir gün, gün yüzüne çıkacak olan kötülüğü, bastırılıp geri gelen şeyleri tanıyabilmemiz için onların ne olduğunu bilmeliyiz değil mi. soykırım mı, katliam mı, sürgün mü, varlık mı, pogrom mu… hangisi! kıyımın kıyım olduğunu görebilmemiz için, ne sulu gözler ne de kıygına üzülmek yeterlidir. gözyaşlarımız, öfkemiz ne kıyımın ne de kıygının durumunu değiştirmez zira… bir düşünün: kederin kaynağı hep başka zaman diliminde ve başka bir yerdedir çünkü. karıncaların günbatımı, bin dokuz yüz kırk-kırk beş, bin dokuz yüz kırk beş- elli beş arasında yaşanmaz bu yüzden. tuhaf biçimde şimdi, burada geçer her şey yani yarının kederi olacak yerde. şimdi buradaki canlı acının, sahici direnişin, başkaldıran yumruğun içinde yaşanır roman. anti-aristotelesçi anlatı böyledir. beklenmedik şeyler koyar karşımıza. biz nostalji yaşamak isteriz, hüzün isteriz, acı isteriz, şuracıkta biraz ağlamak isteriz ama o tüm beklentilerimizi boşa çıkarır. meditasyon yaparken uyuklar gibi oluveren öğrencisinin kafasına sopayı indiren zen ustası gibidir anti-aristotelesçi estetik. biz farklı bir tarih yazımını destekleyen iktisadi bir ermeni kıyımı görmeyi bekleriz, edebiyatçı bu beklentimizi de altüst eder. varlık vergisinin azınlıklara getirdiği ağır yükün acısını kahrını değil, o yükün ağırlığıyla yeraltından fışkırıp halkın arasında cirit atan kitonyen mizacı gösterir. 

ikinci dünya savaşı yıllarında türkiye cumhuriyeti ordusunda, nafıa’da üç buçuk yıl askerlik yapmış, üç buçuk yıl taş kırmış, üç buçuk yıl toprakta yatmış döndüğünde de ailesini sefalet içinde bulmuş ‘bir baret’in kendine, kendi toplumuna, herkese ve her şeye yabancılaşmış gözlerinden seyrederiz dönemi, büyükada’daki eski aile evinde somutlaşan, tabiatın yıkıp döktüğü bir harabenin içinde geziniriz. sadece iktisadi değil her bakımdan sefil durumdadır ‘ermeniler’. yok! yoksulluktan değildir bu sefillik, daha köklü bir sefilliktir bu. daha beynelmilel, daha sistemsel, daha derin bir sefillik. gözünüzün önüne getirin şu hâli: örtmek değil, saklamak değil, gizlemek değil, evet, bilememek; elinde kılıçla işgal ettiğin toprağın yerlilerini keserken çekilmiş bir resmine bakıp hiçbir şey anlamamak, anlayamamak, bu kim demek, bu ben değilim ki, bu sam amca. geçmişi geniş, tarihsel düzlüklerde mi arayalım hep. daha küçük, daha dar, daha sıkışık, kıvrımlı, karanlık, rutubetli, pis alanlara mı bakalım yoksa daha çok. ağabeyin erkek kardeşinin mirasına el koymasına mı bakalım mesela. dayının yeğeninin hakkı olanı çalmasına mı bakalım. kızının anneye düşman olmasına mı, annenin kızına kin gütmesine mi bakalım. yavaş yavaş uyuşturucuya alıştırılan genç gibi ulus devlet vatandaşlarının da ufak ufak işgalciliğe nasıl alıştırıldığına mı bakalım. hepsinin de sevdiklerinden kaçmak, kaçmak, bir hayalete dönüşmek; yakalanmayacakları, ele geçirilemeyecekleri bir yer, bir konum bulunca da yeniden ve hızla ete kemiğe bürünüp hükmetme, katletme arzusuna mı bakalım. fakat hiçbiri ne kaça kaça birer hayalete dönüştüğünün, ne sevdiklerinden nefret edip tiksindiğinin, ne de onlara kıydığının bilincinde olamasın. psikanaliz dahi harabeler içinde dolanan bu hayaletleri kurtaramasın.

ilk ulus devletin ardından diğerleri geldi. imparatorluklar ulus devletlerin başkaldırılarıyla, bağımsızlık tutkularıyla başa çıkamadılar. imparatorluklar parçalandı ulus devletlere dönüştü. ulus devletler, ulus olma koşuluyla içlerindeki etnik çeşitliliği yok saydılar ve yok etmeye bastırmaya çalıştılar. doğru mu bu özet. doğru. ama özet işte. ama eksik işte. ulus devlet niye oldu, ne gerekti, kimin ihtiyacını karşılamak içindi. “liberté, égalité, fraternité” için mi. ya da bu kavramlar, bu meta-öykü kimin içindi. sermaye sahiplerinin ihtiyacını karşılamak içindi elbette. sermayecilik eşittir ulusçuluk demekti. ulus fikri ile demiryolları, karayolları kuruluyor, harıl harıl üreten fabrikaların malı dolaşıma sokuluyordu. önlerine hiçbir düklük, ağalık, beylik, paşalık, ferman çıkmadan ulus sınırlarında  hatta ulus sınırlarını aşarak dolaşmalıydı mallar. ulus, bu anlamda her yeri sermayecinin malının dolaşımı için dümdüz etmek, birbirine bağlamak, yek pâre hale getirmek demekti. artık imparatorluk zamanındaki gibi adem-i merkeziyetçiliklere, eyalet sistemine, muhtariyetlere, her etnik topluluğun dilini konuşmasına, kültürünü yaşamasına izin verilemezdi öyle. gıkını çıkaran modern ordunun modern silahlarının namlularıyla karşılaşırdı. ulus devriminin öncü kuvveti hür teşebbüsün malları sorunsuz bir şekilde her yere gönderilebilmeliydi fakat daha önemlisi her ulus tek bir dil konuşmalı, uluslararası dil gene bir tane olmalıydı. yani ulus fikrinde mündemiç sermayeciliğin öznesi müteşebbis, gerçekten hür (liberté), rekabetçi (égalité), sisteme sadık (fraternité) olmalıydı. kitlelerin buradaki rolü gerçekten bireyleşmek/özneleşmek, özgürleşmek, sistemle inatlaşmak değil tersine itaat etmek, rıza göstermekti; öte yandan da imparatorlukların kendileri için yıkıldığına, özgürlüğün, eşitliğin, kardeşliğin kendileri için geldiğine yürekten inanmaktı. oysa gerçekte gelen neydi, ürün çeşitliliğiyle (diversité) her yeri düzleştirip altında kalan her şeyi bölen, parçalayan, kimlik çeşitliliğini yok edip herkesi tek bir kimlik altında toplayan yeni bir hiyerarşi. neydi gelen, en kavramsal ifadeyle, insanın kendi doğasına yabancılaşmasıydı (entfremdung’du). işte burdan devam edebiliriz karıncaların günbatımı’na.      

iyi sanat, iyi edebiyat kuyular, mağaralar, inler, uçurumlar, yarlar, kuru dere yatakları, yeraltı suları ve benzerleridir. yüzlerce yıl binlerce yıl boyunca gelip yerleşen, sinen, katılaşan dümdüzlükte yaşayan kültürleri ürettiği simgesellikle tedirgin eder, tehdit eder, yerinden eder, ufalayıp atar. hem çağının meselesini hem de uygarlığın canevini durmadan karıştırır, kurcalar. karıncaların günbatımı varlık vergisi olayıyla ilişkili bir anlatıdır. doğru ama varlık sorununa kapatılamayacak kadar da kendine sığmayan bir anlatıdır. romanın kalbi sen sandığın kişi, sandığın şey değilsin diye atmaktadır. sen derken? sen türk, ermeni, rum, yahudi, levanten, kürt, çerkes, arap, muhacir olarak sen. anne, baba, kızkardeş, erkek kardeş, dayı, hala, amca olarak sen. erkek, kadın, kız, oğlan, gay, lezbiyen, trans, tanımsız cinsiyet olarak sen. uzun boylu kısa boylu, şişman zayıf, çok güzel, çok çirkin olarak sen. sağlıklı, genç, güçlü yahut hasta, engelli, yaşlı ve güçsüz olarak sen… sen işte. william reich, dinle küçük adam’da başka ülkeleri, coğrafyaları dolaş göreceksin der küçük adama, kendini göreceksin. karıncaların günbatımı bizim olan başka bir ülkedir hem de başka olan bir bizim ülke. bu ülkenin esas oğlanı baret’i kısmen kendime benzettim ben de. öyle ya, her roman kahramanı bize özdeşlik imkânı sunar. bunda şaşılacak bir şey yok. fakat baret’in annesi arus, babası diran tıpkısının aynısı benim annemle benim babam. bu nasıl olabilir. işte bu şaşkınlık verici. bu, tüylerimi diken diken ediyor.  beklemediğim bir şeydi bu. ben, tersine bir oryantalist gibi kilise ayinleri, noel yortuları, ikonalar, yetimhaneler, dönemin gece hayatı, modası, siyahlara bürünmüş hüzünlü kadınlar görecek, kederli soluk mum pırıltılarında ortodoks ilahilerin tınısını işitecektim fakat biraz kendimi ama en çok da tıpkısının aynısı annemle babamı gördüm. ne bu yarabbim. bu ne!

ailemiz yurdumuzdur yahut içinde yaşadığımız ülke en küçük biçimde aile ismiyle örgütlenmiştir. pekâla aile değil, iş bölümsüz, hiyerarşisiz bir komün de yurdumuz olabilir idi. ama değil işte. ailemiz katı bir hiyerarşi ve iş bölümüne sahip bir örgüt, bir teşkilat, bir ulus ailedir. bu örgütün içinde de sermayeciliğin ekonomi-politiği döner durur. bu küçük örgütte birer kimliğe gömülmüş her insan teki; kendi bekası, ikbali, hayalleri için yaşar. evet evet, “BEN sizin için…”, diye başlayan “BEN kendim için değil…” diye biten cümleleri ederken ne olduğumuzu, kim olduğumuz içine gömüp yok eder. bizler de ne olduğunu bilemeyen BENler olarak aslında burada ne yaptığımızı bilemiyoruz tam da bu yüzden. karıncaların günbatımı, doğrudan bunu söylemiyor. söylememesi de gerekiyor zaten. zaven biberyan, sayfalar boyunca tek bir resim çiziyor. farklı farklı resimlerden oluşan tek bir resim. ve tek bir şey söylüyor. nedir? ah! ne söylediğini söylemiyor işte. çünkü söylenecek bir şey değil, yaşanacak bir şey bu. söylemek istediği şeyin ortasına oturtuyor okuyabilen kişileri, bir simülasyonun içinde oturtur gibi, kendi içsel tablosunu yaşatıyor. kültür-karşıtı sanatın, edebiyatın gücü sadece ve kesinlikle buradan geliyor, söylemekten değil. biberyan varlık vergisi olayı vesilesiyle şimdiye dek kurcalanmamış bir görüngünün santrifüjünün santraline atıyor okuyanı. döndürüyor döndürüyor. başta da belirtildiği gibi burada mağdur, zavallı, küçük düşürülmüş, hayatları perişan edilmiş, hallerine üzüleceğimiz ermeniler, rumlar, yahudiler yok. burada başka bir şey var. anlatının merkezinde başka bir şey görmemiz bekleniyor.

insan bütünüyle tek ve biricik değil. sosyal medyada çok sık duyduğumuz “bana göre”li cümleler boş laflar. kendini çok ama çok özel hissetmeler, duygularını sadece kendine ait sanmalar, herkesten kesinlikle çok ayrı olduğuna mutlak surette inanmalar falan hepsi boş ama bütünüyle boş değil. çünkü durumun böyle olmadığını görme cesareti de özel bir bakış açısı, ağır bir zihinsel işçilik gerektiriyor. aşk acısı yaşarken, kendini dünyanın merkezinde hisseden erkek, daha önce, sair zamanda da dünyanın merkezinde hissettiğini göremiyor mesela. oysa adam(lar), nicedir dünyanın merkezindedir zaten. kültür böyle buyuruyor sana, seni böyle yuğuruyor. baret, bu bakımdan ermeni değil de dünyanın merkezindeki adamlardan biridir. dünyanın merkezinden bakar her şeye. zavallı, cahil, aptal, korkak rum kızı (ama bacakları biçimli) lula’yı önce hamile bırakır, sonra ölüme terk eder. hiç, ama hiç acımadan. baret bir kıygın olduğunca da kıyıcıdır da. lula’ya niye kıyar. çünkü bu aptal rum kızı kendisi midir biraz da. sadece baret mi. arus da, diran da, hilda da kıyarlar birilerine, kıydıklarının bilincinde olmadan elbette, kendilerini mazlum, çok iyi insanlar sayarak… canetti’nin körleşme romanı bu körlüğü (entfremdung’u) çok iyi gösterir… doğru bir “bana göre”, hem kendindeki ‘çoğunluk’u ve ‘çokluk’u keşfetmiş hem de ‘çoğunluk’tan ve ‘çokluk’tan kendini ayırmış bir “bana göre”dir. zaven biberyan o doğru “bana göre”ye sahip bir yazar, tüm iyi yazarlar gibi. onun “bana göre”sinde, bizim deli dolu, oynak, illüzyonize zihnimizi harabelerle kitonyen tabiatın kesiştiği arafta yaşayan qusimodo isimli topal bir martının ufkuna mıhlayan bir ‘temizlik girişimi’ var.

tarih ihtiyaçlarımıza göre yeniden yeniden yazılabilir ama tarihsel bir kalıt olarak roman ancak yeniden yeniden okunabilir. edebiyat okundukça canlanan bir harabe, kahramanları da canlanan birer hayalet; insanlık varoldukça yaşayacak bir candır roman. bu hayaletin nasıl bir hayalet, canın ne tür bir can olduğu ve şimdiye, buraya ne taşıdığı okuyana bağlı. bu derkenar metni, bir roman hakkındaki öğrenilmek istenenleri ve beklentileri ne kadar karşılamadıysa biberyan’a o kadar layıktır sanıyorum. sadece egemen ulus değil hemen herkes tarafından yoksayılmış bir ateş, bastırıldığı yeraltından dönüp geliyor, yeryüzüne çıkıyor. sorularımız çoğalıyor. doğu’da batı karşıtı olanlar, imparatorluklarının düzenini nasıl terk ettiler. altı yüzyıl boyunca birlikte yaşadıkları, muhtariyetlerini, dillerini, dinlerini tanıdıkları toplumlarla nasıl kanlı bıçaklı oldular. batı’ya karşı çıkarken batı’yı aynen kopyalayışları üzerine neden hiçbiri düşünmüyor. ne olduğunu hızla terk ederken nasıl olduğuna tapınmak ne tür bir zaafiyet. kendini bilememek nerelerde başlıyor, batı’nın ulusçu ideolojisinin labirentlerine mahkum bir halde niye hep dolanıp duruyor. ne olduğunu anlayamamak, hep ama hep nasıla çalışmaktan mı bütün bunlar.

baret herkesin bakışlarından kaçıyor. annesi komşularının, akrabalarının bakışlarından kaçıyor. babası karısının ve kızının bakışlarından kaçıyor. kızkardeşi, annesinin bakışlarından kaçıyor. arus kocasını gömerken siyah dantelinin düzgün durup durmadığını hatırlamaya çalışıyor; paris’ten telgraf çekilip çekilmediğini merak ediyor; cenazenin ailenin şânına yakışıp yakışmadığını tetkik ediyor. bakışlardan kaçma işi yavaş yavaş bakışlara yakışma, yakışmaya çalışma işine dönüşüyor. romandaki bütün ermeniler kendilerini, başkalarının gözündeki görünümlerine göre değerlendiriyor. çünkü tüm bakışlarda aynı soru var, ben nasıl bir şeyim, ben nasılım. oysa en temel soru sen nesin, bu dünyadaki anlamın nedir, senin doğan nedir olmalıydı değil mi. o soru da bir batı ideolojisinin coşkulu yanıtıyla susturuluyor: sen türksün o ermeni, sen almansın o yahudi, sen fransızsın o arap yahut haitili bir köle… quasimodo kim peki. karıncaların günbatımı’ndaki topal ve çirkin bir martı. baret ona bakınca tiksinti duyuyor. aynı lula’ya bakınca duyduğu tiksinti gibi (ama bacakları biçimli)… victor hugo’nun romanındaki quasimodo kim peki. bir fransız mı. değil. tiksinç bir kambur. peki esmeralda? o bir çingene. quasimodo ne diyor romanın sonunda kilisenin gorgoyle’una, keşke ben de senin gibi taştan olsaydım, taştan bir kalbim olsaydı diyor. benim ne olduğum, yani bizim ne olduğumuz verilmiştir. biberyan tümüyle ama tümüyle o verileni itiyor. bir felaketten kaçarken diğerine yakalanan, hep iki felaket arasında kalan, hep felaket bekleyerek saklanan, gözlerden kaçarak sefil bir hayatı ‘aşk’la parlatmaya çalışan bir quasimodo simgeselliğinde, çan kulesinin yani romanının içinde, bir gorgoyle gibi, baret olarak taşlaştırıyor kendini. “allons enfants de la patrie / le jour de gloire est arrivé!” öyle mi. pöh!

KÜNYE: Karıncaların Gün Batımı, Zaven Biberyan, Çeviri: Sirvart Malhasyan, Aras Yayıncılık, 2021 (4. Baskı), 528 sayfa.

***

Önceki bölümler için:

Alev dudaklı kadın

Bu roman olan şeylerin romanıdır

Bir harem ağasının hatıraları

DAHA FAZLA