ÇEVİRİ | Pfizer tarafından kullanılan telif hakları Covid-19 aşısına ulaşımı zorlaştırıyor
Bir aşının küresel dağıtımını garanti altına almak adına telif kurallarını askıya almak için günümüzden daha uygun bir zaman yok. Buna rağmen, ilaç sektörünün devi Pfizer, kurtarılacak hayatları değil de kâr hırsını önceleyerek, aşının yoksul ülkelere ulaştırılabilmesi için Dünya Ticaret Örgütü’nde verilen önergeye karşı çıkıyor.
22-01-2021 01:32

Yazan: Sarah Lazare
Çeviri: Metahan Akman
Alman partneri BioNTech ile birlikte geliştirdiği Covid-19 aşısı 11 Aralık’ta ABD’de acil kullanım onayı alan ilaç devi Pfizer, yoksul ülkelerin ilaca ulaşımını sağlamak için gösterilen uluslararası çabaya karşı çıkmakta.
Ekim ayında Hindistan ve Güney Afrika, Covid-19 için geliştirilen tedavi yöntemlerinin, Dünya Ticaret Örgütü’nün (DTÖ) fikri mülkiyet anlaşmasının, “Fikri Mülkiyet Haklarının Ticarî Yönleri (FMHTY),” başlığı altında yer alan patent haklarının askıya alınması için bir önerge verdiler. Neredeyse yüz ülke tarafından desteklenen bu önerge, salgın sürecinde genel olarak kullanılan tedavi yöntemlerinin daha az maliyetle geliştirilmesine olanak sağlayacak.
Zengin ülkelerin aşı stoklarını adeta yağmaladığı ve bir araştırmanın, dünya nüfusunun çeyreğinin 2022 yılına kadar aşıya erişemeyeceğini gösterdiği günümüzde, bu önerge -eğer onaylanırsa- Küresel Güney’de sayısız hayat kurtarabilir.
Ancak şimdiye kadar ABD, Avrupa Birliği, Britanya, Norveç, İsviçre, Japonya ve Kanada bu önergenin kabulünü, her tür gecikmenin daha fazla ölüm getireceği kesin olan bu düzlemde, başarıyla engellediler.
Kârını korumak için çabalayan ilaç sektörü, Pfizer’in de öncülüğünde, bu muhalefetin önemli bir ortağı. Pfizer’in genel müdürü Albert Bourla geçen hafta yaptığı açıklamada, “Bu salgının çözümünü, özel sektörün kanı diyebileceğimiz fikri mülkiyet hakları getirdi ve şu anda da bu haklar bir engel teşkil etmiyor,” dedi. 5 Aralık’ta Lancet’te çıkan bir makaleye göre Pfizer, “Herkese uygun tek bir model geliştirme çabası her durumun, ürünün ve ülkenin özel koşullarını yok saymak anlamına gelir.” diyerek önergeye karşı görüşünü belirtti.
Pfizer’in ortaya koyduğu görüşe göre, fikri mülkiyet hakları ve ilaç tekelleri, insanlığa yararları apaçık ortada olan sağduyulu bir küresel düzeni temsil ediyor. Ancak, gerçekliğe baktığımızda, bu uluslararası normlar görece yeni ortaya çıktı ve bir kısmı bizzat Pfizer tarafından şekillendirildi.
Bu şirket, 1980’lerin ortasından 1990’ların başına kadar DTÖ’nün fikri mülkiyet kurallarının oluşumunda önemli bir rol oynadı ve günümüzde yoksul ülkelere aşı dağıtımının sağlanmasının karşısında, kendi koyduğu kurallardan yardım istemekte. Bourla’nın bahsettiği “özel sektörün kanı,” olayların doğal varoluşunu değil, hayatlarını kurtaracak ilaçlara ulaşamayan yoksul insanların zararına işleyen küresel ticaretin yapısını yansıtıyor.
BİR ŞİRKET KAMPANYASI
Seksenli yılların ortasında, Pfizer’in yönetim kurulu başkanı olan Edmund Pratt’a bir görev verildi: Gümrük ve Ticaret Anlaşması (GTA) tartışmalarının Uruguay bölümünde fikri mülkiyetin korunmasını garanti altına alınmasını sağlamak – ki bu çok uluslu anlaşmalar 1995’te DTÖ’nün kurulmasıyla sonuçlanacaktı. Meselenin aritmetiği basitti: Kendi şirketi ve diğer Amerikan şirketlerinin “rekabet gücünü” küresel anlamda korumak için bu tip önlemler hayatî öneme sahipti.
Pratt, kendi lehine olacak şekilde, şirketinin çapından çok daha fazla kurumsal güce sahipti. Charan Devereaux, Robert Z. Lawrence ve Michael D. Watkins’in Case Studies in US Trade Negotiation (ABD Ticaret Görüşmelerinden Örnek Çalışmalar) adlı kitapta belirttikleri gibi Pratt, Carter ve Reagan yönetimlerini temsilen Ticaret Görüşmeleri Danışma Kurulu’nda bulundu.
1986’da fikri mülkiyetin ticaret görüşmelerinde konu edilmesini sağlamak amacıyla Avrupa ve Japonya ile endüstriyel ilişkiler kuracak, Birleşmiş Milletler’in Dünya Fikri Mülkiyet Hakları Örgütü’nden görevlilerle görüşecek ve lobi yapacak olan Fikri Mülkiyet Hakları Komitesi’nin (FMHK) kurucuları arasında Pratt da vardı.
Gerek yurt içinde gerekse küresel anlamda Pfizer, ABD fikri mülkiyet kurallarını takip etmeyen ülkeleri “korsanlık” faaliyetinde bulunmakla suçlarken uluslararası ticaretin fikrî mülkiyet hakları konusunda kararlı ve güçlü durması gerektiği fikrinin güçlenmesinde önemli bir rol oynadı.
Peter Drahos ve John Braithwaite, Information Feudalism’de (Feodal Bilgi Çağı) şöyle yazıyorlar, “Fikrî mülkiyet haklarıyla ilgili mesaj, denizde yayılan dalgalar gibi iş çevrelerinden ticaret odalarına, çalışma konseylerinden yönetim kurullarına, ticaret örgütlerine ve şirketlere doğru yayıldı. Bunun sonucunda, önemli ticaret kurullarında kilit rollere sahip Pfizer yöneticileri, fikrî mülkiyet haklarına ticaret temelli bir yaklaşım için ihtiyaçları olan desteği buldular.”
Ticaret görüşmelerinde fikrî mülkiyet haklarının konu olması, o zaman söz konusu değildi. Pek çok Üçüncü Dünya ülkesi bu konunun önlerine gelmesine karşı direndi çünkü katı fikrî mülkiyet kuralları şirketlerin tekelini koruyacak ve yurt içi fiyat kontrolünü zayıflatacaktı (Case Studies in US Trade Negotiation)
1982 yılında, Hindistan başbakanı Indira Gandhi Dünya Sağlık Örgütü’ne şöyle seslendi, “Daha iyi bir dünya düzeni, tıbbî gelişmelerin patent haklarından muaf olduğu ve ölüm ile yaşamın kâr olgusuyla ele alınmadığı bir dünyadır.” 1986’da Christian Science Monitor ise şunu raporladı, “Brezilya ve Arjantin, görüşmelerin yeni etabına fikrî mülkiyet haklarının dahil edilmesi yönünde ABD’nin gösterdiği çabaya karşı koyan bir gruba öncülük etti.”
Ancak Pratt’ın, IBM yönetim kurulu başkanı John Opel gibi güçlü yandaşları vardı ve onların çabaları, fikrî mülkiyet haklarına dair kuralların görüşülmesinin Gümrük ve Ticaret görüşmelerine dahil edilmesinde önemli bir rol oynadı.
Pratt bu gelişme için takdir edildi. Pratt şöyle diyordu, “Gümrük ve Ticaret görüşmelerinde fikrî mülkiyet haklarının korunmasının temelinin atıldığı bu zafer, bir ölçüde ABD hükümetinin ve Pfizer’in de dahil olduğu ABD şirketlerinin otuz yılı aşkın süredir devam eden yoğun çabasıyla kazanıldı. Biz başından beri, öncü pozisyonunda bunun içindeyiz.” (Whose Trade Organization? A Comprehensive Guide to the WTO).
Fikrî mülkiyet hakları görüşmelerinde FMHK, katı fikrî mülkiyet hakları kurallarının desteklenmesi için ABD’li şirketlerin olduğu kadar Avrupalı ve Japon şirketlerinin liderlerinin örgütlenmesi noktasında aktif çalışmalarda bulundu.
Devereaux, Lawrence ve Watkins’in yazdıklarına göre bir ABD’li görüşmeci, “Fikrî mülkiyet haklarının bir görüşme maddesi olarak kabul edilmesini tasarlayan ve hükümeti bunu sağlamaya zorlayan” kişilerin Pratt ve Opel olduğunu söylüyor.
1995 yılında yürürlüğe giren FMHTY anlaşması “20. Yüzyılın en önemli fikrî mülkiyet hakları anlaşması” olacaktı (Drahos ve Braithwaite). Bu anlaşma dünyadaki çoğu ülkeyi fikrî mülkiyet söz konusu olduğunda, sınırlı bir esneklik payıyla da olsa asgari bir ortaklıkta birleştirdi ki bu ortaklık ilaç sektöründeki telif tekelini de içeriyor.
Ekonomi ve Araştırma Merkezi (EAM) kurucularından olan sol eğilimli ekonomist Dean Baker In These Times’da şöyle diyor, “Bu anlaşma gelişmekte olan ülkelerin ve dünyadaki diğer ülkelerinin Amerikan tipi patent ve telif kurallarını benimsemesini gerektiriyordu. Önceden bunlar ticaret anlaşmalarının kapsamı dışındaydı ve ülkeler kendi koydukları kurallara göre hareket edebiliyorlardı. Hindistan zaten 1990’a gelindiğinde oldukça gelişmiş bir ilaç endüstrisine sahipti. Bu anlaşmadan önce Hindistan ilaç şirketlerinin ilaçların patentini almasına müsaade etmiyordu. Sürecin patentini alabilirlerdi, ancak ilaçların değil.”
İLACA ULAŞIMIN ENGELLENMESİ
Anlaşma ilaç şirketlerine yüksek oranda kâr sağladı ve sermaye hareketlerini takip eden Public Citizen adlı kuruluşa göre “ABD’de ilaç üretim maliyetlerini artırırken aynı zamanda DTÖ içindeki gelişmekte olan ülkelerin sahip olduğu hayatî ilaçlara erişilebilirliği kısıtladı.”
Bu durum, DTÖ kurulduğu sırada filizlenen AIDS krizinde acımasız bir rol oynadı. Achal Prabhala, Arjun Jayadev ve Dean Baker’ın New York Times’da kısa zaman önce yayınlanan yazısına göre, “Ülkeyi esir alan ve insanları ölümle baş başa bırakan yabancı ilaç şirketlerinin tekelini kırmak, Güney Afrika hükümetinin neredeyse on yılını aldı.”
Fikrî mülkiyet yasalarının askıya alınması için küresel çapta bir salgından daha geçerli bir sebep düşünmek güç ve bu düşünce günümüzün politik bağlamında kesinlikle marjinal değil. Aktivistlerin çabalarına ek olarak ana akım insan hakları örgütleri ve BM insan hakları uzmanları da telif yasalarının askıya alınması talebini dillendirdi.
Onların çağrıları 90’ların ve erken 2000’lerin, şirketlerin gücünü yerel piyasalar aleyhine emek alanından çevreye ve toplum sağlığına kadar genişleten Dünya Bankası ve IMF gibi kurumlarla birlikte DTÖ’nün de yıkıcı rolüne odaklanan küresel adalet hareketlerine benziyor. ABD’nin ve ABD’li şirketlerin DTÖ içindeki orantısız gücü – ki bu güç Covid-19 aşısı ile alakalı telif tartışmalarının engellenmesinde de görülebilir – temel bir eleştiri konusu oldu.
Pfizer, fikrî mülkiyet kurallarının askıya alınması karşısındaki muhalefetinde yalnız değil. İlaç endüstrisinin ticarî örgütleri ve tekil şirketler – diğer bir Covid-19 aşısını geliştiren Moderna gibi – tüm güçleriyle telif hakkı yasalarına karşı verilen önergeye karşı çıkıyor.
“İlaç endüstrisinin etkisi çok büyük,” diyor Baker In These Times’da. “Söylemeye gerek bile yok ama Trump ilaç endüstrisiyle birlikte hareket edecek. Biden da ilaç endüstrisine kulak verecek ve onların istemediği bir şeyi yapmaması için baskı görecek. Telif hakları tartışmasına ilaç endüstrisinin kendisinden başka karşı çıkan kimse yok. Bunu dayatanlar onlar.”
İlaç endüstrisi Covid-19 tedavisi ve aşı ile ilgili kelimenin gerçek anlamıyla hayatî öneme sahip bilgileri gizli tutmak için ellerinden geleni yapıyorlar ve bunu, bu bilgilerin gelişmesini sağlamış olan kamusal fonlara rağmen yapıyorlar. Örneğin Pfizer’in ortağı BioNTech Almanya’dan azımsanmayacak miktarda ödenek aldı. Ancak ilk yüz milyon doz için belirlenen 19,50 dolarlık fiyatıyla, aşı pek çok yoksul ülke için büyük ihtimalle çok pahalı olacaktır, özellikle aşının muhafaza edilmesi için gereken gene oldukça pahalı depolama ihtiyaçları da göz önünde bulundurulduğunda.
Oxford ile bir aşı üreten bir diğer ilaç şirketi AstraZeneca, yoksul ülkelerin aşıya erişiminin sağlanması için bazı adımlar attı ve söylediğine göre salgın süresince aşı üzerinden kâr amacı gütmeyecek. Fakat bu şirket, Prabhala, Jayadev ve Baker’ın dikkat çektiği üzere, “salgının bittiğini Haziran 2021’de ilan etme hakkına sahip.”
Aslında, şu an elimizde bulunan veriler, aylar öncesinden tahmin edilebilecek bir şeyi gösteriyor: Herhangi birisi bir yoksulluk haritası oluşturup aşıya erişimi harita üzerinden gösterebilirdi ve bu neredeyse birebir günümüzdeki durumla eşleşirdi. New York Times’ın belirttiği gibi, “ABD, Britanya, Kanada ve diğerleri kendisini garantiye alıyor ve nüfuslarının ihtiyacını fazlasıyla aşan dozda aşıyı istifliyor. Buna karşılık, daha yoksul durumdaki pek çok ulus ihtiyacı kadar bile aşı bulamıyor.”
Bu durum, daha en başından beri kolonyalizmin kemikleşmiş mirasıyla biçimlenmiş ve uzun süredir varlığını sürdüren güç ilişkilerini devam ettirmek için kurulan bir sistemin mantıksal sonucu. “Amaçtan” bağımsız olarak, nüfusu çoğunlukla beyaz olmayan ülkeler acı çekmeye ve ölmeye mahkûm edilirken, zengin Küresel Kuzey ülkeleri ihtiyaçları fazlasıyla aşıyor – ki bu durum Küresel Kuzey’in kendi içindeki eşitliği sağlama garantisine bile sahip değil.
Zengin ülkeler sürü bağışıklığını sağlayabilecek duruma gelirken yoksul ülkelerin yıkıcı kayıplar yaşamaya devam ettiği, aşı dağıtımına dayanan bir küresel apartheid ile karşı karşıya kalabileceğimizi düşündüğümüzde, şirketlerin vicdanına teslim olmak yeterli değil. Baker’ın ortaya koyduğu gibi, “Her aşının mümkün olduğu kadar yaygın hale gelmesini neden istemeyesiniz ki?”
İLGİLİ HABERLER
Volkan Şahin yazdı | Kuşatma altında kültür ve sanat
Pandemiyle birlikte ne yazık ki gerçek hayattaki olanaklarımız da ortadan kalktı. İnsanlar kabuklarına daha da çekildiler. Pandemi sonrasında kültür ve sanat hayatı nasıl şekillenecek, insanlar eski hayatlarına dönme arzusuna sahip olacaklar mı? Şimdilik bilemiyoruz.
18-02-2021 01:56

Volkan Şahin
“Kuşatma” kelimesi, onu okuyan herkesin zihinde askerî bir terim olarak canlanıyor. Bazen bir kent, bazen bir okul, bazen bir ev; içeride olanlarla dışarıda olanların uzlaşmazlıklarının bir tarafın yok olmasıyla biteceği son ana dair bir görüntü. Kuşatma mutlaka böyle olmak zorunda değil. Öylesi tarihsel anların dışında kuşatma, eski toplum biçimi ile onu bağrında gelişmeye başlayan yenisi arasındaki ilişkiyi de işaret edebilir. Bu ilişki türlü alanlarda türlü şekillerde görülebilir. Bizim yazımız bağlamında bu ilişki kültür ve sanat alanında olacak.
Kültür ve sanat tartışılırken ideoloji hakkında uzun uzadıya serimler yapılması beklenir. Ben de elbette öğrencisi olduğum Türkiye sosyalist hareketinin burjuva ideolojisi-proletarya ideolojisi ikiliğini merkeze aldığımı söyleyerek ilgimizi tamamen pratik sorunlara çekmek istiyorum.
Öyleyse öncelikle “kuşatma” ile ne kastettiğimi açıklamak zorundayım.
Sanatçılar İspanya’da Pablo Hasel, Türkiye’de Grup Yorum ve BEKSAV emekçileri örneğinde olduğu gibi, yani ister demokraside olsun ister ileri demokraside(!) yaşasınlar, devletlerin baskısı altındalar. Bu durum, Ruhi Su’ya, Victor Jara’ya, Nâzım Hikmet’e, Pir Sultan Abdal’a, kim bilir daha nice örneklerle çok daha gerilere götürülebilecek bir gerçeklik. Sanatçılar bunun farkında olarak eser verirler. Dolasıyla “kuşatma altında kültür ve sanat” başlığını attığımda anlatacaklarım bir devrimci sanat tarihi olacaktır. Ama öyle değil.
Tüm dünyada son 10 sene boyunca hızla hayatımıza giren sosyal medya, tedrici bir şekilde günlük alışkanlıklarımızda değişiklik yarattı. Meramımı anlatabilmek için yine biraz seçmeci davranmak zorundayım. Bilişsel, ruhsal hayatı düzenleyen nesnelerle fiziksel temasın kopması bunlardan biri. Ne demek istiyorum? Doğaya gitmenin yerini doğa resimlerine “like” atmanın, arkadaşlarla buluşup hoş beş etmenin, dertleşmenin, dayanışmanın yerini whatsapp gruplarında “geyik yapmanın” almasını vs.i İkincisi sosyal medyada karşılaştığımız her şeyin aslında kendi tercihlerimiz olmadığı gerçeği. Tamam. Platform algoritmaları bizim davranışlarımıza bakıp eğilimimizi belirleyerek bizi oralarda daha fazla vakit harcamamızı sağlayacak gönderilere boğuyor. Ancak dikkat edilirse bu gönderiler bir biçimde en çok reyting alan gönderiler oluyor. Bu da kendi içinde mantıklı mantıklı olmasına da, bütün kültür ve sanat eserlerine ulaşmayı olanaksız hale getiriyor. Özellikle bütçesiz, popüler kültürden uzak üretimler milyonlarca gönderinin arasında kayboluyor. Üçüncü ve son olarak dijital film platformlarıyla da birlikte her türlü kültürel faaliyetin son bulmasının kesinleşmiş olmasını alalım.
Öyleyse şimdi karşımızda biri eski, bir yeni iki ayrı durum var. İlkinde fiziksel temas, kültür ve sanat faaliyetlerini fark edebilme ve ona gitme arzusu; ikincisinde tamamen sanal ilişki, yok sayma (sanma?) ve yoksunluğunu çekmeme.
Eski durumda, yetmişlerden itibaren alırsak, toplumcu edebiyat, tiyatro, sinema, işçi koroları ve devrimci sanatçılar hem proleter kültürün geliştirilip yayılmasında hem de emekçilerin örgütlenmesinde büyük başarılar elde etti. Hem biçim olarak hem içerik olarak öyle gelişti ki, bence ileride sadece bu tarihi yabancı dillerde anlatmak gibi bir ödev bile tanımlayabiliriz. Bu tarihin Grup Yorum’un neredeyse milyona varan bir kitleye verdiği konserlerde zirveye çıktığını da belirtmek gerekir ki, gözümüzde bir görüntü canlansın.
Tüm bu tarih boyunca elde edilen başarının tutsaklıklarla, işkencelerle, Ruhi Su’da olduğu gibi ölüme terk etmelerle dolu olduğunu unutmayalım. Yani ortalık güllük gülistanlık değildi.ii Devrimci hareketin güçlü olduğunda da güçsüz olduğunda da devrimci sanatçılarla halk arasındaki fiziksel bağın hiç kopmadığını diğer bir kanıt olarak alabiliriz.
Günümüzde ise düzen dışı tüm sanatçılarla halk arasında bir kopma söz konusu. İşte başlıkta yer alan “kuşatma” sanatçılarla halkın fiziksel bağlantısını koparan tüm koşulları ifade etmektedir. Her şeyden önce burjuva ideolojisinin kültürel saldırılarını ve yozlaşma zeminini taşıyan sosyal medya bunlardan biridir. Onun yarattığı, insanları genelde toplumsal olandan, özelde teker teker birbirlerinden koparan yeni davranış alışkanlıklarıdır.iii
Henüz on yıllık olan bu ikinci durumda eski duruma ait yöntemlerin işe yaramadığını görmüş bulunuyoruz. Sosyalist hareketin kültür ve sanat alanına bakışını değiştirmesi gerekmektedir. Örneğin kültür merkezleri ister sık sık basılsın, ister bahçelerindeki ağaçların gölgesinde huzurla çay içilsin, ne yazık ki artık halkla buluşma olanağı sağlamıyor. Ünlü sanatçıların davet edildiği etkinlikler onları daha çok ünlü etmekten öte bir işe yaramıyor. Yapılan şarkılar dinlenmiyor. Kitaplar, dergiler zaten okunmuyor.iv
Pandemiyle birlikte ne yazık ki gerçek hayattaki olanaklarımız da ortadan kalktı. İnsanlar kabuklarına daha da çekildiler. Pandemi sonrasında kültür ve sanat hayatı nasıl şekillenecek, insanlar eski hayatlarına dönme arzusuna sahip olacaklar mı? Şimdilik bilemiyoruz. Bildiğimiz tek şey, kültür ve sanatı tek başına düşündüğümüzde iyimser olmamızı gerektirecek hiçbir verinin kalmadığı.
Bu durumda korkunç bir tabloyla karşı karşıya olduğumuz iddia edilebilir. İnsanlar her gün burjuva ideolojisinin, her türlü gericiliğin türlü “etkileşimlerine” maruz kalıyorlar. En bilinçli görebileceğimiz eski bir x dergisi okuru, “büyük resmi görebilmek adına” komplo teorilerine inanabiliyor. Bundan daha vahimi sol görüşlü insanlarımız muhalif kılıklı kimi ekonomistlerin “ilerlemecilik” adına paylaştıkları burjuva ahmaklıkların yayılmasına vesile olabiliyor. Liberal saçmalıklar sola sokulmaya çalışılıyor. Birileri örgütlense, bir protesto olsa “Silivri soğuktur” şakaları ortaya çıkıyor. “Elim kırılaydı da oy vermeseydim” diye röportaj veren emekçi halktan hacı amcalar veya türbanlı kadınlar “az bile çekiyorsunuz, müstahak size” ile “yine gider oy verirsiniz g.. kılları” arasında gidip gelen sosyal linçlere maruz kalıyorlar. İktidarın her hamlesi, goygoya vesile oluyor. Bu goygoylar fenomenlerden sıradan insanlara, oradan örgütlü sosyalistlere sirayet edebiliyor. Burada sayamadıklarımla birlikte tüm bu örnekler diğer koşullarla birlikte düşünüldüğünde, örgütsüz, tweet atma dışında hakkını arama yollarına gözlerini kapamış veya pratik beğenmeyen tipler yaratıyor.
Yazının sonlarına doğru dilimin sertleştiğinin farkındayım. Bir kuşatmadan bahsediyorsak onun olası sonuçlarının hafif olacağını söyleyemeyiz. Belki askeri anlamda kuşatma tarifimi yinelersem daha iyi anlaşılır: “İçeride olanlarla dışarıda olanların uzlaşmazlıklarının bir tarafın yok olmasıyla biteceği son ana dair bir görüntü.” Şimdi bizler sosyalist, devrimci, ilerici, toplumcu, halktan yana sanatçılar olarakv kuşatmanın içindeyiz. Yok olmamayı, kuşatmayı nasıl yarabileceğimizi bir başka yazıda paylaşmak istiyorum.
Sorunun sadece biz sanatçıları ilgilendirmediğini hatırlatarak…
DİPNOTLAR
i Whatsapp gruplarının sessize alınabildiğini unutmayalım
ii İbrahim Gökçek ve Helin Bölek’in konser hakkı için hayatlarını feda ettikleri ölüm orucunu anmamamın nedeni, dönem ayrımı içinde ikincisine denk gelmesi ve yazımızın meramı içinde hakkının yeterince verilemeyeceği kaygısıdır. Yoksa bu direniş Türkiye ölçeğinde değil, dünya ölçeğinde devrimci sanatçılığın doruk noktasını temsil etmektedir.
iii Sosyal medya, hele Twitter, insanların siyasi tepkilerini birbirlerine bağlı kalarak yaymalarına şimdilik müsaade etse de ortada gerçek bir bağ yoktur. Egemenler için bu bağın potansiyeli bile tehlikedir. Etkili olmalarının nedeni başka bir şey değildir. Bunu da not etmiş olalım.
iv İnsanların sosyal medyada hâlâ eski eserleri bulup takip etmeleri de başka bir vakıa. Onlara sorduğunuzda “artık hiçbir şey eskisi gibi değil” diyeceklerdir. Bizler de “doğrudur mesela siz” diye cevap verebilmeliyiz.
v Halkla buluşmayı popülerlik, para gibi kişisel çıkarları geride bırakarak kendine dert edenler, kendilerini nasıl tanımlarlarsa tanımlasınlar, bir olumluluk olarak alıp aynı kategoriye koyuyorum.
Mehmet Torun yazdı | ‘Zonguldak Büyük Madenci Grevi ve Yürüyüşü’ 30. yılında
17-02-2021 10:11

Maden Mühendisi Mehmet Torun
İnsanlık tarihi; ezenlerle ezilenlerin, sömürenlerle sömürülenlerin, zalimlerle mazlumların, haksızlarla haklıların, kötülerle iyilerin mücadelesinin tarihidir. Ezenler, zalimler, haksızlar, kötüler; zaman içinde geçici üstünlükler sağlamış olsalar da, sonunda kazanan hep insanlık olmuştur ve olacaktır. Çünkü insan varsa umut vardır, yaşam varsa mücadele vardır.
İnsanlık tarihi kadar eski olan madencilik tarihi de aynı zamanda mücadeleler tarihidir.
Özelleştirme-taşeronlaştırma-sendikasızlaştırmanın temellerinin atıldığı 24 Ocak 1980 kararları ile birlikte “Serbest Piyasa Ekonomisi” uygulamalarına girişildi. Bu uygulamanın eksik yönlerini 12 Eylül iktidarının tamamlaması bekleniyordu. KİT’lerin ıslahıyla başlatılan uygulamalarla gelişen sürecin sonunda, sektörde üretilen değerlerin %80’ini gerçekleştiren madencilik KİT’leri de “devletin küçültülmesi” söylemi ve “özelleştirme–kapatma” dayatmaları ile karşı karşıya bırakıldı. Bağımsızlığın ve devletleştirmenin sembolü EKİ (TTK) “bir verip yedi alan” kurum konumuna düşürüldü. Kömürün nereden olsa alınacağı, stratejik bir maden olmadığı savunularak, “en zararlı KİT’ler” içinde yer alan TTK, özelleştirme ya da tasfiye girişimlerinin başlıca hedefi haline getirildi. Bu plan büyük ölçüde tuttu, TTK “hazineden geçinen bir asalak” olarak görülmeye ve gösterilmeye başlandı.
1980 askeri darbesi ile birlikte ülkenin üzerine çöken sessizlik sonrası; 1986 NETAŞ Grevi ve devamındaki, ‘'1989 Bahar eylemleri'’, dipten gelen büyük bir dalganın habercisidir; 1990 ise, kamu kesimi TİS görüşmelerinin yılıdır. GMİS kurultayında, uzayan TİS sürecinde daha fazla beklemenin anlamsız olduğu düşüncesiyle, madencilerin greve çıkmaları kararı alınır ve 30 Kasım sabahı, ilk grev pankartı Gelik İşletmesi’ne asılır. Üye tabanının tam desteğini alan Genel Başkan Şemsi Denizer, sadece madencilere değil, bütün sınıfa seslenerek genel grev çağrısında bulunur: “Biz madenciler olarak ilk kıvılcımı çaktık. Grevimiz tarihin büyük grevlerinden biridir. Biz üretmiyoruz, Türkiye işçi sınıfı da üretmesin!...”
24 Şubat 1990’da tüm sivil toplum örgütlerinin katılımıyla yapılan büyük miting, daha sonra olacakların da habercisiydi. Maden işçisinin “onurlu ve insanca yaşam” isteyen haklı talebi, 1990 yılı boyunca direniş, toplantı, söyleşi, paneller ve tüm DKÖ’lerin ortak katılımıyla oluşan Temsilciler Kurulu tarafından, “Zonguldak’ın, Türkiye’nin kamburu olmadığı…“ tüm Türkiye’ye duyuruldu. Bu dayanışma, madencinin haklı ücret mücadelesinin yanı sıra, hükümetin gözden çıkarmaya kararlı olduğu TTK ve Zonguldak’ı yaşatma çabasıydı da... Bu nedenle, siyasi farklılıklar kalkmış; Zonguldak halkı birbiri ile kenetlenmişti. Yılların birikimiyle, bilinçli bir “tabanın sesi” hareketine de sahip olan GMİS üyesi 48 bin işçi, TİS görüşmelerinin tıkanması üzerine, 30 Kasım 1990’da greve başlamış, işveren de 4 Aralıkta lokavt ilan etmiştir. Zonguldak halkı da grevi aktif olarak desteklemiştir. Bu destekle, 4 Ocak 1991’de Zonguldak’tan Ankara’ya yürüyenler 100 bin kişiye ulaşmıştır. Sadece işçiler ve aileleri değil bir kent bir bütün olarak yürümektedir. Barikat ve tutuklamalarla engellenen ‘Ankara Yürüyüşü’, 08 Ocak 1991’de isteklerin yerine getirileceği sözü alınarak, Mengen barikatında bitirilmiştir. Grevin 57. gününde, 25 Ocak 1991’de “bir koyup üç alma” senaryolarının yazıldığı Körfez Savaşı nedeniyle, grevin 60 gün ertelenmesi kararı alınmış, 6 Şubat 1991’de ise TİS imzalanmıştır. Havzanın iki ay süren ilk grevine giden süreç böylece sonuçlanmış ve ‘Büyük Madenci Grevi’ olarak tanımlanmıştır.
Ülkemizin işçi sınıfı tarihi açısından, 15-16 Haziran Direnişi’nin ardından gelen en büyük mücadele deneyimlerinden biri, “89 Bahar Eylemleri” ve bu eylemlerin bir devamı olan “1990-91/Zonguldak Büyük Madenci Grevi ve Yürüyüşü”dür. Oya işler gibi örgütlenen 1990-91/Zonguldak Büyük Madenci Grevi ve Yürüyüşü, 12 Eylül sonrasının en önemli işçi direnişidir. Bu eylemler; ülkemizde demokratik ilerlemenin önünü açmış, toplumsal eşitlik ve özgürlük mücadelesinin yükselmesine neden olmuştur. Emek ve demokrasi mücadelesinde dünyadaki örneklerinin bir benzeri de ülkemizde madencilerin öncülüğünde bir kez daha gerçekleştirilmiş toplumsal, siyasi ve sosyal pek çok değişiklikleri beraberinde getirmiştir.
Sözümüzü saygıyla andığımız sevgili dostumuz, yoldaşımız, madencilerin abisi Serdar Ömer Kaynak’ın tespitleriyle bitirelim;
“Madencilerin bu mücadelesi asla bir yenilgi değildir ve gelinen nokta son kertedir. Buradan sonrasını yüklenecek olanlar sınıfın başka dinamikleridir. Bu dinamiklerin ne olduğunu anlayamayanlar ise, sınıf hareketinin çok gerisinde kalmaya mahkûmdur. Madencilerin şanlı mücadelesi, sınıfın yeni mücadelelerinde, direnişlerinde, eylemlerinde de etkisini göstermiştir. Türkiye’deki işçi eylemlerin çoğunda hedefin “Çankaya” olarak belirlenmesi, Ankara’ya yürümek istenmesi de hep madenci pratiğinin sonucudur. Tarih maddecidir. Madde ise asla kaybolmaz. Tarihte de hiçbir olay kaybolmaz, biçim değiştirip evrilir, dönüşür; doğrudan veya dolaylı da olsa, bir gün mutlaka etkisini gösterir; ya da birikir, ilerleyen süreç içinde yeni ve daha canlı gelişmelere hem gѐrminal, hem de gübre olur”.
Engin Deniz yazdı | Gare 'başarısı'
Dışarıda dayak yiyip eve dönünce sağı solu yumruklayan çocuk gibi operasyondan sonra hemen HDP’ye saldırılması sadece öfkeyle açıklanabilir mi peki? Ama HDP’ye saldırmak, seçilmiş Kürtlere hukuksuzluk yapmak için bir bahaneye ihtiyaçları yoktu ki!
17-02-2021 01:18

Engin Deniz
Günlerce önceden AKP Genel Başkanı tarafından “…Size birçok güzellikler takdim edeceğim” denerek açıklanan Gare Operasyonu malum medya tarafından davulla zurnayla duyuruldu neredeyse. Ama daha sonra bunun bir rehine kurtarma operasyonu olduğunun anlaşılması pek garipsenmedi nedense!
Peki, dünyada eşi benzeri görülmemiş bu rehine kurtarma operasyonuyla, Bahçeli’nin veciz sözüyle sorarsak, ne yapmak nereye varılmak istendi?
Türkiye İşçi Partisi tarafından yapılan açıklamada yer alan şu temel sorular haklı ve yerindedir:
-Kaçırılan kişilerin bulunduğu bölgeye neden operasyon yapılmıştır? Bu operasyonun neden olabileceği kayıplar gözetilmiş midir?
-Esir olan güvenlik görevlileri için 6 yıldır hiçbir girişimde bulunulmuş mudur?
-Aileler ve aracı olabilecek kişilerle bu süreçte iletişim kurulmuş mudur?
-Sorunun diyalog ve barışçıl yöntemlerle çözümü için tüm yollar tüketilmiş midir?
Başka sorular da sorulabilir. Asker indirmesinden önce bölgenin yoğun olarak bombalanması, arazi yapısı, mevsim şartları… Tüm muhalefet operasyonun başarısızlığını tartışıyor ama bu operasyonda gerçekten kesin bir başarı bekleniyor muydu gerçekten? Kırk yıllık savaşta devletin bu kadar tecrübesiz bu kadar öngörüsüz davranması biraz tuhaf değil mi?
Operasyonun amacı ister PKK’nin elindeki güvenlik görevlilerinin kurtarılması, ister ünlü bir PKK liderinin yakalanması olsun planlayanların risk analizi yapmadığını düşünmek biraz saflık olacaktır.
AKP iktidarı ne zaman sıkışsa, bir acil durum planı olarak kapağı açıp o kırmızı düğmeye basıyor hep. Muhalefetin istendiği zaman kilitlenmesini sağlayan bir Kürt düğmesinin olması büyük rahatlık tabii! Ne zaman konu Kürtler olsa muhalefet boncuk gibi diziliyorlar iktidarın arkasına. Bir ellerinde medya gücü diğer ellerinde yargı sopası; bir dönemdir soru sormak bile terörist yaftası yemek için yeterli zaten.
Dışarıda dayak yiyip eve dönünce sağı solu yumruklayan çocuk gibi operasyondan sonra hemen HDP’ye saldırılması sadece öfkeyle açıklanabilir mi peki? Ama HDP’ye saldırmak, seçilmiş Kürtlere hukuksuzluk yapmak için bir bahaneye ihtiyaçları yoktu ki!
“Bu operasyon başarısız olmuştur” demeden önce biraz daha geri çekilip resme bir daha bakmak gerek belki. AKP Genel Başkanı bir süredir seçim çalışmalarına hız vermiş vaziyette. Kongreler, bilinen bilinmeyen görüşmeler… AKP ve MHP arasındaki ilişkilerinin karşılıklı çıkarlar zemininde sürekli yoklandığı ve kırılganlığın giderek arttığı artık sır değil. Makyajlı ekonomik verilerin bile gerçekleri gizlemeye yetmediği bir dönemde iktidarın Ay gösterip Anayasa’dan dem vurması ciddiye alınmasa da zaman kazanma girişimi olarak görülebilir belki.
Ama “devletlü sağ”ın bildiği her zaman işe yaramış bir yöntem daha vardı. Kırk yıldır kanayan bir yaranın biraz daha kanatılmasının ziyanı yoktu. Yoksullar mı? Nihayetinde yoksulun ölüsünün bir kez daha yüceltilmesinin sermayeye ne zararı olacaktı ki! Ve en iyi Kürt ölü Kürt’tür diyenlerin devamcılarının “en yüce yoksul ölü yoksuldur” demesi son derece tutarlıdır.
Ne var ki, bu kez operasyonun başarısızlığı üzerinden de olsa tartışmanın büyümesi inandırıcılıklarının giderek azaldığını gösteriyor. Bu iyi.
Eğer bu operasyon başarılı olsaydı ve PKK’nin elindeki esirler sağ salim alınabilseydi ya da kimilerinin iddia ettiği gibi tanınmış bir-iki PKK’li ele geçirilseydi Cumhur İttifakı toparlanabilir, belki de baskın bir seçimi bile göze alabilirlerdi.
Erdoğan’ın müjde verme heyecanı buna yorulabilir belki. Ama başarı olasılığı düşük bir operasyon olduğu Erdoğan’a söylenmiş midir? MHP ve etkilediği güvenlik bürokrasisinin büyüyen halk huzursuzluğu karşısında Kürt savaşını büyütmeyi bir çıkış yolu olarak seçmiş olması ihtimali de değerlendirilmelidir. Gare operasyonu Erdoğan’ı daha fazla risk almaya zorlayacak bir sürecin başlangıcı olamaz mı?
Eğer durum buysa HDP’nin kapatılması da dahil yeni gelişmeler, farklı provokasyonlar beklenebilir.
Dikkatli olunmalıdır!
Oktay Işıklar yazdı | Boğaziçi Direnişi bize ne anlatıyor?
13-02-2021 09:23

Oktay Işıklar
Tam 40 gündür Boğaziçi öğrencilerinin başını çektiği ama üniversitelerin sınırlarını aşarak toplumun geniş kesimlerine yayılan bir direnişe tanık oluyoruz. 500’ü aşkın gözaltı, onlarca ev hapsi ve tutuklamaya rağmen kırılamayan, etkisini ve gündem yaratma gücünü kaybetmeyen bir direniş…
Öğrenci hareketinin hiç beklenmeyen bir anda yükselmesiyle kitleselleşen bu direnişin, Türkiye’nin siyasi geleceği için bir sonun başlangıcı olduğu ve sosyalist hareket için de bir yeniden kuruluş imkanlarını barındırdığını söyleyebiliriz. Bu iki önemli iddianın altını doldurmak için 40 günlük direniş sürecinin gelişimine biraz daha yakından bakmak gerekiyor.
2021’in ilk günlerinde kendiliğinden bir patlama olarak ortaya çıkan bu hareket, kökünü üniversite öğrencilerinin derinleşen ekonomik krizin gençler üzerinde yarattığı geleceksizlik endişesinden ve OHAL’den beri süregelen demokratik ve sosyal hakların gasbedilmesinin yine gençlik üzerinde yarattığı siyasal özgürlük talebinden alıyor.
Bu hareketin ayak sesleri, 2020’nin başlarında irili ufaklı gerçekleşen üniversite eylemlerinde ve pandemiyle beraber başlayan gençliğin sosyal medya üzerinden harekete geçmesiyle duyulmaya başlamıştı. Tabii bu ayak seslerini, başta sosyalist hareket olmak üzere bütün bir toplumsal muhalefet güçleri duymakta çok eksik kalmıştı. İçinden geçtiğimiz süreçte bu kesimlerin şaşkınlık ve hareketsizlik halinin tam da bu kavrayış eksikliğinden kaynaklandığını söyleyebiliriz.
Saray Rejimi’nin çeşitli hamlelerle toplumsal muhalefetin farklı kesimlerini felç ettiği bir dönemde hem de birçok siyasi partinin 2023 seçimleri üzerinden anket hesabından başka bir siyaset üretememesine rağmen nasıl oldu da gün geçtikçe kitleselleşen, toplumun farklı kesimlerini harekete geçirmeyi başaran bir direniş hattı ortaya çıktı?
Bu soruya verilecek doğru cevap(lar), Saray Rejimi’ne karşı verilmesi gereken mücadele için yol gösterici olacaktır. Lafı hiç uzatmadan sonda söyleyeceğimizi başta söyleyelim, Boğaziçi Direnişi'nin başarısının temelinde dayanışma ağı siyaseti yatmaktadır. Geldiğimiz noktada Boğaziçi Dayanışması’nın yarattığı siyasi etki ve süreklilik toplumsal muhalefete yön verdiği gibi mücadelenin diğer üniversitelere taşınmasında da bir kaldıraç etkisi yaratmıştır. Mevcut dayanışma ağlarının güçlenmesinde, henüz kurulmamış olan üniversitelerde ise bu ağların kurulmasında ön açıcı bir etkisi olmuştur.
Peki nedir bu dayanışma ağlarının özelliği ve gücü nereden gelmektedir? Dayanışma ağı siyasetinin iki temel noktasını öne çıkartarak bu soruya cevap verebiliriz. Gezi’den öğrendiğimiz ve kadın hareketinden hala öğrenmekte olduğumuz şey; insanları mücadeleye özne olarak katma, dar bir öncülük tartışmasından çıkıp bireylerin bulundukları dayanışma ağlarındaki kolektif iradeye katkıları üzerinden şekillenen ve bunun sonucunda mücadelelerin geniş kesimlerce sahiplenilmesi… Dayanışma ağlarının itici gücü tam olarak buradan yani kitleleri etkin özneler olarak çağırması ve meşru bir temsiliyet ilişkisi yaratmasından kaynaklanmaktadır.
Yukarıda bahsettiğimiz özneleşme ve temsiliyet meselesi kritik önemde olsa da tek başına eksik ya da yetersiz kalma tehlikesi taşıyor. Bu noktada dayanışma ağlarının siyasi etkisini ortaya çıkaran bir ikili iktidar mantığı yani bulunduğu alanda mevcut iktidara karşı oluşturduğu karşı-hegemonya/karşı-iktidar gücü devreye giriyor. Yaratılan meşru temsiliyet çizgisini tamamlayan nitelikte bir siyasi hat bu karşı-iktidar mekanizmasının oluşabilmesine imkân sağlıyor. Somut duruma geri döndüğümüzde yasalardan ve yönetmeliklerden gücünü alan kayyum rektöre karşı öğrencilerin başını çektiği mücadelenin meşru karşı-iktidar organı olarak Boğaziçi Dayanışması bu denklemde yerini alıyor.
Son söz olarak bu mücadelenin nasıl kazanacağını, sadece kayyum rektör Melih Bulu’ya karşı bir mücadelenin sınırlarını çoktan aşmış olan ve Saray Rejimi’nin kurduğu korku imparatorluğunu dağıtacak potansiyeli taşıyan bu siyasi çizginin nasıl sürdürüleceğine dair birkaç şey söylenebilir. Boğaziçi Dayanışması’nın direnişin başından beri sunduğu perspektif bu sorunun yanıtı niteliğindedir. Ayağını okulun bileşenlerinin haklı mücadelesine ve temsiliyetine basarak mücadeleyi okul sınırlarının dışına taşımaya çalışan, bütün üniversite öğrencilerinin beraber mücadelesini savunan, toplumsal muhalefet güçleri ve demokrasi mücadelesi veren bütün kurumlarla mücadeleyi buluşturmaya çalışan bir siyasi perspektif… Bu perspektifin somut karşılıkları ve pratikleri başka bir yazının konusu olmakla birlikte, gücünü ayağını bastığı zeminden kopartan ya da mücadeleyi tamamen belirli sınırlarına (okul sınırları) hapsedecek bütün yaklaşımlar, bütün iyi niyetlerine rağmen mücadeleye zarar verecek nitelikte olacaktır. Unutulmamalıdır ki; “Cehenneme giden yollar iyi niyet taşlarıyla döşelidir”.
Baran Doğan yazdı | Boğaziçi direnişini kazanmanın yolu
Birlikte çıktığımız yolda yürüdüğümüz yolları ayırdılar. Ya yollarımız birbirini keser birbirimize barikat oluruz ya da yollarımız birleşir daha güçlü yürürüz. Bir yol ayrımında arkadaşlarımızı rehin aldılar. Ve bir kararı hemen vermek zorundayız. Birlikte büyümek mi, ayrılıkla tükenmek mi?
07-02-2021 09:48

Baran Doğan
Boğaziçi Üniversitesi’ne Melih Bulu’nun rektör olarak atanmasıyla birlikte “Boğaziçi Direnişi” başladı. Başta öğrenciler olmak üzere birçok insan bu atamaya karşı çıktı. İlk tepkinin geniş bir kesim tarafından yapılması, gündemde ciddi oranda yer bulması ve direnişin büyüme potansiyeli taşıması hükümeti endişelendirdi. Sadece baskı, şiddet ve tehditlerle bu direnişi durduramayacağını anlayınca klasik stratejilerini devreye soktular: “ ‘Tepki gösterenlerin çoğu Boğaziçi Üniversitesi öğrencileri değil. Olay çıkarmaya çalışan dışarıdan gelmiş provokatör terör grupları bunlar, bunların derdi başka’ gibi söylemlerle eylemlerin meşruiyetine gölge düşürmek, destek verenlerle eylemciler arasına set örerek direnişin büyümesini engellemek.” Burada sorulması gereken ilk soru şuydu: “Bu sorun sadece Boğaziçi Üniversitesi öğrencilerinin sorunu mudur?”. Ama biz en baştan başlayalım:
NEDEN REKTÖR ATAMASINA KARŞI ÇIKILMALIDIR?
Hükümet tarafından üniversitelere atama yapılması; üniversitelerin, hâkim siyaset tarafından kontrol altına alınması ve yönetilmesi anlamına gelmektedir. Bilim merkezi olan üniversitelerse siyasi hegemonya kurularak yönlendirilebilecek/yönetilebilecek kurumlar değildir, olmamalıdır. Üniversitelere verilen ödeneklerin oranını iktidara geldiği ilk günden itibaren her yıl azaltmış, fikir kulüpleri kapatmış, YÖK aracılığıyla öğrencilere sayısız soruşturma açmış, üniversitelere polis ordularıyla girmiş, kendisiyle aynı düşünceye sahip olmadığı için binlerce öğrenciye dava açmış, gözaltına aldırmış, tutuklatmış bir hükümet tarafından Boğaziçi Üniversitesi’ne rektör atanması kabul edilebilir değildir.
Bu gerileme süreci yeni bir gündem değildir. Tabloya biraz geriden baktığımızda iyi bir üniversite için on iki yıl çabaladıktan, emek verdikten sonra “sadece” iş sahibi olabilmek umuduyla üniversitelere gidildiğini biliyoruz. Üniversiteyi bitirenlerin de iş bulma ihtimalinin çok zor olduğunu, milyonlarca öğrencinin işsiz kalma korkusuyla yaşadığını, iş sahibi olsalar da şartların asgari yaşam sınırlarının altında ya da en fazla biraz üzerinde olabildiğini biliyoruz. Bu duruma yıllar içinde gelinmiştir ve bu durum var olan sistemin yarattığı sonuçların bir kısmıdır. Üniversitelerin işlevsiz sertifika kurumlarına dönüştürüldüğü, geleceğin elimizden alındığı bir yaşam biçiminde geleceğimizi yeniden kazanmak için Boğaziçi Üniversitesi’ne atanan kayyum rektöre karşı çıkmak -hatta elimizden alınanları da yeniden elde etmek- zorundayız.
BOĞAZİÇİ DİRENİŞİNİN İÇİNDE KİMLER OLMALIDIR?
Boğaziçi Üniversitesi’ne yapılan bu atamaya, bilime, geleceğe sahip çıkmak isteyen herkes katılmalıdır. Bu sistemin sonucu olan durumlardan nasibini almış kim varsa çemberde yerini almalıdır. İşsiz kalan da çalışan da, konuşmasına izin verilmeyen de konuştuğu için tutuklanan da… Baskıya, şiddete maruz kalan, ezilen; sindirilmeye, susturulmaya çalışılan herkes var gücüyle karşı çıkmalıdır. Çünkü bu sorun sadece Boğaziçi Üniversitesi’nin sorunu değildir. Boğaziçi Direnişi geleceğimizi kaybetmenin ya da kazanmanın mücadelesidir.
BOĞAZİÇİ DİRENİŞİNDE GERİYE KALAN
Melih Bulu’nun atanmasının sadece Boğaziçi Üniversitesi öğrencilerinin sorunuymuş gibi davranılması, böyle bir algı yaratılması bu çemberin dışında kalan insanların hedef gösterilmesi anlamına gelmektedir. İstediğine terörist diyebilmenin çok kolaylaştığı ülkemizde İçişleri Bakanı Süleyman Soylu tarafından parmakla gösterilerek terör örgütü üyesi olduğumuz iddia edildi. Ve bu talimatı alanlar birkaç gün içinde beş yüz elli civarında insanı gözaltına aldılar. Sonucunda içinde de olduğum yirmi dört kişiye ev hapsi verildi, sekiz arkadaşımız tutuklandı. Yasalarla hiçbir ilgisi olmadan talimatlarla işletilen bu süreç durdurulmazsa geriye doğru gitmeye, kaybetmeye devam ederiz.
NASIL KAZANIRIZ?
Eyleme verilecek desteği engellemek için yapılan bu oyunun farkında olmalı ve bu oyunu bozmak zorundayız. Başta Boğaziçi Üniversitesi öğrencileri olmak üzere herkes “Biz bu oyunu biliyoruz. Arkadaşlarımızı hedef göstererek yalan iddianamelerle ev hapsine mahkûm ettiniz, tutukladınız. Ama bunu durduracağız. O arkadaşlar neredeyse biz de oradaydık. Onlar bizim yaptığımızdan farklı bir şey yapmadılar. Hepsini geri alacağız. Size teslim etmeyeceğiz” demelidir. Bir yol ayrımında arkadaşlarımızı rehin aldılar. Ve bir kararı hemen vermek zorundayız. Birlikte büyümek mi ayrılıkla tükenmek mi?
Av. Eren Gönen yazdı | Saldırı altında adalet pratiği
06-02-2021 12:44

Av. Eren Gönen
Devletin yönetici koltuklarını işgal eden şahısların birçok yalanına bu zamana kadar şahit olduk. Dün ise devletin söylediği yalanların muhatabı olduk. Kameralar önünde doğruları söylememe gafletinde bulunan Ankara Emniyet Müdürlüğü amirlerinin söylediklerini teker teker boşa çıkardık. Ben ve iki meslektaşım emniyetin içerisinde diğer onlarca meslektaşım dışarıda saatlerce savunma hakkının kısıtlanmaması için mücadele ettik.
Pandemi koşulları sebebiyle bütün avukatları binaya alamayacaklarını söylediler. Bahçede bekleriz dedik. Diğer birimlere gelen şüpheliler bize saldırabilirmiş. Böyle bir gerekçe sundular. Emniyet Müdürlüğü'nde şüpheliler birilerine saldıracaksa bu saldırılacak kişilerin avukatlar olmadığı açıktır.
Gözaltına alındıktan sonra henüz daha araçlarda müvekillere bu zamana kadar hiç vermedikleri bir evrak verip bu evrakları imzalamaya mecbur tuttular. Eğer bu evrakları imzalamazlar ise hafta sonunu burada geçireceklerini ve ifadelerinin savcılıkta alınacağını söylemişler. Oysaki savcılığın talimatı açıkça ikmalen! İfadesini al bırak demiş.
Bu evraklarda görüşmek istedikleri avukatların isimleri yazıyormuş ve benim de olduğum 3 avukat eylemciler tarafından talep edilmiş. Oysaki bütün toplumsal gözaltı takibinde eylemciler hangi avukatın geldiğini bilemez ayrıca hiç tanımadığı bir avukat da parti veya başka bir vekalet ilişkisinden kaynaklı olarak gözaltı işlemlerine katılabilir. Müvekkillerin savunma hakkını kısıtlamalarına rağmen ve biz içeride Güvenlik Şube koltuklarında oturuyorken nezarethaneye inip gözaltındakilere utanmadan "Avukatlarınız burada değil. Sizlerin ifadelerine girmek istemiyorlar. Onlar yüzünden mağdur oluyorsunuz" deme cüretini gösterebiliyor.
Bir de biz oradayken ''Ya CMK'den avukat atayacağız ya da avukatsız ifade vereceksiniz'' de diyebiliyorlar. Aynı anda en fazla 3 avukatın içeri alınacağını daha fazlasına müsaade edilmeyeceğini söyleyen amir, ifadeye girmeyecek avukatın kampüs dışına çıkartılıp ifadeye gireceği zaman tekrar tekrar GBT ve kontrolden geçerek gireceğini, birden fazla müvekkili olan avukatın gerekirse saatlerce burada bekleyeceğini söyleyebiliyor. Araya baro yönetimi girdi. Avukat Hakları Merkezi'nden görevli meslektaşlar geldi. Toplumsal davalar ve hukuk araştırmaları merkezinden görevli meslektaşlarımız geldi. Ankara Cumhuriyet Başsavcı Vekili ile görüşüldü. Dışarıdaki meslektaşlar hukuksuzları tespit etti. Tutanaklar tutuldu.
Bütün bunlar olurken kanuna aykırı şekilde CMK'den avukat talep eden güvenlik şube amirine, Ankara Barosu tarafından avukatların orada olması gerekçesiyle atama yapılmayacağı bildirildi. Eylemcilerin yarısı ne olduğunu anlamayıp ve kendilerine söylenen yalanların da etkisiyle bizimle görüştürülmeden ve hak ihlallerini tespit etmeden serbest bırakılmışlar. Diğer yarısı ise emniyete giriş esnasında bizi gördüğü için amirlerin yalanlarına inanmamış bizimle görüşmek istemişler. Hatta yanımıza getirildiklerinde de "Avukatlar yüzünden mağdur oluyorsunuz" diyen amire, "Yalan söylüyorsunuz. Sizin yüzünden mağdur oluyoruz" deme cesaretini de kameralar önünde gösterdiler.
Sürekli yukarıdan talimat var, avukatları içeri almayacağız diyen güvenlik şube amiri gerek bizim gerekse de gözaltındakilerin kararlı duruşu neticesinde tam 7 saatin sonunda bütün taleplerimizi kabul etti! Bütün bu hukuk dışı manzaranın tamamen eylemcilere ve müdafiilere zorluk çıkarılmak amacıyla yapıldığı gün gibi ortadadır. Sadece bu ocak ayında her hafta gözaltılar nedeniyle gittiğimiz yer nedense birden bire usul değiştirmek istemiş. Ankara İl Emniyet Müdürlüğü bir yandan bizim de basın yayın organlarında haberler yaptırmamız nedeniyle her şeyin usulünce ilerlediği yönünde bir açıklama yaptı. Bir daha söylüyoruz ki külliyen yalan! (http://www.ankara.pol.tr/05022021-tarihli-basin-aciklamasi)
Bütün bu hukuksuz işlemler avukatlar tarafından ifade tutanaklarına geçirildi. Hukuk dışı işlemler ve uygulanan işkence için elbette suç duyurusunda bulunacağız. Bu konuda herhangi bir tereddütümüz bulunmamaktadır.
Kamera kaydı açılınca şov yapan ve açıkça doğruları söylememe gafletinde bulunan amirlerin yalanlarına karşı bir kısım tutanak ve video da ektedir.
Ne başımızı aşağı eğeceğiz ne de yalanlarınıza geçit vereceğiz. Yine gördük ki dayanışma yaşatır.
- https://www.facebook.com/photo?fbid=10158004646450949&set=a.10151033214825949
- https://www.facebook.com/730515948/videos/10158004403875949/