Denizlerde ölümcül tehlike: Su sıcaklığı 2020’de rekor kırdı
2020’de okyanuslardaki sıcaklıklar şimdiye kadar kaydedilen en yüksek sıcaklıklara ulaştı. Araştırmacıların raporuna göre okyanusların 2000 metre derinliğine kadar yapılan ölçümlerde hiç olmadığı kadar yüksek ısı değeri kaydedildi. 2020 yılında denizlerde bir önceki yıldan 20 zetajul, yani 1,3 milyar su ısıtıcısının ürettiği enerji kadar daha fazla ısı emilimi yaşanmıştır. Aynı zamanda deniz katmanlarını giderek daha da birbirinden farklılaşmaktadır.
15-02-2021 00:16

Yazar: Nadja Podbregar
Çeviren: İleri Haber
Okyanuslar iklimin korunması için oldukça önemlidir. İnsanlardan kaynaklı sera etkisinin (dünyada insanların ürettiği ısı) %90 kadarını emer. Ancak bu derece enerji ve ısı alınımı deniz sularını oldukça etkilemektedir. Denizler ve okyanuslar gittikçe ısınmakta ve sıcak su akıntıları sıklaşmaktadır. Bu durumdan hem balıklar, yengeçler, mercanlar gibi deniz canlıları hem de deniz akıntıları ve sulardaki oksijen yoğunluğu etkileniyor.
Denizlerdeki “ısı eğrisi” hakkında yeni veriler paylaşıldı. Çin Bilimler Akademisinden Lijing Cheng önderliğindeki uluslararası araştırma ekibi, dünyanın farklı bölgelerinde su yüzeyinden 2000 metre derine kadar yapılan sıcaklık, tuzluluk ve ilgili diğer ölçüm verilerini değerlendirdi. 1955 yılına kadar geriye giden iki bağımsız veri araştırmanın temelini oluşturdu.
60 YILDA 380 MİLYAR JUL ISI EMİLİMİ
Verilere göre 2020 yılında okyanuslar rekor sıcaklıklara ulaşmıştır. Eldeki ölçümlere bakıldığında 2000 metre derinlikteki sular hiç bu kadar sıcak olmamıştı. Araştırmacı Cheng ve ekibine göre 1960’tan bu yana yaklaşık 380 zetajul ısı emdi. Bu değer 380 trilyon jul ve bir yıl boyunca güneşten dünyaya gelen bütün enerjinin 1/10’una denktir.
Araştırmacılara göre bu değer, dünyada su seviyesinin termik genleşme yoluyla yaklaşık 47 milimetre yükselmesine yol açmaktadır. Ayrıca ölçümlere göre Akdeniz, tropik denizler ve Kuzey Atlantik ve Güney Okyanusu (Antarktika’yı çevreleyen su kütlesi) önemli derecede ısındı. Hint Okyanusu’nda ise 2000 yılından beri belirgin bir ısı dalgalanması yaşandı.
REKOR KIRAN 2019 YILINDAN BİLE DAHA SICAK
2020 yılında okyanuslarda önceki yıla kıyasla 20 zetajul daha fazla ısı emilimi yaşanmıştır. Cheng bu değeri her birinin 1,5L kapasiteli 1,3 milyar su ısıtıcısının kaynattığı suya eşdeğer tutuyor. 1986’dan günümüze kadar okyanusların yıllık ısı emilimi yaklaşık 9 zetajuldur. Bu sayı 1958 ile 1985 yılları arasındaki ortalama değerlerin neredeyse 8 katıdır.
Cheng, “Su sıcaklıklarının bu derece artması iklim değişikliğinin doğrudan göstergesidir. Ölçtüğümüz değerler uzun süredir büyüyen küresel ısınmayı gözler önüne seriyor” diyor. Değerler ayrıca okyanusların iklim değişikliğine nasıl yavaş bir şekilde tepki gösterdiğini de gözler önüne seriyor. Karbondioksit emilimi 2020 yılında salgın sayesinde önemli bir derecede azalmış olsa da okyanuslarda yeni bir ısı rekoru kırıldı.
Cheng, “İklim değişikliğini önlemek için öncelikle okyanusların halihazırda yüksek derecede ısı emilimi yaptığını ve atmosferdeki karbondioksit seviyesinin devamlı bir şekilde düşmediği sürece emilimin devam edeceğini anlamamız gerekir” dedi.
OKYANUS KATMANLARI GİDEREK DAHA DA FARKLILAŞIYOR
Yeni ölçümler ayrıca okyanus ve deniz sularındaki katmanların giderek birbirinden farklı özellikler göstermeye başladığını gösteriyor. Yani su yüzeyine yakın katman, derin katmanlara göre daha hızlı ısınıyor ve bu yüzden katmanlar arasında suyun karışması azalıyor. Aynı zamanda tuz yoğunluğu da farklılık gösteriyor. Cheng’e göre tatlı sular giderek tuzlu olurken tuzlu sular ise daha çok tuzlulaşıyor. Bu iki etki birlikte katmanlar arası oksijen ve besin alışverişini engelleyen, birbirine karışmayan katmanların oluşumuna yol açıyor.
Tüm bu olanlara karşı okyanusların kendini koruma mekanizması: Bilim insanları, “Artan katmanlaşma nedeniyle iklim değişikliğinden kaynaklanan sıcaklıklar okyanus tabanına daha az etki edebilir” açıklaması yaptı. “Ancak bu durum su yüzeyinin daha da çok ısınmasına yol açıyor” deniliyor. Aynı zamanda okyanusların karbondioksit tutma kabiliyetini zayıflatıp bu sayede sera etkisini de azaltıyor.
FIRTINA, YAĞMUR VE ORMAN YANGINLARINA ETKİSİ
Okyanuslardaki değişim hava akımlarını ve nemi etkilediğinden buna bağlı olarak iklim ve hava durumu da etkileniyor. Cheng, “Sıcak okyanuslar ve atmosfer fırtına olduğunda daha yoğun yağış getirir, özellikle kasırgalarda sel riskini artırır” dedi. Su buharları kasırga, tayfun ve siklonlar için yakıt görevi gördüğünden bu afetlerin etkisini daha yıkıcı hale getiriyor. Bazı bölgelerin de değişen hava akımları nedeniyle daha kuru olmasına yol açıyor. Cheng, 2020’de Avustralya’da yaşanan yangınların gelecekte daha sık yaşanabileceği uyarısında bulundu.
------------------------------------------------
Kaynak: Scinexx
İLGİLİ HABERLER
Sovyet sinema tarihinin ilk Oscar ödülünü konu alan ‘İlk Oscar’ filminin çekimleri başladı
Sergei Mokritsky’nin yönetmen koltuğunda oturduğu filmin başrollerini Tikhon Zhiznevsky, Anton Momot, Daria Zhovner ve Andrey Merzlikin paylaşıyor.
26-02-2021 13:09

İleri Haber / Çeviri: Şamil Orhan
Rusya’nın Kaluga bölgesinin Medyn kentinde Sovyetler zamanında çekilmiş görüntülerle “Alman askerlerinin Moskova yakınlarındaki yenilgisini” konu alan Moscow Strikes Back (Rusça: Разгром немецких войск под Москвой) belgeselinin yapımını anlatacak olan “İlk Oscar” filminin çekimlerine başlandı. Belgesel, Sovyet sinema tarihindeki ilk ödülünü sinema akademisyenlerinden aldı.
Filmde konu edinilen Moscow Strikes Back belgeseli, ABD’de 1942 yılında 15. Akademi Ödülleri’nde “En iyi belgesel” ödülünü aldı. Ayrıca aynı sene en iyi belgesel dalında “National Board of Review" ödülüne ve en iyi savaş gerçeği filmi dalında New York Film Eleştirmenleri Ödülü’ne layık görüldü. Belgesel, Sovyetler Birliği’nde yine 1942’de Stalin Ödülü olarak bilinen Sovyet Oscarı'nı aldı.
Sergei Mokritsky’nin yönetmen koltuğunda oturduğu filmin başrollerini Tikhon Zhiznevsky, Anton Momot, Daria Zhovner ve Andrey Merzlikin paylaşıyor.
Moscow Strikes Back, 1941 sonbaharında Alman birlikleri saldırdığında çekilmek yerine cepheye giden acemi operatörler Lev Alperin ve Ivan Maisky’yi konu ediniyor. Operatörler, kanlı savaşa tanıklık ederek Moskova cephesini konu alan belgesellerini bir kasete çekiyor ve bu kaset Oscar Ödülü’ne layık görülüyor.
Karakterlerin kurgusal olduğu fakat filmin gerçek yaratıcılarının biyografilerinden esinlenildiği İlk Oscar filminin ilk gösterimi, savaşın 80. yıl dönümü vesilesiyle şubat ve nisan ayları arasında 2022 yılı içerisinde yapılacak.
1953 Büyük Sel Felaketi hakkında hikâyeler
Hollanda, geçen haftalarda 65 yıl önce 31 Ocak-1 Şubat gecesinde meydana gelen büyük sel felaketini andı. Bu felaket 1.800'den fazla ölüm, boğulan çiftlik hayvanları ve evlere büyük zararla sonuçlandı. Çoğu kişi yaşadıkları olaylar hakkında konuşmadı ancak De Bilt Belediyesi'nin sakinleri de dahil olmak üzere zamanla hikâyeler ortaya çıktı.
22-02-2021 01:44

Yazar: Walter Eijndhoven
Çeviren: Yasin Günaydın
Hollanda, geçen haftalarda 65 yıl önce 31 Ocak-1 Şubat gecesinde meydana gelen büyük sel felaketini andı. Bu felaket 1.800'den fazla ölüm, boğulan çiftlik hayvanları ve evlere büyük zararla sonuçlandı. Çoğu kişi yaşadıkları olaylar hakkında konuşmadı ancak De Bilt Belediyesi'nin sakinleri de dahil olmak üzere zamanla hikâyeler ortaya çıktı.
31 Ocak -1 Şubat'ın o korkunç gecesinde Zeeland, Güney Hollanda ve Kuzey Brabant illerinde yaklaşık 150.000 hektarlık bir alan sular altında kaldı. O zamanlar tüm bölgede yaklaşık 600.000 kişi yaşıyordu. 865'i Zeeland'da, 677'si Güney Hollanda'da, 247'si Kuzey Brabant ve 7'si Kuzey Hollanda'da olmak üzere 1836 kişi boğularak öldü. Sonrasında, 40 kişi daha yoksunluktan öldü. Kızılhaç ölenlerin bir listesini yaptı ve bu listeye göre Schouwen-Duiveland bu olaydan en çok etkilenen bölgeydi. 8 Eylül 1953'te Kızılhaç yeni bir liste ile geldi. Bu, 32'si güvende fakat kimliği belirlenememiş ve 164'ü kayıp olmak üzere 1.796 kişinin boğulduğunu gösterdi. Raporlarda en sonunda 1.835 değil, 1.836 kişinin boğulduğu ortaya çıktı. Sonuncusu 31 Ocak-1 Şubat arasında doğan bir kız olduğu ortaya çıktı. Ailesi ona zamanında ulaşamadı. Kız aynı gece o fırtınada öldü. 1.836 kişinin yanı sıra hayvanlar da öldü. Bunlardan 47.000'i çiftlik hayvanı ve 140.000'i tavuktu.
HİKÂYELER
Son yıllarda büyük sel felaketi hakkında daha fazla hikâye ortaya çıktı. Kurbanlar, gönüllüler ve yardım görevlileri gelecek nesle o günlerde neler olduğunu anlatmak istiyor. De Bilt Belediyesi’nin de büyük sel felaketini yaşayan birkaç sakini var. Vierklank gazetesinin bir çağrısından sonra redaksiyon ekibine birkaç yanıt geldi.
ÖĞRENCİLER
Bunlardan biri Bilthoven'dan Richard vanStaa. Ailesinin bir fabrikası olduğu Hollanda Doğu Hint Adaları’nda doğdu.
“Liseyi bitirdikten sonra Delft'te Teknik Üniversitesinde (TH) okumak istedim (Yeni ismiyle TU Delft). Ben de böylelikle Hollanda'ya gittim. 1953'te daha okuyordum ve 1 Şubat 1953'ün pazar sabahında sel felaketini öğrendim. Bu haber hakkında daha fazla bilgi almak için bisikletle Delft'tekiöğrenci topluluğuna sürdüm çünkü orada radyomuz vardı. Ben kendim bir radyoya sahip değildim. Birkaç öğrenciyle birçok karışık duyuruyu ilgiyle dinledik. Öğleden sonraya kadar felaket hakkında ancak açıklık getirildi.”
Ertesi gün Van Staa ve diğer öğrenciler tekrardan Zeeland'daki felaket hakkında haberleri dinliyorlardı, ta ki bir telefon çalana kadar, onlara ve diğer öğrenci derneklerine, bir otobüs kiralayıp yardım etmeleri söylendi.
“Birkaç öğrenci ile otobüs kiralamak için para topladık. Otobüs kalktığında iki topluluktan daha birkaç öğrenci aldık ve bir profesör ile birlikte 2 Şubat Pazartesi sabahı güneye sürdük.”
Van Staa ve öğrencileri iki gün boyunca setleri güçlendirmek için kum torbaları sürüklediler.
“İki günün sonunda otobüs ile bizi aldılar ve bir depoda birkaç saat uyuyabildik. Ertesi gün eve gittik, duş almak için ve yemek yemek için üniversitenin spor salonuna getirildik. Burada da (o zamanın) üniversitenin yönetim kurulu tarafından karşılandık ve öğrencilerinden ne kadar gurur duyduklarını anlattılar.”
BELEDİYE MECLİSİ ÜYESİ
Bilthoven'dan Rien Balemans'ın da büyük sel felaketi anıları var. “O korkunç gün, 1 Şubat 1953 hakkında çok şey hatırlıyorum” dedi.
“O zamanlar tüm aileyle Batı Brabant Zevenbergschen Hoek'da yaşıyorduk. Cuma ve cumartesi günlerinde fırtına başlamıştı ve radyodaki duyuruları dinliyorduk, o zamanlar televizyonumuz yoktu.”
Olayın ciddiyeti kısa sürede anlaşıldı. Balemans şöyle devam etti:
“1 Şubat Pazar gününün sabahında babam panikle eve girdi ve hepimizin ‘çıkması’ gerektiğini ve ‘aksi taktirde boğulacağımızı’ söyledi. ZevenbergenBelediye Meclis Üyesi olarak Moerdijk'teki duruma baktı, HollandsDiepnehrinin set kırılmasını gözlemledi ve bir sonraki taşmada bir felaketin meydana geleceğini öngördü. Eve doğru bisikletle giderken, yükselen suyun içinden, kızıyla birlikte olan başka bir çiftçiyle konuştu. Daha sonra ikisinin de boğulduğu ortaya çıktı.”
İKİNCİ SEL
İkinci selden önce aile, 6 haftadır tahliyeyle yerleştikleri Hoeven'daki akrabalarının yanına bisikletle gitmişlerdi. Balemans, “Ailemiz Hoeven'a giderken, babam geride kaldı. Yapılması gereken çok iş vardı. Yüksekte konumlanan papaz evinde bir kriz merkezi kurdu. İtfaiye, polis ve ordu ile birlikte takip eden saatlerde yardım etmek için teşebbüste bulundu. Şişme botları, mümkün olan yerlerde, insanları zor durumdan kurtarmak için yolladılar” dedi. Ancak bu imkânsız gibi bir şeydi, tekneler güçlü rüzgarla geri itildi. Başarmanın bir yolu gözükmüyordu. Fırtına çok sayıda kurban bıraktığında, ülkenin dört bir yanından yardımlar başladı. Balemans, hep dokuz milyon insanın, bir milyon insana yardım ettiğini düşünürdüm dedi. 50'lerde Hollanda'da yaklaşık 10 milyon insan yaşıyordu.
“Babamın, meclis üyesi olarak belli ayrıcalıkları vardı. Felaketten birkaç hafta sonra bir tekneyle bölgeye gittik. O görüntüleri asla unutmayacağım. Her yerde ölü çiftlik hayvanı vardı ve evler suyun altında kalmış veya yıkılmıştı.”
Set onarımından ve polderları (denizden kazanılan toprakları) boşaltmalarından altı hafta sonra sakinler kendi evlerine dönebilirlerdi. Balemans ailesinin evi kalın bir çamur tabakasıyla kaplıydı.
“Neyse ki ailem maddiyatçı değildi. Mobilya ve benzeri eşyalar değiştirilebilir ancak süs güvercinimiz boğulmuştu. Annemin bu konuda çok üzgün olduğunu biliyorum.”
TALEP KOMİTESİ
1938'de Irma Hoogenraad'ın Hollandsche Rading'den gelen kayınvalidesi ve kayınpederi, Schouwen Duivenland'daki Renesse'de bir tatil evi satın aldılar. Ancak iki yıl sonra Hoogenraad ailesinin evine o zamanın “talep komitesi” tarafından el konuldu ve ikinci dünya savaşından sonra geri verildikten sonra Renesse'deki eve büyük sel felaketi zamanı sırasında tekrar el konuldu. Nihayetinde ev ancak 1956'da geri verildi. Büyük su baskınından hemen sonra afet fonu kuruldu. Kurbanlara; kıyafet, mobilya ve diğer malları satın alabilmeleri için ülkenin dört bir yanından çok para toplandı. Hoogenraad,“İlk yardım esnasında herkes bir çift deri ayakkabı almaya hak kazandı” dedi, “Maalesef aralarında çok kıskançlık vardı.”
“Fakir nüfus genelde bir çift deri ayakkabıyı kabul etmedi, çünkü hep takunya giyiniyorlardı, ancak deri ayakkabılarla daha rahat edebilirlerdi. Nüfusun birçoğu, yoksulların sel felaketinin sonuçlarından ‘faydalanmasını’ istemedi.”
Irma ve Edsart Hoogenraad hala o zamanın olayları hakkında konuşuyorlar. Hoogenraad:
“Yaklaşık 45 sene önce bir çiftlik gördüğümüzde Kerwerve'nın yanından geçiyorduk. Van der Wekke ile yani yetiştiriciyle konuştuk ve Maartensdijk'ı tanıdığı ortaya çıktı. Ebeveynleri önce Tuindorp'ta (o zamanlar Maartensdijk belediyesi) felaketin tahliye edilenleri olarak sahibi yurtdışında olan evde yaşamalarına izin verildi. Evin sahibi geri döndüğünde, Van der Wekke ailesi başka bir yere taşınmalıydı. Burada uzun zamandır kimse yaşamadığı için soğuk ve nemliydi. Oğlu Soesterberg'de ordudaydı ve orada sık sık ailesine giderdi. Annesi hasta olduğu için sık sık Maartensdijk'teki aile hekimine danışırdı. Tesadüfen kocam Edsart, 45 yıl önce Maartensdijk'te bir aile hekimiydi. Bu güzel bir dostluğa yol açtı.”
Başka bir tesadüf ise, eczacı yardımcısının büyükbabasının ölmesiydi. Moriaanshoofd'ın evleri Schelphoek'teki kırılmada anında yok edildi. Neyse ki tüm mahallenin sakinleri kalan sette ve “Heerenkeet'te” güvenli bir sığınak bulabildiler. Hoogenraad:
“Sete güvendiği için arkada kaldı. Bu set 1944'te Almanların kasıtlı su baskını sırasında da ayakta durdu. Bu hikâyeyi Mina'dan duyduk, yetiştiricinin eşi, tesadüfen aynı zamanda küçük bir kızken Moriaanshoofd'da yaşıyordu.”
GİZLİ KAHRAMANLAR
Ancak 2003 yılındaki anma gününde sadece acı dolu hikâyeler değil, birçok hikâye gün yüzüne çıktı. “Bir kız arkadaşım tahliye sırasında üç gün boyunca kız ve erkek kardeşleriyle oyuncak bebeklerle oynadığını söyledi. Hayatında bu kadar eğlenmemişti, Zeeland'daki seli tamamen unutmuştu” dedi Hoogenraad. Aynı zamanda bir limanda sürücüsüz bir tekneye atlayan bir komşu gibi “gizli” kahramanlar hakkında hikâyeler ortaya çıktı. Tüm gece boyunca, fırtına sırasında, tekneyi setten uzak tutmayı başardı. Hoogenraad, “Bunu yapmasaydı tekne kesinlikle sete vururdu, bir delik oluşurdu ve iç bölge sular altına kalırdı. Daha fazla insan boğulurdu”, diye açıkladı.
Bir sonraki hafta, 1953'teki büyük sel felaketini çevreleyen olayların 2. bölümü yayınlanacak. Hoogenraad:
“Bu felaketi bizzat yaşayan yaşlılarımız, Tanrı'nın elinin rol oynadığını düşündüler, bu yüzden felaketten hiç bahsetmediler. Şimdi de yaşlandıkları için hikâyelerinin yazılmasını istiyorlar.”
Kaynak: De Vierklank
Beethoven'ın sağlık dosyaları
Ludwig van Beethoven'ın başını sadece azalan işitme duyusu ağrıtmıyordu. Büyük besteci aynı zamanda ciddi şekilde hasta bir adamdı.
22-02-2021 01:25

Yazar: Johanna Kuroczik
Çeviren: Naci Pektaş
“Uğuldayan ve fısıldayan kulaklarım”
Ludwig van Beethoven'ın başını sadece azalan işitme duyusu ağrıtmıyordu. Büyük besteci aynı zamanda ciddi şekilde hasta bir adamdı.
“Ey beni husumetli, inatçı söz anlamaz veya insan düşmanı olarak gören veya bana ne kadar haksızlık yaptığını açıklayan insanlar; siz bunun gizli sebebini bilmiyorsunuz... Altı yıldan beri dermansız bir derde düştüğümü sadece düşünün.”
Ludwig van Beethoven aslında bu satırları yazarken, Nisan 1802'de Viyana yakınlarındaki Heiligenstadt'ta iyileşmiş olmalıydı. 32 yaşındayken kardeşlerine hitaben yazdığı ancak asla göndermediği “Heiligenstadtvasiyeti”nin başlangıcıdır. Doktoru ona kırsalda kalmasını tavsiye etmişti, ancak “çaresiz durumu” onu burada da umutsuzluğa sürükledi: “Birinin yanımda durup uzaktan bir flütün sesini duyarken benim hiçbir şey duyamadığımda, bunun nasıl bir aşağılanma olduğunu düşünün.”
Beethoven'ın sağırlığı tek kusuru değildi ama doktorların ve tarihçilerin bugüne kadar iç yüzünü araştırmaya çalıştıklarının en ünlüsüdür: Neden işitme duyusunu kaybetti?Karın ağrıları nereden kaynaklanıyordu? Frengiye mi yakalandı, alkol onu ölüme mi sürükledi? Özellikle 2020 yılı içinde bu konu üzerinde yeniden tartışmalar yürütüldü, zira Bonn’da doğan müzisyenin 17 Aralık 1770 tarihli vaftiz günü bu sene 250.yılını dolduracak. Ne zaman doğduğu tam olarak kesin değil, buna karşılık hastalık geçmişi daha çok biliniyor. Arkadaşlara ve doktorlara yazılan çok sayıda mektuptan, sağır müzisyenin çağdaşı olan notlar, resmi konuşma defterleri aracılığıyla sonunda sohbet ettiklerinden öğreniliyor.
SAĞIRLIK 20 YIL SÜRDÜ
“Kulaklarım gece gündüz durmadan fısıldıyor, uğulduyor... Enstrümanların, şarkı seslerinin yüksek tonlarını duymuyorum;...ve bu arada birisi bağırır bağırmaz, buna dayanamıyorum.”
Bu satırları Beethoven Haziran 1801'de çocukluk arkadaşı doktor Franz Wegeler'e gönderdiği mektuba yazdı. Bu, Beethoven'ın işitme probleminin çağdaş ilk kanıtı sayılıyor ve hemen ilk tıbbi bilgileri veriyor: Kulaktaki “fısıltı” bugün tinnitus-kulak çınlaması olarak adlandırılabilir, ayrıca aynı zamanda gürültü duyarlılığında başlayan yüksek frekans sağırlığı dikkati çekiyor. Bu veri, ani işitme kaybını veya işitme duyusunun daha önce aniden maruz kaldığı enfeksiyonu ifade ediyor. Belli kiBeethoven'ın sağırlığı 27 yaşında sol kulağında başladı ve yavaş yavaş ilerledi. 1802'de iyice kötüleştikten sonra işitme duyusu on yıl boyunca durmuş gibi görünüyor ama 48 yaşından itibaren muhtemelen tamamen sağır olmuştu. Ziyaretçilerinin sorularını yazdıkları yaklaşık 400 sohbet defterinden günümüze kadar elde kalan 139'u, bu bilgiyi bize aktarıyor.
Ama Ludwig van Beethoven işitme duyusunu neden kaybetti? Burada zaten frengi veya kafatasının kemiklerinin kalınlaştığı MorpusPaget hastalığı gibi bulaşıcı hastalıklar dahil olmak üzere çeşitli teşhisler öne sürülmüştür. Uzun süte Otoskleroz (iç kulak kireçlenmesi) olduğu düşünüldü. Sağlıklı işitmede ses işitme kanalının sonundaki kulak zarına çarptığında, arkasındaki orta kulakta bulunan küçük kemikçiklerde titreşim yaratır ve bu titreşimde daha sonra bunu iç kulağa iletir.Koklea denen kulak salyangozunun bulunduğu yer burasıdır ki, burada sözde tüy hücreleri elektriksel uyarıları tetikler ve bunları işitme siniri yoluyla beyne iletir. Bu süreç yalnızca saniyenin yüzde birinden daha az sürer, kulak en hızlı duyu organımız ve muhtemelen en hassas olanıdır. Otoskleroz hastalığında kulaktaki kemikçikler zarar görür. Yeni kemik dokularıyüzünden sertleşirler. Günümüzde küçük kemikçiğin protez ile değiştirildiği bir operasyonla süreç durdurulabilir.Otoskleroz nadiren her iki kulakta da oluşur ve kaçınılmaz tam işitme kaybına neden olmaz. Beethoven'un hastalığı bu olmadığına göre, neyi vardı?
AKIBETİ MEÇHUL KAFATASI KEMİKLERİ
Ekim ayı ortasında doğduğu Bonn kentindeki üniversite hastanesinde besteciye tıbbi açıdan yaklaşan bir sempozyum düzenlendi. Eşlik eden “İşiten ve Sağır Ludwig van Beethoven” adlı kitapta, doktorlar tüm kanıtlardan, Beethoven'in sağırlığının en olası nedeninin ilerleyen iç kulak işitme kaybı olduğu sonucunu çıkarıyorlar. Henüz açıklık kazanmamış nedenlerden dolayı bu hastalıkta iç kulakta bulunan duyu hücreleri ilk olarak yüksek tonlardan başlayarak işitme görevini yapamaz hale gelir. Bu, Beethoven'ın tasvirleriyle örtüşüyor çünkü o da ilk olarak yüksek sesleri duyamamaya başlamıştı. Freiburg Müzisyenler Tıbbı Enstitüsü'nün başkanı ve aynı zamanda Bonn'da sempozyumu da düzenleyen Kulak Burun Boğaz (KBB) Doktoru Bernhard Richter, “Nihai bir kesin tanıya asla ulaşılamayacağız” diyor. Zira Dr. Richter; Beethoven'ın kafatasının önemli kemiklerinin, içinde koklea'nın(kulak salyangozu) bulunduğusözde temporal kemiklerin, maalesef artık incelenemeyeceğini söylüyor.
Beethoven'a ölümünün ertesi günü, 26 Mart 1827'de otopsi yapıldı, daha sonraları en sonuncusu vefatından 60 yıl sonra olmak üzere mezarından iki defa çıkarıldı ve incelendi. Gerçi o zamanlar işitme duyusunun işleyiş şekli hakkında çok az şey biliniyordu, buna rağmen daha o zaman ilk klinik şefi Johann Wagner ünlü müzisyenin işitme duyusuyla ilgilendi ve otopsi raporunda kan damarlarının özellikle geniş, kafatası kemiklerinin alışılmışın dışında kalın ve işitme sinirinin tahrip olduğunu kayıtlara geçirdi. Temporal kemikler, yani kulağın iç kısımlarını saran kafatasının kemik parçaları testere ile kesildi ve “alındı”. Alınan bu kısmın akıbeti bugün meçhuldür.
FRENGİ HASTALIĞINI İŞARET EDEN BİR ŞEY YOK
Aslında o zamanlar araştırma olanağı hiç yoktu. Bugün yakın tarihli cesetlerle uğraşan patologlar hassas mikroskoplar ve bilgisayarlı tomografilerden yararlanırlar. Gerektiğinde laboratuvarda bakterilerin DNA kalıntılarından frenginin etmeni olan pallidumun alt türlerinden treponemapallidum gibileri ispatlanır.
Buna rağmen ıstıraplarına karşı bestecinin nelere katlandığı konusunda bilinen çok şey var. Sözde tedaviler için çok para harcadı ve sürekli bir doktordandiğerine koştu. Onların direktifleri üzerine çaylar içti, Tuna Nehri’nde ılık sularda yıkandı, badem yağlı pamuğu veya yaban turpunu kulağına soktu, tenine cildi tahriş eden bantlar yapıştırttı hatta kulaklarının içine tellerin konduğu ve elektrik şoku verildiği “galvanik tedaviden” bile çekinmedi. Gayet tabii bunların hiç faydası olmadı ve meşhur mekanik ustası ve metronomun mucidi Johann Nepomuk Mälzel'in onun için yaptığı çorba kepçesi biçimindeki başlıklı, metalik kulak tüpüne muhtaç oldu. En azından müzik titreşimlerini hissetmesi için, kuyruklu piyanosuna Beethoven'ın dişleri arasına sıkıştırdığı tahta çubuk konulmuştu.
Beethoven'in sağırlığından bu kadar utanmış olması sadece mesleğinden kaynaklanmıyordu: 19. yüzyılda, sağır insanlar aptal ve gülünç olarak görülüyordu, öyle ki duymaya yardımcı olacak çeşit çeşit kibar aletler tedavüldeydi. Bunlar örneğin erkekler için baston, kadınlar için yelpaze olarak kamufle edilirdi. Bugün olsa Beethoven'a koklea-implantı olan, kulak arkasında taşınan ve akustik sinyalleri cilt altına yerleştirilmiş elektrik sistemine taşıyan ses işlemcisiyle donatılırdı. Bu cihazlar sinyalleri doğrudan kulak salyangozuna ve dolayısıyla işitme sinirine iletiyor. Böyle bir implant doğal işitme ile aynı şey değildir ve bununla Beethoven müziğinin tüm inceliklerinin tadını çıkaramazdı.
BESTE YAPARKEN EN KÜÇÜK SORUNU SAĞIRLIKTI
Beste yapımında Beethoven'ı tam işitme kaybı engelleyemedi. En ünlü eserlerinden bazıları Missa Solemnis, daha sonraları bestelediği Yaylı Çalgılar Dörtlüsü ve tabii ki Dokuzuncu Senfoni’yi kendisi hiç duymadı. Müzik bilimiyle uğraşanlar için bu büyük bir sürpriz değil: Beethoven mükemmel bir müzik kulağına sahipti ve tonlamaları sezebiliyordu. Bernhard Richter, “diğer rahatsızlıkları yüzünden kompozisyon becerileri muhtemelen daha sık kısıtlanmıştır” diye tahmin yürütüyor.
Bundan başka bu dahi aynı zamanda hasta bir insandı da. Çocukluğunda geçirdiği çiçek hastalığı yüzünde kalıcı yara izi bırakmıştı ve yaşamı boyunca karın ağrıları ve ishalden mustarip olmuştu. Yazdığı birçok mektubunda şiddetli karın ağrılarından şikayetçi olmuştur. Bugün muhtemelen huzursuz bağırsak sendromundan söz edilebilir. Ayrıca parmaklarındaki iltihaplanmalar ve göz ağrıları onu etkiledi. Ayrıca daha 1821'de karaciğerde bir iltihaplanmayı işaret eden sarılıktan bahsediyor, sonuçta Beethoven daha sonra karaciğer yetmezliğinden öldü.
GERİSİNİ ALKOL HALLETTİ
Bunun tipik bir örneği, otopsi raporuna göre vücudunu kaplamış olan peteşi-purpura adı verilen ciltte toplu iğne başı büyüklüğündeki kırmızı noktalardır. Raporda karaciğer küçülmüş, karın “alışılmamış derecede sıvıyla şişmiş” olarak tasvir ediliyor. Siroz nedeniyle Beethoven'ın karın boşluğunda birikmiş sıvı ölümünden önceki günlerde dört defaalınmıştır. Her seferinde alınan sıvı on litreden fazlaydı. Beethoven'in alkol tüketimi kesinlikle bunda belirleyici bir rol oynadı. Aslında içki içen bir aileden geliyor, babası bununla tanınıyordu ve büyükannesi alkolik olması nedeniyle bir manastıra bile yerleştirilmişti. Beethoven bugün bazen gösterildiği gibi iflah olmaz alkolikten daha çok muhtemelen alkolü zevkine içiyordu. O zamanlar günlük bir şişe şarap ve daha fazlası zaten alışılmış bir durumdu, örnek olarak Goethe de benzer biçimde oldukça çok içiyordu.
Doktorlar kronik hasta Beethoven'ın alkol kullanmasını yasakladı ancak o hiçbir şekilde tedavilere itaat eden biri olmadı. Vefatından birkaç hafta önce Mainz'e acil bir mektup yazdı: “Ama şimdi çok önemli bir rica ile geliyorum. Doktorum bana çok güzel, eski Ren şarabı içmemi reçeteme yazdı ... Hulasa az sayıda şişe alırsam ...” Elbette doktoru ona şarap reçetesi yazmamıştı, muhtemelen daha çok Beethoven'ın karşı konmaz sonunu biliyorduve buna müsaade etmişti. Ölüm döşeğindeyken ziyaretçileri konuşma defterine ona yeterince şarabı olup olmadığını yazarak sordular. Teorik olarak karaciğer nakli ona bugün yardımcı olabilirdi ama şüphesiz bu, aynı zamandaalkolden vazgeçmek anlamına gelecekti. Ama Beethoven'ı her zaman kötü sağlığına rağmen hayatta tutan şarap aşkı değildi.Heiligenstadt'da yazdığı vasiyetnamesinde, “Az bir şey eksikti ve kendi hayatımı kendim sonlandırdım” diye yazıyor, “Sadece o, beni burada tutan sanattı, ah, kendimi yapmak zorunda hissettiğim şeyleri tamamlayıncaya kadar bu dünyayı terk etmem bana imkânsızgöründü ve böylece bu sefil hayatı güç bela sürdürdüm”.
Kaynak: Frankfurter Allgemeine Zeitung
Stanford hapishane deneyi
Zimbardo insan davranışlarını anlama konusundaki anlayışımızı ve toplumu nasıl ilerletebileceğimiz hakkında öğrendiğimiz şeylerin çalışmanın kötü taraflarıyla dengelenmesi konusunda tartışmacı davranıyor.
22-02-2021 01:04

Yazar: Saul McLeod
Çeviren: Muhammed Eroğul
ÇALIŞMANIN AMACI
Zimbardo ve çalışma arkadaşları, ABD hapishanelerinde bildirilen şiddetlerin gardiyanların sadist kişiliklerinden mi kaynaklandığını yoksa hapishane ortamıyla mı bir alakası olduğuyla ilgileniyorlardı.
Örneğin, mahkûmların hukuka ve düzene olan saygısızlıkları ve gardiyanların baskıcı ve saldırgan olmaları gibi iki taraf da kaçınılmaz tartışmalar yaratan kişiliklere sahip olabilir.
Öte yandan, mahkûmlar ve gardiyanlar hapishanelerdeki sosyal çevrenin güçlü yapısından dolayı saldırgan bir tavır sergileyebilir. Zimbardo, durumun, insanların mizaçlarından çok davranışlarının nedeni olduğunu tahmin etti.
PROSEDÜR
İnsanların cezaevi koşullarında oynadıkları rolleri incelemek için Zimbardo, Stanford Üniversitesi psikoloji binasının bodrum katını sahte bir hapishaneye çevirdi.
Hapishane hayatının psikolojik etkileri hakkındaki bir çalışmaya katılmaları için gönüllüler aramaya başladı.
Başvuran 75 kişiye, psikolojik problemleri, engelli, suç geçmişi ya da madde bağımlısı olan adayları elemek için mülakat ve kişilik testleri yapıldı.
Fiziksel ve zihinsel olarak sağlam, olgun ve anti-sosyal davranışlarda en az bulunan 24 adayın başvurusu kabul edildi. Çalışmanın başından beri adayların hiçbiri birbirini tanımıyor ve deneye katılmaları için günlük 15 dolar ücret ödeniyordu.
Adaylar oluşturulan sahte hapishane ortamında rastgele olacak şekilde mahkûm veya gardiyan rolüne atandı. Üç yedekten biri çalışmadan ayrıldıktan sonra geriye 10 mahkûm ve 11 gardiyan kaldı.
Mahkûmlara evlerinde, uyarılmadan ve direkt tutuklanıp karakola götürülmüş bir suçlu gibi davranılıyordu. Hepsinin parmak izleri alındı, fotoğrafları çekildi ve hapis cezası aldılar.
Daha sonra hepsinin gözleri bağlandı ve Zimbardo’nun hapishane olarak kullandığı Stanford Üniversitesi psikoloji bölümünün bodrum katına götürüldüler. Bodrum katında kapıları ve pencereleri demir parmaklıklarla kapatılmış, düz duvarlar ve küçük hücreler bulunuyordu. İşte bireyselleşme süreci burada başlıyor.
Mahkûmlara, hapishaneye vardıklarında kıyafetlerinin tamamını çıkartmaları ve kişisel eşyalarını teslim etmeleri istendikten sonra hapishane kıyafeti ve geceliği verildi. Kıyafetler baskılıydı ve üzerinde sadece numaralar bulunuyordu.
Üzerlerindeki numaraların amacı mahkûmları anonim hissettirmekti. Her bir mahkûma sadece numarasıyla seslenilebilirdi ve mahkûm kendisiyle diğer mahkûmlara ancak numarasıyla seslenebilirdi.
Giysileri sadece üzerinde numaralarının olduğu bir önlükten oluşuyordu ve iç çamaşırıdâhil üzerlerinde başka bir kıyafet yoktu. Ayrıca saçlarını örtmeleri için sıkı naylon bir şapka ve ayaklarının tekine bağlı kilitli bir zincir vardı.
Tüm gardiyanlar hâkî renginde bir üniforma giymişti, üzerlerinde boyunlarında bir düdük ve polislerden ödünç aldıkları copları taşıyordu. Gardiyanlar ayrıca mahkûmlarla göz teması kurmayı imkânsız hale getirmek için özel güneş gözlükleri takıyordu.
Üç gardiyan sekiz saatlik vardiyalar halinde çalışıyordu, diğer gardiyanlar hazırda bekliyordu. Gardiyanlara, hapishanede disiplini ve düzeni sağlamak adına gerekli olduğunu düşündükleri her şeyi yapabilme ve mahkûmlara saygılı olmalarını emretme yönünde talimat verildi. Fiziksel şiddet uygulamak tamamen yasaktı.
Zimbardo bir araştırmacı olarak mahkûmların ve gardiyanların davranışlarını gözlemliyordu ve hapishane müdürü rolünde oynuyordu.
BULGULAR
Kısa süre içerisinde hem mahkûmlar hem de gardiyanlar rollerini benimsedi. Gardiyanlar kendi rollerini daha kolay ve daha hızlı benimsedi.
OTORİTEYİ KANITLAMAK
Deneyin başladığı ilk saatlerde bazı gardiyanlar mahkûmları taciz etmeye başladı. Gece 2.30’da mahkûmlar sayım için düdükler çalınarak uyandırıldılar.
Sayımlar mahkûmları numaralarına alıştırmak için yapılıyordu. Daha önemlisi gardiyanların mahkûmlar üzerinde düzenli olarak üstünlüklerini göstermeleri için bir fırsattı.
Mahkûmlar da kısa zamanda gerçek mahkûm davranışlarını benimsemeye başladılar. Zamanın büyük bir çoğunluğunda hapishane sorunları hakkında konuşuyorlardı. Gardiyanlara birbirleri hakkında hikâyeler anlatmaya başlamışlardı.
Hapishane kurallarını çok ciddiye almaya başladılar ve tamamı sanki mahkûmların yararı için oradalar da küçük bir karşı gelme tamamı için büyük sonuçlar doğuracak diye düşünüyorlardı. Hatta bazıları gardiyanlarla beraber kurallara uymayan mahkûmların karşısında duruyorlardı.
FİZİKSEL ŞİDDET
Mahkûmlara küçük emirler veriliyor, hakaretlerle alay ediliyordu ve genellikle onlara insanlık dışı olan sıkıcı ve anlamsız işler yaptırılıyordu.
Şınav çekmek gardiyanların sıklıkla uyguladığı bir tür fiziksel şiddet türüydü. Mahkûmlar şınav çekerken gardiyanlardan biri mahkumların sırtlarına basardı ya da diğer mahkumları ötekilerin sırtına oturtup şınav çekmelerini isterlerdi.
BAĞIMSIZLIĞI KANITLAMAK
İlk gün sorunsuz geçtiği için, gardiyanlar ikinci günün sabahında çıkan isyana karşı şaşkın ve tamamen hazırlıksızlardı.
Deneyin ikinci gününde, mahkûmlar kafalarındaki şapkayı çıkardı, numaralarını söktü ve kapının önüne yataklarını koyarak hücrelerini kendilerine karşı siper olarak kullandı.
Gardiyanlar takviye çağırdı.Hazırda bekleyen üç gardiyan içeriye geldi ve gece vardiyasındaki gardiyanlar da gönüllü olarak çalıştı.
İSYANI BASTIRMAK
Gardiyanlar, cildi soğutan karbondioksitli su püskürten bir yangın söndürücü kullanarak karşılık verdi ve mahkûmları kapılardan uzak tutmaya çalıştı. Daha sonra gardiyanlar tüm hücrelere girdi ve mahkûmları soyup yataklarını çıkardı.
Mahkûm isyanının elebaşlarına hücre hapsi verildi. Daha sonra gardiyanlar,mahkûmları daha çok rahatsız etmeye ve gözlerini korkutmaya başladı.
ÖZEL AYRICALIKLAR
Üç hücreden biri “ayrıcalıklı hücre” olarak tasarlandı. İsyanda en az payı olan üç mahkûma özel ayrıcalıklar verildi. Gardiyanlar üniformalarını ve yataklarını onlara geri verdi ve saçlarını yıkayıp dişlerini fırçalamasına izin verdi.
Ayrıcalıklı mahkûmlar, yemek yeme hakları geçici olarak ellerinden alınmış diğer mahkûmlarınhuzurunda özel yemekler yemeye başladı.Bunun sonucunda mahkûmlar arasındaki dayanışma yıkılmış oldu.
İSYANIN SONUÇLARI
Birkaç gün geçtikten sonra, gardiyanlar ve mahkûmlar arasındaki ilişkiler değişmeye başladı –birinde değişim olursa diğerinde de değişim olur-. Sıkı bir kontrol sağlayan gardiyanları ve mahkûmların tamamen onlara bağlı olduklarını hatırlayın.
Mahkûmlar daha bağımlı hale geldikçe, gardiyanlar da onlara karşı daha alaycı hale geldi. Mahkûmları aşağılıyor ve bunu onlara fark ettiriyorlardı. Gardiyanların aşağılamaları arttıkça, mahkûmlar daha fazla itaat ediyordu.
Mahkûmlar itaat ettikçe, gardiyanlar agresifleşiyor ve kendine güveniyorlardı. Mahkûmlardan daha çok itaatkâr olmalarını istiyorlardı.Mahkûmlar,gardiyanlara karşıher konuda bağımlı hale geldi.Bu yüzden de mahkûmlar, gardiyanlara diğer mahkûmlar hakkında hikâyeler anlatmak gibi onları memnun etmenin yollarını arıyordu.
8612 NUMARALI MAHKÛM
Deneyin bitmesine 36 saatten kısa bir süre kalmıştı, fakat 8612 numaralı mahkûm,mantıklı düşünememe; kontrolsüz gelişen ağlamalar ve aşırı öfkelenmek gibi şiddetli bir duygusal çöküntü göstermeye başladı.
Gardiyanlarla görüştükten sonra, ona zayıf olduğu fakat onlar için casusluk yapabileceği teklif edildi. 8612 diğer mahkûmların yanına dönüp “Buradan çıkamazsınız, buradan kaçamazsınız!” dedi.
Kısa bir süre sonra 8612 deli gibi davranmaya, bağırmaya, küfretmeye ve öfke nöbetleri geçirmeye başladı. Psikologlar artık onun gitmesine izin vermeleri gerektiğini düşünmeye başladı.
MAHKÛMLARIN AİLELERİYLE GÖRÜŞMESİ
Bir sonraki gün, gardiyanlarmahkûmların ebeveynleri ve arkadaşlarıyla görüşmesi için ziyaret saati ayarladı. Gardiyanlar, aileleri hapishanenin durumunu gördüğünde oğullarını eve götürmek isteyebilecekleri konusunda endişe duyuyordu. Gardiyanlar mahkûmlara ziyafet çektirip müzik dinlettirdikten sonra duş aldırtıp iyice temizlenmelerini sağladı ve hücrelerini süpürdü.
Görüşmeden sonra mahkûmların kaçış planı yaptıkları hakkında bir dedikodu yayıldı.Mahkûmların kaçmasından korktukları için, gardiyanlar ve araştırmacılar Palto Alto polis karakolundan yardım istemeye karar verdiler.
Gardiyanlar tacizlerini bir üst seviyeye taşıdılar ve tuvaletleri mahkûmlara elleriyle temizletmek gibi sürekli temizlik işleri yaptırmaya zorladılar.
KATOLİK RAHİP
Zimbardo, mahkûm papazı olan Katolik bir rahibi hapishanenin durumunun ne kadar gerçekçi olduğunu değerlendirmek için onu davet etti. Mahkûmlardan yarısı kendilerini isimleriyle değil de numaralarıyla tanıttı.
Papaz tüm mahkûmlarla bireysel olarak görüştü ve buradan çıkmanın tek yolunun bir avukat ile görüşmek olduğunu söyledi.
819 NUMARALI MAHKÛM
Rahiple konuşurken 819 numaralı mahkûm, tıpkı daha önce serbest bırakılan iki mahkûm gibi büyük bir ruhsal çöküntüye girip deli gibi ağlamaya başladı. Psikologlar, mahkûmun ayağındaki zincirleri söktü, kafasındaki şapkayı çıkardı ve hapishane bahçesinin bitişiğindeki bir odaya gönderip dinlenmesini söyledi. Ona yemek yedireceklerini ve daha sonra da doktora görüneceğini söylediler.
Tüm bunlar yaşanırken gardiyanlardan biri diğer mahkûmları sıraya dizip yüksek sesle şunları söylettirdi:
“819 numaralı mahkûm kötü bir mahkûmdur. 819’un yaptığı şey yüzünden hücrem altüst oldu Sayın Ceza İnfaz Kurumu.”
Psikologlar 819’un bu sesleri duyabileceğini düşünüp bulunduğu odaya gittiğinde onu kontrolsüzce ağlarken buldular. Psikologlar deneyden ayrılabileceği yönünde onu ikna etmeye çalıştılar, fakat ayrılamayacağını çünkü diğer mahkûmların ona “kötü mahkûm” lakabını taktığını söyledi.
GERÇEĞE DÖNÜŞ
Tam o sırada, Zimbardo “Dinle beni, sen 819 değilsin. Sen... (ismi) ve benim ismim de Zimbardo. Ben bir psikoloğum, hapishane müdür değil ve burası da gerçek bir hapishane değil. Bu sadece bir deney ve buradakiler de tıpkı senin gibi öğrenci, mahkûm değil. Haydi, gidelim” dedi.
Aniden ağlamayı bırakıp kafasını kaldırarak hiçbir şey olmamış gibi “Tamam, haydi gidelim.”cevabını verdi.
DENEYİN SONU
Zimbardo deneyi iki hafta sürdürmeyi planlıyordu fakat mahkumların duygusal çöküntülerinden ve gardiyanların aşırı agresif davranışlarından dolayı altıncı günde durdurmaya karar verdi. Yakın bir zamanda Stanford’da doktora yapan Christina Maslach, gardiyanlar ve mahkûmlarla görüşme yapmaya geldi ve mahkûmlarıngardiyanlar tarafından tacize maruz kaldığını öğrendiğinde şiddetle karşı çıktı.
Öfkeyle dolan Maslach “Bu çocuklara yatığınız çok korkunç bir şey!” dedi. Dışarıdan gelip hapishaneyi gören 50’den fazla kişi arasından bunun etik kısmını sorgulayan tek kişi Maslach oldu.
Zimbardo 2008 yılında şu sözleri ifade etti: “Hapishanedeki rolüme ne kadar uzak kaldığımı fark etmem çok sürmedi. Bir araştırmacı psikologdan çok bir hapishane müdürü gibi hareket ediyordum.”
SONUÇ
Zimbardo ve çalışma arkadaşlarına göre, ‘’Stanford hapishane deneyi’’insanların oynamalarının beklendiği sosyal rollerenasıl kolayca ayak uydurduğunu, özellikle roller hapishane gardiyanlarınınki kadar güçlü bir şekilde kalıplaşmışsa, ortaya çıkardı.
Gardiyanlar yetkili bir konuma yerleştirildiği için, normal hayatlarındaki gibi davranmamaya başlıyordu.
“Hapishane” ortamı gardiyanların vahşi davranışlarını yaratmada önemli bir etkendi (gardiyan rolündeki adaylardan hiçbiri deneyden öncesadist eğilimler göstermiyordu).
Bu yüzden bulgular bu davranışların hapishane ortamından kaynaklandığını destekler nitelikteydi.
Bireyselleşme adayların davranışlarını, özellikle gardiyanlarınkini, açıklayabilir. Bu, bir grubun normlarıyla çokbütünleştiğinizde kimlik bilincinizi ve kişisel sorumluluklarınızı kaybettiğiniz bir durumdur.
Gardiyanlar,yaşanılan şeylerin onların kendi kararları olduğunu düşünmedikleri için çok sadist davranmış olabilirler. İşte bu da onlar için bir grup normuydu. Hatta giydikleri üniformadan dolayı kişisel kimlik bilinçlerini kaybetmiş de olabilirler.
Ayrıca, öğrenilmiş çaresizlik mahkûmların gardiyanlara olan itaatini açıklayabilir.Mahkûmlar, ne yaparlarsa yapsınlar başlarına gelen şeylerin küçük de olsa bir etkisinin olduğunu öğrendiler. Sahte hapishanede, gardiyanların öngörülemez kararları mahkûmlarınkarşılık vermekten vazgeçmesini sağladı.
Hapishane deneyi durdurulduktan sonra, Zimbardo adaylarla görüştü. Konuşmadan bir alıntı ise şu yönde oldu:
Adayların birçoğu çalışmaya gerçekten dâhil olduklarını ve kendilerini adadıklarını söyledi. Deney onlar için çok gerçekçi olmuştu. Gardiyanlardan biri: “Halime çok şaşırdım. Her birine farklı isimlerle sesleniyor ve elleriyle tuvaletleri temizlettiriyordum. Mahkûmları bir sürü olarak düşünüyor ve bir şey yaparlar diye kendimi onlara göz kulak olmak zorunda hissediyordum.” sözlerini ifade etti.
Gardiyanlardan bir diğeri ise: “Yetkili bir şekilde hareket etmek eğlenceli olabiliyor. Güç çok zevkli olabilir.” dedi. Başka bir gardiyan: “Kontrol sırasında ikinci hücredeki yatağı alt üst etmeye başladım. Mahkûm yatağı yeni düzenlemişti ve beni tutup bağırarak yatağı yeni düzenlediğini ve dağıtmama izin vermeyeceğini söyledi. Boğazımdan tuttu ve gülüyor olmama rağmen gerçekten korktum. Copumla saldırdım ve çenesine çok sert olmasa da vurdum ve kendimi ondan kurtardığımda çok kızmış bir haldeydim.”
Gardiyanların çoğu vahşice davranışlar sergilediklerine inanmakta güçlük çektiler. Çoğu, böyle bir yönlerinin olduğunu ya da böyle şeyler yapabildiklerini bilmiyordu.
Mahkûmlar da itaatkâr, korkak ve bağımlı davrandıklarına inanamıyordu. Bazıları normalde iddialı tipler olduğunu belirtti.
Gardiyanlara sorulduğunda, hapishanelerde genel olarak bulunan üç farklı türü tarif ettiler: Bazı gardiyanlar iyi, bazılar sert ama adil ve bazıları da acımasızdı.
ELEŞTİREL DEĞERLENDİRME
Gözlemlenen davranışlar çalışmanın bulgularını açıklayabilir.Gardiyanların çoğu, sonradan davranışlarının normal olduğunu iddia etti.
Gardiyanlar ve mahkûmlar rol yaptıkları için davranışları, gerçek hayattaki davranışlarını etkileyen aynı faktörlerden etkilenmiyor olabilir.
Bu, çalışmanın bulgularının hapishane yeri gibi gerçek hayata makul şekilde genelleştirilemeyeceği anlamına geliyor.Yani çalışmanın ekolojikgeçerliliği düşük bir boyutta.
Ancak, adayların olaylara karşı gerçekmiş gibi tepki verdiği yönünde önemli kanıtlar var. Örneğin, mahkûmlarınaraştırmacılar tarafından gözlemlenen özel konuşmalarının %90’ı hapishane koşullarıyla alakalıydı ve sadece zamanlarının %10’unu hapishanenin dışındaki hayat hakkında konuşarak geçiriyorlardı.
Gardiyanlar da nadiren molalarında kişisel hayatları hakkında konuşurdu. Ya mahkûmların sorunları hakkında ya da hapishane ile ilgili şeyler hakkında konuşuyor ya da hiç konuşmuyorlardı. Gardiyanlar işe zamanında gelir hatta ekstra bir ücret almadan mesai yaparlardı.
Mahkûmlar rahiple tanıştıklarında, isimleriyle kendilerini tanıtmak yerine numaralarıyla tanıttılar.Hatta bazıları, ondan bir avukatın gelip çıkmalarına yardım etmesini istedi.
Çalışma, ABD’li erkek öğrencilerden oluştuğu için nüfus geçerliliğinden de yoksun olabilir. Çalışmanın bulguları kadın mahkûmlarya da diğer ülkelerdekileriçin geçerli olamaz. Örneğin, ABD bireyci bir kültüre sahiptir ve sonuçlar Asya ülkeleri gibi toplulukçu kültürlere sahip olanlardan farklı olabilir.
Bu çalışmanın gücü, ABD hapishanelerindeki işleyiş biçimini değiştirmiştir. Örneğin, federal suçlarla suçlanan gençler artık yetişkin mahkûmlarla yargılanmadan önce onlara karşı olan şiddet riskinden dolayı hapishaneye alınmıyor.
Çalışmanın bir başka katkısı ise adaylara uygulanan şiddetin Amerikan Psikoloji Birliği tarafından etik kılavuzların resmi olarak tanınmasını sağlamış olmasıdır. Çalışmalar uygulanmadan önce artık bir kurumsal inceleme kurulu (ABD) veya etik kurulu (Birleşik Krallık) tarafından kapsamlı bir incelemeden geçmelidir.
Araştırma planlarının üniversiteler, hastaneler ve devlet kurulları gibi bir kurul tarafından gözden geçirilmesi gereklidir. Bu kurullar, olası fiziksel veya psikolojik şiddet riski göz önünde tutulursa araştırmanın potansiyel faydalarının haklı olup olmadığını inceler.
Bu kurullar araştırmacılardan çalışmanın tasarısını veya prosedürünü değiştirmesini isteyebilir ya da aşırıya kaçan durumlarda çalışmanın onayını tamamen iptal edebilir.
ETİK SORUNLAR
Zimbardo’nun kendisinin de deneyde ne olacağını bilmediği için çalışmanıntahmin edilmesi mümkün değildi, çalışma adayların tam olarak bilgilendirilmemiş olması ve onayının olmaması da dâhil olmak üzerebirçoketik eleştiri aldı.
Ayrıca, mahkûmların kendievlerinde “tutuklanmaya” karşı rızaları da yoktu. Polisten gelecek son onayın adayların katılmaya karar vermesine dakikalar kala verilmiş olduğu ve araştırmacıların “tutuklamanın” bir sürpriz olmasını istediği için mahkûmlara bu kısımların tamamından bahsedilmemişti.
Ancak bu, tüm katılımcıların imzaladığı Zimbardo’nun sözleşmesinin etik olmayan bir ihlaliydi.
Mahkûm rolündeki adaylar,aşağılanma ve stres olma olaylarını deneyimlemekten ve psikolojik şiddete karşı korunmadılar.Örneğin, bir mahkûmbaşa çıkılamayan ağlama, öfke ve bağırma krizlerinden dolayı 36 saat sonra deneyden çıkarılmak zorunda kalındı.
Ancak, Zimbardo’nun savunmasında mahkûmların yaşadığı duygusal çöküntünün önceden tahmin edilemeyeceği söyleniyordu. Çalışmanın onayı Naval Araştırma Ofisi İnsan Deneyleri Psikoloji Bölümü ve Üniversite Kurulu tarafından verilmişti.
Bu kurul da mahkûmların aşırı tepkilerinin yaşanmasını beklemiyordu. Adayları, daha az strese sokacak ancak aynı zamanda istenen bilgiyi verebilecek alternatif yöntemlere bakılmışfakat uygun hiçbir şey bulunamamıştı.
Kapsamlı grup ve birey bilgilendirme toplantıları düzenlendi ve tüm adaylaraönce birkaç hafta sonra deney-sonrası anketi yapıldı. Daha sonra ise birkaç ay ve yıllık aralıklarla devam etti. Zimbardo böylelikle uzun süren kalıcı hasarların gerçekleşmediği sonucuna vardı.
Zimbardo insan davranışlarını anlama konusundaki anlayışımızı ve toplumu nasıl ilerletebileceğimiz hakkında öğrendiğimiz şeylerin çalışmanın kötü taraflarıyla dengelenmesi konusunda tartışmacı davranıyor.
Ancak, ABD Ordusu’nun hapishaneleri daha insancıl yapmakla pek ilgili olmadığını ve aslında çalışmayı silahlı servislerdeki insanların tutsak kalma stresiyle başa çıkmalarını eğitmede kullanmakla daha çok ilgilendikleri öne sürüldü.
Kaynak: Simply Psychology
2020 fırtınasını 2021 kasırgası takip ediyor
2020 en nihayetinde, siyaset kurumunun, ana akım medyanın ve merkez bankalarının insanlığın şimdiye kadar deneyimlediği her gücü epey aşan dijital-finans kompleksinin itaatkar hakimiyet araçlarından başka bir şey olmadıklarını gözler önüne serdi.
18-02-2021 02:15

Yazar: Ernst Wolff
Çeviren: Özer Erdin
Şayet siyasete ve ana akım medyaya inanacak olursak, dünya 2021’de normale yeniden geri dönecek. Düzenlenmekte olan toplu aşılama pandemiyi bastırmaya yardımcı olacak; hepimiz eskisi gibi çalışmaya devam edeceğiz; serbestçe hareket edeceğiz ve ekonomi yüzyılın durgunluğundan sıyrılacak.
Ne var ki bu iyimser senaryo yalnızca ihtimal dışı değil, aynı zamanda imkansız. 2020 yılı insanlık tarihinde belirleyici bir dönüm noktasına yol açtı. Buna, tepesinde dünyanın en büyük IT şirketleri, varlık yöneticisi BlackRock firması ve merkez bankalarının bulunduğu dijital-finans kompleksi neden oldu.
Dünyanın büyük bir bölümüne 2000’lerin başından itibaren hakim olan bu üçlü hükümdarlık, 2020 yılında şimdiye dek akla gelmeyecek bir biçimde gücünü genişlettiği gibi 2021’de de insanlık üzerindeki mutlak kontrolü tamamen ele geçirmek için çalışacak.
Söz konusu dijital-finans kompleksinin kullandığı araç ise panik yaratmak olarak karşımıza çıkıyor. Kompleks, geçen yıl bütün insanlığı olağanüstü hale sokmak ve ajandasını saygısızca ilerletmek için pandemiyi kendine vesile etti. Bu durum, dijitalleşme ile mutlak kontrol ve paranın kısmi özelleştirilmesi biçiminde gelişim gösterdi.
2020 en nihayetinde, siyaset kurumunun, ana akım medyanın ve merkez bankalarının insanlığın şimdiye kadar deneyimlediği her gücü epey aşan dijital-finans kompleksinin itaatkar hakimiyet araçlarından başka bir şey olmadıklarını gözler önüne serdi.
Dijital-finans kompleksinin yükselişi 1990’lı yıllarda başladı. Dijital teknolojinin durdurulamaz ilerleyişi onun Apple, Microsoft, Google, Amazon ve Facebook gibi en önemli temsilcilerine nefes kesen zaferinde çok yardımcı oldu. Aynı zamanda finans sektörünün ilerleyen deregülasyonu varlık yönetimi alanında faaliyet gösteren BlackRock’u dünya çapında lider bir deve dönüştürdü.
Bu gelişimde tarihi öneme sahip kilometre taşı, ortaya çıkışından itibaren küresel finans sisteminin yalnızca merkez bankaları tarafından ayakta tutulabildiği 2007/2008 Dünya Finans Krizi oldu. ABD Merkez Bankası (Federal Reserve) ve Avrupa Merkez Bankası gibi bu merkez bankalarından en büyük ikisi milyarlarca dolarlık meblağları yalnızca yoktan var etmekle kalmadı, aynı zamanda BlackRock’un da yardımıyla bu paraların büyük bir bölümünü ultra zenginlerin cebine doldurdu.
Bu biçimde aşağıdan yukarıya istikametli servet dağılımını mümkün kılan tarihsel açıdan benzersiz bir dolaşım ortaya çıktı. Bu servet dolaşımı geçen yıl zirveye tırmandırıldı. Salgınla mücadele bahanesiyle 2020’nin başında neredeyse tüm dünya ekonomisi durma noktasına getirildi. Ardından, BlackRock'un yardımıyla, bugüne kadar görülmüş en büyük meblağlar merkez bankaları tarafından büyük yatırımcılara sözde kurtarma fonu olarak verildi.
Mevcut gelişmelere eşlik eden hasar ise şöyle: BM rakamlarına göre, gelişmekte olan ülkelerde birkaç yüz milyon insan geçim kaynaklarından mahrum bırakıldı, açlıktan ölenlerin sayısı 2020'de 130 milyondan fazla arttı.
Buna ek olarak sanayileşmiş ülkelerde sonuçları henüz belirginleşmemiş olan ekonomik zararlar oluştu. Ayrıca, pek çok küçük ve mikro işletmenin çökmesi ile orta sınıfın büyük bir kısmının ölümü, büyük şirketlerde toplu işten çıkarmalar ve bankacılık sistemini sarsacak çığ gibi büyüyen kredi temerrütleri de şimdiden öngörülebilir.
Devlet bütçeleri ise çeşitli karantina uygulamaları zarfında tüm zamanların en büyük açığını verdi. Bu yüzden kamusal hizmette toplu işten çıkartmalar gerçekleşti ve vergi artışları ile sosyal harcamaların sert düşüşü kaçınılmaz oldu.
Bu çökmeye mahkum sistemi yaşatmak için tüm işaretler, kısa bir süre içinde bankacılık sistemini mevcut haliyle sonlandırmak ve kredi yaratmayı sadece merkez bankalarının eline bırakmak için bir girişimde bulunulacağını gösteriyor.
Hepimiz için bunun anlamı şudur: Yaşam standardımızda ciddi bir düşüş ve mali durumumuz da dahil olmak üzere yaşamın tüm alanlarının tam olarak kontrol edileceği günleri hesaba katmalıyız. Ve sadece bu da değil: Tüm bu değişiklikler kesinlikle önemli bir sosyal direnişle karşılaşacağından, sorumluların zaten 2020 içinde de eşi benzeri görülmemiş bir biçimde yaptıkları gibi sahip olduğumuz seyahat özgürlüğü, ifade özgürlüğü ve toplanma özgürlüğü gibi demokratik haklarımızı kesintiye uğratmaya çalışacaklarını da beklemeliyiz.
Bu nedenle 2021 hepimizi tarihi bir alternatifin önüne getirecek: Bu yıl bizi ya dijital-finans sisteminin hakim olduğu küresel bir hapishaneye kitleyecek ya da kendi belirlediğimiz bir yaşamın mücadelesini üstlenmek için bu modern kölelik biçimine karşı ayaklanacağız. Üçüncü bir yol yok.
Kaynak: Kenfm
https://kenfm.de/auf-den-sturm-2020-folgt-der-orkan-2021-von-ernst-wolff/
Küba'nın Sovyet-sonrası dünyada şaşırtıcı hayatta kalışı
"Kendisine yurt dışından getirilen sınırlamalara rağmen, Küba hala Sovyet sonrası bir dünyada kendi yolunu 1990'ların başında çoğu insanın düşünebileceğinden daha büyük ölçüde geliştirmeyi başardı. Yaffe'nin kitabı, okuyuculara, ada sadece hayatta kalmak yerine nihayet refah düzeyini yükseltme fırsatına sahip olsaydı, ABD'nin uzlaşmazlığının yükü olmadan neler başarabileceği konusunda merak aşılamalı."
15-02-2021 02:16

Yazar: Sara Kozameh
Çeviren: Ceren Berk
Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin (SSCB) çözülüşünden sonra, çoğu izlemci Küba'nın onun izinden gideceğini bekliyordu. Fakat Küba sistemi, Sovyet çözülüşünden bu yana 30 yıl sürdü. Devamlılığını açıklamak için Soğuk Savaş kalıp yargılarını bir kenara bırakıp Küba deneyimine kendi içinde bakmamız gerekiyor.
1991 yılında Sovyetler Birliği'nin çözülüşü ve bu çözülüşün sonucunda çok yanlı ekonomik yardım programlarının sona ermesi sosyalist dünyayı çalkaladı. SSCB resmen tasfiye kararı aldığı zaman, küçük komünist devletlere önemli ekonomik yardım ve tercihli ticaret anlaşmaları sağlayan ekonomik ticaret birliği Karşılıklı Ekonomik Yardımlaşma Konseyi (COMECON) çoktan dağıtılmıştı.
Bu durum COMECON’un Batı yarımküredeki tek üyesi olan Küba’yı ekonomik çalkantıya sürükledi. Hemen hemen bir gecede ada ülkesi kendisini birincil ticaret ortağından bağlantısı kesilmiş halde buldu. 1961 yılında ABD ambargosunun başlangıcından bu yana, Küba ekonomisinin otuz yılı aşkın bir süredir sürdürülmesine yardımcı olan; kendisine enerji, gıda ve makine sağlayan ithalat ve ihracat pazarlarının beşte dördünden fazlasını kaybetti. GSYİH, üç yıl içerisinde yüzde 35 düştü. Küba'nın tarımsal üretimi yüzde 47, inşaat yüzde 74 ve imalat kapasitesi yüzde 90 gibi yalpalatacak bir düşüş gösterdi. Yurt dışından akaryakıt ithalatının olmaması Küba'nın sanayilerini felç etti. Uzun süren elektrik kesintileri ve yemek kuyrukları gündelik yaşamın bir parçası haline geldi.
Arabalarına veya otobüslerine güç verecek benzin olmadığından, Kübalılar istikametlerine varmak için yürüyerek gitmek veya bisiklete binmek zorunda kaldı. Elektriğin olmayışı aynı zamanda bunaltıcı tropik sıcağı engelleyecek fanların olmadığı ve buzdolaplarına güç sağlamanın da mümkün olmadığı anlamına geliyordu. Açlık ve yetersiz beslenme 1959 Devrimi'nden beri görülmemiş seviyelere yükselirken, insanların kalori alımı yaklaşık üçte bir azaldı.
ÇÖZÜLÜŞTEN SONRA
Batı dünyasının çok azı Küba’nın siyasi ve ekonomik sisteminin ayakta kalmasını bekliyordu. Tarihin sona erdiği söylendi; sosyalist dünya çökerken kapitalizm hüküm sürdü. Küba istinasının istisnai olmaktan çıkması sadece an meselesiydi. Yine de Küba'da “tarih” baskın olmaya devam etti.
SSCB'nin çözülüşünden otuz yıl sonra, Küba Devrimi'nden çıkan hükümet hala iktidarı elinde tutuyor. Artık Sovyet sonrası dünyada Sovyetlerin kanatları altında geçirmesinden daha uzun süredir varlığını sürdürüyor. Kendine özgü Küba örneği dayandı ve liderleri, aynı mantığı takip etmeyen kapitalist olmayan bir ekonomiyi geliştirme hedefiyle ezici bir şekilde kapitalist bir küresel sistemin ortasında işleyişin baskılarını hala dengelemeye çalışıyor.
Helen Yaffe, “We Are Cuba: How A Revolutionary People Have Survived in a Post-Soviet World” kitabında Küba’nın sosyalizm örneğinin bu tür zorluklara nasıl karşı çıktığını açıklamaya başlıyor. Yaffe, bu durumun cevabını ABD Soğuk Savaş çatışmalarının arta kalan dar görüşlülüğünün tartışmayı koşullandırmasına izin vermek yerine, ancak Küba Devrimi'ni kendi şartlarına göre ele alarak bulunabileceğini savunuyor.
Küba sistemini yalnızca baskılayıcı bir diktatörlük olarak algılayanlar, siyasi retoriğin karmaşık katmanlarının altında var olan ve bazı ölçülere göre gelişen gerçek toplumla uzlaşamazlar. Yaffe, adanın ilerlemesini ve aksaklıklarını kendi hedefleri temelinde değerlendirerek Küba’nın son otuz yılına ilişkin ekonomik ve politikaya dayalı bir analiz sunmayı amaçlıyor.
ÖZEL DÖNEM
Yaffe'nin kitabı, Küba örneğinin kalıcılığının birkaç nedenini ortaya koyuyor. Merkezi hükümet kontrolünün parametrelerini ayarlama istekliliği bu nedenlerden biridir. Kübalılar, 1980'leri göreceli bolluk ve istikrar dönemi olarak hatırlıyorlar. Sovyet mamulleri mağaza raflarını doldurdu ve üretim kotalarını karşılayan veya aşan işçiler sık sık sahil tatiline, hatta uluslararası seyahatlere çıktı.
Küba’nın 1981’den 1984’e kadar yıllık ortalama büyümesi yüzde 7,3’tü. Latin Amerika’nın geri kalanındaki geriye doğru gidişatla keskin bir çelişki vardı. Bölge bir bütün olarak o yıllarda GSYİH'de yüzde 10'luk bir düşüş yaşadı. Bununla birlikte, ekonomik üretkenliğin yönetilmesiyle ilişkili aşırı bürokrasinin büyümesi ve bütçeyi kabartan işçiler için maddi teşvikler sağlamaya odaklanma gibi sonunda durgunluğa yol açan bir dizi zorluk vardı.
1986 yılında Fidel Castro, Mikhail Gorbaçov'un SSCB'deki Perestroyka (Açıklık) ve Glasnost (Yeniden Yapılandırma) programının erkin kılan adımlarını izlememeyi seçti. Bunun yerine, ekonomi üzerindeki kontrolü yeniden merkezileştirerek Küba’nın merkezi planlama sisteminde reform yapmaya çalıştı. Ayrıca, hükümete vatandaşların katılımı için birkaç yeni platform başlattı ve adayı turizme açtı.
Yaffe, hükümetin pazarın yetersizlikleri olarak gördüğü şeye karşı devlet müdahalesine yapılan bu yenilenmiş vurgunun Küba'yı birkaç yıl sonra Sovyet çözülüşüne karşı daha iyi bir konuma getirdiğini iddia ediyor.
Örneğin, devlet tarımsal üretimi yakın zamanda merkezileştirdiği için, Özel Dönem (Castro'nun “Barış Zamanında Özel Dönem” olarak adlandırdığı dönemin kısaltması) olarak bilinen krizin en kötü yıllarında, aşağı yukarı 1991'den 1995'e kadar, en çok ihtiyaç duyanlara yiyecek bulabildi.
Yaffe, Küba'nın bu krizi nasıl atlattığını açıklarken, devlet bütçesi 1990'ların başında tükendiği için “insan-merkezci kemer sıkma” politikasının önemini de vurguluyor. Küba liderleri keskin kesintiler yaptı, örneğin, devletin savunma harcamaları yüzde 86 düştü ve hükümet on beş bakanlığı hepten ortadan kaldırdı. Ancak, sağlık, refah ve sosyal hizmetler için harcamaları sürdürdü, hatta artırdı. Devlet desteği, temel ürünlerin insanlara ulaşmasını ve işleri korumasını sağlamaya yardımcı oldu.
Bozuk altyapısı veya onarılmamış ekipman olsa da her okul ve hastane açık kaldı. Refah ve sağlık harcamalarından elde edilen GSYİH payı, 1990'dan 1994'e sırasıyla yüzde 29 ve yüzde 13 arttı. 1990'ların ortalarında 15.000 yeni tıp uzmanı mezun olmasının sonucunda, her 202 ülke sakinine bir doktor sağlayabildikleri doktor-hasta oranına ulaşıldı.
Ekonomik çöküşe rağmen, Küba’nın çocuk ölüm oranları gerçekten düştü ve beklenen yaşam süresi 1990 yılında 75 yılken, 1999 yılında 75 yıl 6 aya çıktı ve 6 aylık bir artış gözlemlendi. Altı aylık bir artış değersiz görünse de 1991 ile 1994 yılları arasında ortalama yaşam süresinin 6 yıl düştüğü Rusya gibi eski komünist Avrupa devletlerinde meydana gelen bu koşullar altında bir düşüş beklemek makul olurdu.
Küba'nın mali açığı bu yaklaşımın bir sonucu olarak hızla yükseldi ancak kıtlık tehdidini ortadan kaldırdı. Yaffe, ithalat eksikliğini telafi etmek için Küba'nın artık yaygın olarak bilinen organik kentsel tarım sistemlerini başlatarak yerel gıda üretiminin arttığını bildirdi. Tarım üzerinde sekiz yıllık devlet kontrolünden sonra gıda kaynaklarında fiyat artışını azaltma girişimi olarak devlet, özel çiftçi pazarlarının yeniden açılmasına izin verdi.
Kübalı iktisatçılar, kemer sıkma yerine mali teşvikleri seçerek, nüfusu ekonomik çöküşün en yıkıcı etkilerinden bazılarından korumaya yardımcı oldular. 1995 yılında ekonomik büyüme yeniden başladı. GSYİH'nin kriz öncesi seviyelere geri dönmesi on yıl sürse de artımlı iyileştirmeler insanların geçimini kolaylaştırdı. ABD'deki 2008–9 kazasından iyileşme de yaklaşık on yıl sürerken, buna kıyasla eski Sovyet ülkelerinin çoğunun iyileşme süresi daha da uzundu, yaklaşık on beş yıl.
YENİLİKLER
Küba hükümeti bu zorluktan çıktıktan sonra ekonomiyi istikrara kavuşturmak için birkaç girişim başlattı. Adanın fosil yakıt enerjisine erişim eksikliği 1990'larda felaketle sonuçlandı; 2000'lerde hala sürekli elektrik kesintileri yaşadı. Hükümet 2006 yılında alternatif kalkınma stratejileri izlemeye ve yenilenebilir enerjiye geniş çapta yatırımlar yapmaya başladı.
Yaffe, kitabının bir kısmında, işsiz genç Kübalıları sosyal hizmet görevlilerine dönüştüren iş eğitimi programlarının geliştirilmesini sağladı, savurgan uygulamaları azaltırken, yenilenebilir enerji kullanımını genişleten ve ülkenin biyoteknoloji endüstrisine başarılı bir şekilde girişini sağlayan bir "Enerji Devrimi"ni ele alıyor. Yaffe, bu gibi programların Küba'nın ekonomik açıdan büyüme yoluna geri dönmesini sağladığını ve bunun da yaşam standardını iyileştirmesini mümkün kıldığını savunuyor.
Küba’nın uluslararası dayanışmaya olan bağlılığı da işe yaradı. 2018'de 6,4 milyar dolar kazandıran Küba tıbbi enternasyonalizmi şu anda adanın başlıca ihracatı konumunda. Bu uygulama, milli gelir kaynağı haline gelmeden öncesine, çok eskilere dayanmaktadır. 1960 yılında Küba, yıkıcı bir depremin ardından Şili'ye bir afet müdahale ekibi sevk etti. Bunun üzerine, o ülkenin bağımsızlık mücadelesi sırasında Cezayir'e, daha sonra Kuzey Vietnam ve Orta Afrika'ya doktorlar gönderdi. 1960'ların sonunda Kübalı sağlık görevlileri on iki farklı ülkede çalışıyordu.
Sonraki on yılda Küba, denizaşırı tıbbi yardım programlarını genişletti ve on binlerce yabancı öğrenciyi doktor olmaları için ücretsiz olarak eğitti. Kübalı doktorlar pek çok ülkede çocuk felci, sıtma ve dang gibi hastalıkların ortadan kaldırılmasına yardımcı olarak binlerce hayat kurtardı.
Bu durum, tıp mesleğinin yerleşik kavramlarına ve önde gelen kapitalist devletlerde kalkınma yardımının işlevine doğrudan meydan okuyarak Küba’nın dış politikasında kilit noktası haline geldi. Küba şu anda tıbbi yardım için ödeme alırken, yurt dışında ücretsiz sağlık hizmeti sağlama taahhüdü hala devam ediyor: 2017'de Küba tıbbi ekiplerini barındıran altmış iki ülkenin neredeyse yarısı, hizmetleri için hiçbir şey ödemedi.
Eskilerin söylediği gibi, ihtiyaç icadın anasıdır. Fakat Yaffe, sosyalist ilkelere bağlılığın, insan refahına öncelik veren sürdürülebilir kalkınma modellerini tercih ederek bu tür yenilikleri de teşvik ettiğini savunuyor. Örneğin, Küba’nın devlet öncülüğünde, merkezi olarak planlanmış tıbba yaklaşımı, en zengin kapitalist ülkelerdeki, bunlar arasında daha önce kamusal hizmet sistemleri kurmuş olanlar bile, kar getiren sağlık hizmetlerinin büyümesiyle çelişiyor.
Küçük adanın güncel girişimleri, Covid-19 aşısı için klinik denemeler geliştirme ve tamamlama çabaları, geniş kuzey komşusunun girişimleriyle rekabet ediyor.
KÜBA’DA SİYASET
We Are Cuba kitabında sunulan Küba toplumunun portresi, ABD'deki yaygın basına güvenen okuyuculara alışılmadık bir şey olacak. Yaffe, Küba’nın çeşitli sosyalizminin kısmen adanın çoğu sosyalist ideallere bağlı ve bunları ilerletme çabalarına katılmaya istekli dinamik bir vatandaşlığa sahip olduğu için hayatta kaldığına inanıyor. Elbette uzun süredir Küba’nın tek partili devletinin doğası ve varlığının Küba halkının kendi hayatları üzerinde söz sahibi olmadığı anlamına gelip gelmediği konusunda devam etmekte olan şiddetli bir tartışma var. Yazar, seçim sürecinin aslında "halktan temsil ve karar alma sürecine katılım" ile nitelenmesi konusunda ısrar ederek Küba’nın seçim sisteminin teorik olarak yasa dışı olduğunu ve demokratik olmadığını düşünenlere meydan okuyor. Yazara göre, birkaç devlet öncülüğündeki kuruluşlar aracılığıyla yerel yönetime halkın katılımı, Küba vatandaşları arasındaki bağları güçlendirdi ve Sovyet sonrası hayatta kalması için kritik olan bir ortaklık duygusunu yeniledi.
Fidel Castro 2006 yılında istifa ettikten sonra, kardeşi Raúl hükümetin başına geçti ve gıda ithalatına bağımlılık, düşük ücretler ve yetersiz üretkenlik gibi sorunları çözmek için tasarlanmış yapısal reformlar başlattı. Yaffe, bu önlemleri tek yanlı olarak kabul ettirmek yerine, hangi reformların gerekli veya arzu edilir olduğu ve ne tür değişikliklerin genel olarak kabul edilebilir olduğu konusunda bir fikir edinmeyi amaçlayan hükümetin Küba toplumunun tüm kesimlerini dâhil etmeyi amaçlayan birkaç forum ve müzakere başlattığını savunuyor.
Yaffe, Küba Komünist Partisi'nin 6. kongresini düzenlediği 2011'de yaşanan benzer bir süreci anlatıyor. Birkaç milyon Kübalı, erzak karne defterinin, fiyat reformunun kaldırılmasına ve sağlık, eğitim ve ulaşım gibi hizmetlerin kalitesini iyileştirmeye yönelik önerileri dikkate alarak ulusal ekonomiyi yenilemek için birtakım yönerge oluşturan istişarelerde yer aldı. Uzun danışma ve münazara süreci, konut, siyasi ve iş yeri grupları tarafından yerel olarak gerçekleştirilen 163.000 toplantıyı içeriyordu. Üç milyondan fazla görüş kaydetti ve bunları 780.000 farklı öneri şeklinde organize etti. Kongre yapılmadan önce yönergelerin yüzde 68'i revize edilirken 45 teklif reddedildi.
Yeni bir anayasa oluşturmak için 2013 yılında ulusal bir tartışma başladı. Anayasa önerilerinde içerik olarak özel sektör ve mülk, hükümet pozisyonları için yaş sınırları ve süre sınırları ile idari ve siyasi yapıların görev dağılımı alanlarındaki reformlar yer alıyordu. Temmuz 2018'de, Küba'nın yasama organı olan Halk Güçleri Ulusal Meclisi iki ay süren bir tartışma sonucunda anayasa taslağını yayınladı.
Yaffe, meclislere katılan Küba vatandaşlarını, katılım seviyelerini gösteren taslağın açıklamalı kopyalarıyla anlatıyor. Bir ay içinde, en uzak dağlık bölgelerden gelen ek kopya talepleri sonucunda üç basılı baskı tükendi. Sosyal medya eleştirel görüşler için bir alan haline geldi; en güçlü eleştirilerden bazıları eşcinsel evliliklerin tanınmasına karşı çıkan Protestan gruplardan geldi.
Taslakta yapılan önemli düzenlemelerin ardından, 2019 yılında seçmenlerin yüzde 87'si, 6,8 milyon kişi yeni anayasayı onaylamak için oy kullandı. Nihai taslak Küba’nın kapitalizme ve tek partili devlete aleyhte olan bağlılığını korumaya devam ederken başkanlık süresi sınırları ve tutuklanma halinde yasal temsil hakkı gibi işleyişine yönelik reformlar getirdi.
Bu esnada, bağımsız sendikaların olmaması ve sivil özgürlükler üzerindeki kısıtlamalar Küba’yı eleştirenler tarafından tespit edilen en az iki noksan demokratik alandır. Yaffe'nin kasıtlı olarak kullandığı ölçüt, bu tür eleştirileri kendi değerlendirmesinin dışında bırakıyor. Dürüst olmak gerekirse, kapitalist demokrasinin Küba'da olmayan pek çok başka unsuru var: Örneğin risk fonları, ekonomi üzerinde tüzel kontrol ve sık görülen evsizlik sıkıntısı.
Yaffe, Küba sisteminin dayanıklılığının nedenini adada yeterince insanın sistemle ilgilenmeye ve özdeşleşmeye devam etmesi olarak görüyor ve insanlar Yaffe’nin bu sisteme ilişkin büyük ölçüde olumlu değerlendirmesine katılıp katılmasalar da, onu şekillendiren bağlamı kabul etmek hayati önem taşıyor.
1959'dan bu yana, Washington üzerinden yönetilen diğer şiddet biçimleri ve yarım yüzyıldan fazla bir süredir yürürlükte olan güçten düşüren ekonomik ablukanın yanı sıra aynı zamanda ABD tarafından gelen birkaç noktada inandırıcı istila tehditleri var. Aynı dönemde, 1973'te Şili'den 2019'da Bolivya'ya kadar Latin Amerika'nın başka yerlerindeki sol hükümetler defalarca zorla ihraç edildi. ABD böylesi aşırı baskıyı uygulamayı bırakırsa ve çok daha zayıf bir ulusun kendi rotasını izleme hakkını kabul ederse, bu durum Küba'daki siyasi hesabı değiştirirdi.
DEVLET MERKEZLİ BİR BAKIŞ
Yaffe'nin kitabı Küba ile ilgili önemli olan bazı yanlış kanıları düzeltmeye çalışırken, aynı zamanda birkaç soruyu da beraberinde gündeme taşıyor. Örneğin göç etmek isteyen pek çok sayıda genç Kübalıyı nasıl açıklayabiliriz? ABD'nin ekonomik ablukasının Küba'nın yoksunluklarının başlıca nedeni olduğunu söylemek doğrudur ve Yaffe'nin de kitabında işaret ettiği gibi, yurt dışında çalışan ve seyahat eden Kübalılar arasında, örneğin doktorlar ve sporcular gibi, iltica oranları aslında oldukça düşüktür.
Yine de Küba sosyalizmi ile yenilikçi politikaları halkın katılımı ve desteğiyle birleştirerek hayatta kaldıysa, o zaman yazarın öne sürmesiyle beraber kitabın da odaklanmış olduğu devrimci projenin pek çok genç insan tarafından görünüşte terk edilmesinin nedeni ne?
We Are Cuba kitabı çok çeşitli konuları ele alıyor, ancak birçok yönden ele aldığı şey Küba devletinin bakış açısından bakıldığında Sovyet sonrası Küba'nın bir portresi. Yaffe'nin alıntı yaptığı kaynakların ve fikirlerin çoğu Kübalı diplomatlar, profesyoneller ve hükümet yetkilileridir. Kitap, içerik olarak Kübalıların son otuz yıllık krizi, toparlanmayı ve reformu günlük olarak nasıl deneyimledikleri ya da devletle ilişkilerinin daha gergin olup olmadığı ve ne ölçüde gerginleştiği sorusuna daha az giriyor. Bununla birlikte, sistemi destekleyenlerden Küba’nın gidişatı hakkında bazı önemli perspektifler içeriyor.
Yaffe, açtığı bazı kategorileri sorgulayarak kitabının mesajını güçlendirebilirdi. Yazıda, pasif ve basmakalıp olarak karşımıza çıkan, yazar da açıkça öyle demek istemediği "Küba'nın devrimci halkı" olarak adlandırılan oldukça şekilsiz bir gruba çok sayıda atıf var. Küba toplumu durağan ya da değişmez değildir; diğer herhangi bir ülkenin olduğu gibi, dinamik ve karmaşıktır. Küba hükümetinin hem eleştirmenleri hem de destekçileri var ve tüm Kübalılar "devrimci" değil.
Adadaki herkese bütüncül tek bir devrimci yapı gibi davranmak, son otuz yıldaki gerçek zorluk ve dayanıklılık öykülerini düzleştiriyor. Küba hükümeti şu anda, tarafların görüşlerine göre daha az bağlı veya daha az sosyalist olmaları gerekmeyen canlı bir sivil toplumun yeni taleplerine nasıl cevap vereceğini anlamaya çalışıyor.
Örneğin 2020'nin sonlarına doğru, rap sanatçısı Denis Solís'in tutuklanmasına karşı yüzlerce sanatçı ve entelektüel tarafından protestolar gerçekleşti. Bazıları Küba sistemine doğrudan karşı çıkıyor, diğerleri ise keyfi tutuklama ve sansür olarak gördükleri şeyi sona erdirirken, bir yandan sosyalizme bağlılığını koruyarak bu sistemin yeniden düzenlenmesini istiyor.
ÖNÜMÜZDEKİ YOL
We Are Cuba kitabı, liderlerinin 1991'den bu yana benzersiz birçok zorluğun üstesinden nasıl geldiği konusunda çoğunlukla temel bilgilerden yoksun olan, ülke dışındaki okuyucular için hükümet politikalarının zaman içinde nasıl geliştiğini etkileyici ayrıntılarla göstererek önemli bir boşluğu dolduruyor. Yine de önünde daha birçok zorluk var.
Küba ekonomisinin küresel kapitalist pazara yeniden girmesi ve ardından liberalleşen reformlar, ABD dolarının geri dönmesine ve bununla birlikte eşitsizliğin artmasına yol açtı. Yaffe, Küba hükümetinin, kapitalizme boyun eğmemekle birlikte eşitlik ve sosyal adalet taahhüdünü yeni piyasa mekanizmalarının getirilmesini dengelemekle ilgilenişini anlatıyor. Fakat bu durum ABD yaptırımları, ambargoları ve siyasi tehditler Küba’yı hâlâ çok fazla kuşatma altında tuttuğundan dolayı kolay bir iş değil.
Küba ayrıca Covid-19 kriziyle birlikte pezonun değerinin düşmesine neden olabilecek ABD'nin son yıllarda hâlihazırda sert olan yaptırımlarının sıkılaştırılması ve çifte para birimini birleştirme planlarından kaynaklanan potansiyel ekonomik yansımalarla da başa çıkmak zorunda. Küba hükümeti ayrıca, 1963'ten beri gelirden bağımsız olarak tüm Kübalılara temel gıda tedarikini garanti eden erzak karnesini nihayet ortadan kaldırmayı planlıyor.
Kendisine yurt dışından getirilen sınırlamalara rağmen, Küba hala Sovyet sonrası bir dünyada kendi yolunu 1990'ların başında çoğu insanın düşünebileceğinden daha büyük ölçüde geliştirmeyi başardı. Yaffe'nin kitabı, okuyuculara, ada sadece hayatta kalmak yerine nihayet refah düzeyini yükseltme fırsatına sahip olsaydı, ABD'nin uzlaşmazlığının yükü olmadan neler başarabileceği konusunda merak aşılamalı.
---------------------------------------------
Kaynak: Jacobin