ÇEVİRİ | Komplo teorileri: Kuruntucu ama sorulması gereken sorular
Komplo teorileri gelişerek yayılıyor. Bunların çoğu kendi dünyasında yaşayan, çoğu zaman ırkçı fantezilerle dolu bir karmaşayı temsil eder. Ama hepsinin ortak bir yanı vardır: Hiçbiri yeterince açıklayıcı değildir.
12-11-2020 10:24

Yazar: David Meienreis
Çeviren: Kemal Çaprak
“Komplo teorileri korku ve belirsizliğin olduğu yerlerde ve zamanlarda gelişir“ diyor, “Lexicon of Conspiracy Theories (Komplo Teorileri Sözlüğü)“ kitabının yazarı Robert Anton Wilson. Eğer komplo teorileri hükümetleri, bilim adamlarını ve medyayı hedef alıyorsa, bu, sosyal düzenimizin güvenilirliğine derin bir güvensizliğin belirtisidir. Bu tür şüphelerin son yıllarda giderek daha sık ortaya çıkması ve milyonlarca insanı büyülemesi, geleceğe dair belirsizliğin ne kadar yaygın olduğunu gösteriyor. Bunun pek çok nedeni var: Uluslararası düzenin giderek daha kırılgan hale gelmesi, krizlere ve savaşa daha yatkın halde olması vb.
KOMPLO TEORİLERİNİN YAPISI
Ekonomistler, yıllardır kapitalizmi "seküler bir durgunluk", yani büyümesi olmayan kalıcı bir durum içinde gördüler. Büyük skandallar zinciri bununla sona ermedi: Cum-ex(1) tarihteki en büyük vergi soygununu temsil etmesine rağmen muhtemelen herhangi bir hukuki sonucu olmayacak. Panama Belgeleri, dünyanın dört bir yanındaki ünlülerin yasadışı finansal işlemlerden nasıl para kazandığını ortaya koydu. Nükleer enerji kullanımının kaldırılmasını becerememek, ağır taşıtların yol geçiş ücretlerindeki milyarlık iflası, Almanya Savunma Bakanlığı'ndaki şüpheli danışman ilişkileri, Jeffrey Epstein'ın fuhuş çetesi ve hapishanede ani ölümü, Trump’ın Beyaz Saray’da oluşu ve şimdi de tıbbi ekipman fiyatlarındaki patlama ve şirketlerin Corona para yardımı dağıtımında büyük dolandırıcılıkları... Pek çok şey ters gidiyor ve hepsinin arkasında, kendilerini zenginleştirmek için kanunları çiğneyen etkili kişilerin bir araya gelmesi komplosu var. Buna siyasi sorumluların katılımını da içeren organize suç da denilebilir. Bunlar vardır ve komplo teorilerini oluşturan maddelerdir. Görüldüğü gibi bazı komplo teorileri gerçek suçlara işaret eder ve en azından makul tartışmalar yaratabilir. Ancak bunlarla ilgili iki temel mesele var: Birincisi, sorunun temelindeki nedenlerden uzaklaşır ve insanların hoşnutsuzluğunu yanlış hedeflere yönlendirirler. İkincisi, kapitalizmden mustarip insanlara dünyayı nasıl değiştireceklerine dair araçlar veya stratejiler vermezler.
BILL GATES KOMPLOSU
Popüler bir koronavirüs komplo teorisi, mevcut pandeminin arkasında Microsoft'un kurucusu Bill Gates'in olduğunu söyler. Gates, tüm dünyadaki hükümetleri, medyayı ve sağlık otoritelerini aldatmak için perde arkasından ipleri çekmekte, böylece menfaatinin olduğu ilaç firmalarının yeni bir aşı ile milyarlar kazanmasını sağlayabilmektedir. Bu komplo teorisi hakkında gerçek nedir? Bill Gates'in serveti tahminen 160 milyar dolar civarında. Dünyanın en zengin adamlarından biri. Arkadaşı büyük yatırımcı Warren Buffett ile dünya çapında faaliyet gösteren Gates Vakfı'nı yönetiyor ve Coca Cola, Kraft gibi şirketlerin yanında çok sayıda ilaç şirketine yatırım yapıyor. Kamuoyuna açık bir şekilde ifade ettiğine göre, sağlık sektöründeki yatırımları onun en kârlı yatırımları arasında.
Hükümetlerin çoğu ABD’nin 1993 yılındaki girişimine dayanarak Dünya Sağlık Örgütü'ne (DSÖ) zorunlu katkılarını dondurma kararı aldılar. Bu dönemden beri Dünya Sağlık Örgütü özel bağışlara bel bağlamış durumda ve Gates, örgütün yıllık bütçesinin yaklaşık yüzde 14'ünü karşılıyor. Bu, ona DSÖ'nün yönünü belirleme konusunda önemli bir konum sağlıyor. Medico International gibi sivil toplum kuruluşları, Gates Vakfı'nın ve Ferrero Group gibi diğer özel şirketlerin, DSÖ üzerindeki bu etkisini yıllardır haklı olarak eleştirmektedir.
GATES ‘SUÇÜSTÜ YAKALANDI’ MI?
Gates komplosuyla ilgili sorunlar mevcut. Birincisi, bilgi kaynaklarının seçici kullanımına ilişkin. Öne sürülen komplo teorisi, Gates’in yeni virüs salgınlarının tehlikeleri hakkında yıllardır halka açık konferanslar vermesine ve aynı zamanda ilaç şirketlerinde pay sahibi olması sebebiyle "suçüstü yakalandığına dairdi. Ancak Gates’in DSÖ’nün yardımıyla korona konusunda dünya hükümetlerini nasıl kandırdığı kanıtlanamamaktadır. Buna ek olarak, hâlâ genel bir zorunlu aşılama yoktur ve Gates'in dahil olduğu şirketlerden birinin bir aşı bulması ve pazarlaması öngörülebilir değildir. Komplo teorilerinin taraftarları ise, bunu sadece onun komplosunun nasıl kurnazca olduğunun kanıtı olarak görüyorlar. Bir yandan, resmi kaynaklara ve özellikle Gates'in kendisine son derece güvenilmez olarak yaklaşılıyor; öte yandan, Gates’in kameralar önünde yaptığı ve vakfının internet sitesinde okunabilen açıklamaları "karanlık" entrikalarının delili olarak kabul ediliyor.
NİHAİ HEDEF KÂR
Özel şirketlerin etkisiyle ilgili temel sorun komplo teorilerinde ele alınmamaktadır. DSÖ stratejileri, hastalıkları önlemeye değil kontrol etmeye odaklanmıştır. Açık farkla hastalıkların en önemli nedeni yoksulluktur, buna temiz su, sağlıklı gıda ve sıhhi tesisat eksiklikleri de dahildir. Gates ve ilaç endüstrisi, DSÖ‘nün sağlıklı gıda ve yaşam koşulları sağlamasının yerine, diyabet ve yüksek tansiyonla mücadele etmesinden milyarlarca dolar kazanıyor. DSÖ'nün bu temel yaklaşımı, her yıl pazarlanan aşıya göre, çok daha yüksek kâr sağlıyor.
İkinci sorun, grupları veya kurumları etkileyebilecek kişiselleştirmedir. Gates tek milyarder değildir. Ayrıca güçlü devlet başkanları, despotlar, mafya patronları ve kuralların Gates tarafından belirlenmesine izin vermeyecek ömür boyu başkanlar da uluslararası alanda faaliyet gösteriyor. İlaç endüstrisinin sorunu Bill Gates değildir. İlaç endüstrisinin sorunu, nihai amacının insanların hastalıklarını iyileştirmek ya da onları hastalıklardan uzak tutması değil, kâr elde etmeyi amaçlamasıdır. Ama komplo teorileri bir sistemin temsilcilerine yapışır, tüm toplumsal düzeni eleştirmezler.
DÜNYA PAZARINDA REKABET
Üçüncü sorun, komplo teorilerinin destekçilerinin neredeyse hiçbir zaman komploların nedenleri konusunda pek yaratıcı olmamasıdır. Teorilerde bir kişi her zaman güç, para ve dünya hakimiyeti ister. Aslında bu, birisinin insanlardan bir şey alıp onları haklarından mahrum bırakacağı korkusundan su yüzüne çıkıyor. Bu varsayım, en azından kapitalizm altındaki şirketlerin sınırsız para çoğaltma istekleri bakımından doğrudur. Paranın özündeki amaç, parayı daha fazla paraya dönüştürme zorunluluğudur ve gerekirse bunun için savaşlar yapılır veya tüm gezegen yaşanmaz hale getirilir. Marx'ın yazdığı gibi: “Biriktirin! Biriktirin! “ İşte Musa, işte peygamberler.”
(…)
'AKLIN YOK EDİLMESİ'
Komplo teorilerinin bu sorunları, onları yeni sağ ve eski faşist görüşlerle uyumlu hale getiriyor. Tarihsel faşizmin katılığı, aşırılığı ve acımasızlığı, faşizmin hiçbir zaman büyük, tutarlı bir toplum teorisi üretmediği gerçeğini gözden kaçırmayı kolaylaştırır. Saçma ve bilimsel olarak çoğu kez çürütülmüş olan ırk teorisi, devlet ve etnik mitleri ve bunlarla ilişkili anti-Semitizm, böyle bir teori geliştirmenin en büyük girişimleri olarak anlaşılabilir.
Faşizm, Hitler'in “Kavgam” adlı kitabında derlendiği gibi, saçma ve yarı gerçek klişelerden ve önyargılardan oluşan bir “birikime“dayanmaktadır. Bu tür teorik yapılar 1920'lerin derin toplumsal krizinde yaygın bir kullanım bulmuştur. Almanya'da faşistlerin iktidarı ele geçirme felaketinin arifesinde, Georg Lukács gibi teorisyenler "aklın yok edilmesinden" korkuyordu. Bu teorisyenler aynı zamanda muhafazakar çevrelerden ve orta sınıftan yayılan "cehalet ve kafa karışıklığı" (Adorno) ve "keskin" irrasyonalizm karşısında şok oldular: Kafatası ölçümü ve karakterolojisi, kahramana tapınma, “teosofi(2), numeroloji(3), naturopati (...) ve sayısız diğer mezhepler “.
(…)
KİŞİSELLEŞTİRME VE AHLAKÇILIK
Liberal sesler, tüm olumsuz gelişmelerin ardındaki komplolardan şüphelenen ya da dünyadaki tüm kötülüklerden "elitleri" sorumlu tutan komplo teorilerine itiraz ediyorlar. Onlar kişiselleştirici ve ahlakçı argümanlarla, kişiselleştirme ve ahlakçılığa “karşı çıkıyorlar”. Örneğin, koronavirüs karantinası zamanında Amazon şirketi ile insanlık tarihinin ilk trilyoneri olan Jeff Bezos'un kötü bir insan olmadığını ve gizli planları bulunmadığını savunuyorlar. Bu doğru olabilir. Onun perakende pazarını fethetme planı da gizli değil, tüm rakipleri tarafından paylaşılıyor. Ancak bu, Amazon'un korona krizi sırasında rakiplerini iflasa sürüklediği ve çalışanlarına açlığa mahkûm eden maaşlar ödediği gerçeğini değiştirmiyor. İnsanlar buna sinirleniyor ve bunu yapmakta haklılar.
KOMPLO TEORİLERİNİN SOL’DAN ELEŞTİRİSİ
Komplo teorilerine yönelik sol görüşlü bir eleştiri bu gerçek sorunlarla başlamalı ve somut çözümler önermelidir. Ciddi eleştiri, yalnızca belirli "karanlık güçleri” değil, genel olarak özel mülkiyet hakkını kısıtlamaya çalışmakla karakterize edilir. Öte yandan, Nazi’lerinki gibi komplo teorilerinin sürekli destekçileri, yalnızca "her zaman belirli türden şirket sahiplerini" ve "belirli bir kapitalizmi" hedef alır (Herbert Marcuse). Komplo teorilerinin destekçilerinin günah keçisi arayışlarına bu açıdan kararlılıkla karşı çıkılmalıdır. Üretim araçlarının özel mülkiyeti ve her taraftan organize rekabet kaosu; sürekli olarak çatışmaları, yoksulluğu, skandalları, yolsuzluğu, halkı yanıltmayı, cinayeti ve gizli anlaşmaları üretmeye yeterlidir. Ancak yalnız başına milyarderler veya hükümetler güçlü değildir. Hepsi aşağıdan politik baskı altında tutulabilir veya sürülebilir.
Komplo teorilerinin çoğu meşru sorular sorar. Buna karşılık birkaç tanesi makul cevaplar verir. Birçoğu, tehlikeli kuruntularla şekillenen, kendi dünyasında yaşayan, genellikle ırkçı karmaşalardır. Ama hep birlikte yetersiz kalıyorlar. Komplo teorisyenlerinin en kötü fantezileri bile kapitalizmin küresel gündelik hayatına yaklaşamaz. Bu hayatta milyarlarca insan yasal sefaleti ve şiddeti, gözetlenme ve baskıyı yaşamak sorundadır. Gerçek sorun, bazı gizli komplocuların yasadışı bir şekilde gücü ve serveti ele geçirmesi değil, küçük bir azınlığın dünyaya yasal olarak kendi özel mülkiyetleri muamelesi yapmasıdır. Kim komplo teorilerine son vermek istiyorsa, dünyayı demokratikleştirmek zorundadır. Marksist gelenekte bununla ilgili olarak şu söyleniyor: Sosyalizm için mücadele.
ORİJİNAL MAKALE:
https://www.marx21.de/verschwoerungstheorien-hirngespinste-aber-berechtigte-fragen/
(1) Çevirenin notu: Almanya’da bankaların karıştığı vergi skandalı.
(2) ÇN: Mistik-dinsel ve spekülatif-doğal-felsefi yaklaşımlar.
(3) ÇN: Sayı sembolizmi (ayrıca: sayı mistisizmi veya numeroloji), anlamların bireysel sayılara veya sayı kombinasyonlarına atanması anlamına gelir.
İLGİLİ HABERLER
Beethoven'ın sağlık dosyaları
Ludwig van Beethoven'ın başını sadece azalan işitme duyusu ağrıtmıyordu. Büyük besteci aynı zamanda ciddi şekilde hasta bir adamdı.
22-02-2021 01:25

Yazar: Johanna Kuroczik
Çeviren: Naci Pektaş
“Uğuldayan ve fısıldayan kulaklarım”
Ludwig van Beethoven'ın başını sadece azalan işitme duyusu ağrıtmıyordu. Büyük besteci aynı zamanda ciddi şekilde hasta bir adamdı.
“Ey beni husumetli, inatçı söz anlamaz veya insan düşmanı olarak gören veya bana ne kadar haksızlık yaptığını açıklayan insanlar; siz bunun gizli sebebini bilmiyorsunuz... Altı yıldan beri dermansız bir derde düştüğümü sadece düşünün.”
Ludwig van Beethoven aslında bu satırları yazarken, Nisan 1802'de Viyana yakınlarındaki Heiligenstadt'ta iyileşmiş olmalıydı. 32 yaşındayken kardeşlerine hitaben yazdığı ancak asla göndermediği “Heiligenstadtvasiyeti”nin başlangıcıdır. Doktoru ona kırsalda kalmasını tavsiye etmişti, ancak “çaresiz durumu” onu burada da umutsuzluğa sürükledi: “Birinin yanımda durup uzaktan bir flütün sesini duyarken benim hiçbir şey duyamadığımda, bunun nasıl bir aşağılanma olduğunu düşünün.”
Beethoven'ın sağırlığı tek kusuru değildi ama doktorların ve tarihçilerin bugüne kadar iç yüzünü araştırmaya çalıştıklarının en ünlüsüdür: Neden işitme duyusunu kaybetti?Karın ağrıları nereden kaynaklanıyordu? Frengiye mi yakalandı, alkol onu ölüme mi sürükledi? Özellikle 2020 yılı içinde bu konu üzerinde yeniden tartışmalar yürütüldü, zira Bonn’da doğan müzisyenin 17 Aralık 1770 tarihli vaftiz günü bu sene 250.yılını dolduracak. Ne zaman doğduğu tam olarak kesin değil, buna karşılık hastalık geçmişi daha çok biliniyor. Arkadaşlara ve doktorlara yazılan çok sayıda mektuptan, sağır müzisyenin çağdaşı olan notlar, resmi konuşma defterleri aracılığıyla sonunda sohbet ettiklerinden öğreniliyor.
SAĞIRLIK 20 YIL SÜRDÜ
“Kulaklarım gece gündüz durmadan fısıldıyor, uğulduyor... Enstrümanların, şarkı seslerinin yüksek tonlarını duymuyorum;...ve bu arada birisi bağırır bağırmaz, buna dayanamıyorum.”
Bu satırları Beethoven Haziran 1801'de çocukluk arkadaşı doktor Franz Wegeler'e gönderdiği mektuba yazdı. Bu, Beethoven'ın işitme probleminin çağdaş ilk kanıtı sayılıyor ve hemen ilk tıbbi bilgileri veriyor: Kulaktaki “fısıltı” bugün tinnitus-kulak çınlaması olarak adlandırılabilir, ayrıca aynı zamanda gürültü duyarlılığında başlayan yüksek frekans sağırlığı dikkati çekiyor. Bu veri, ani işitme kaybını veya işitme duyusunun daha önce aniden maruz kaldığı enfeksiyonu ifade ediyor. Belli kiBeethoven'ın sağırlığı 27 yaşında sol kulağında başladı ve yavaş yavaş ilerledi. 1802'de iyice kötüleştikten sonra işitme duyusu on yıl boyunca durmuş gibi görünüyor ama 48 yaşından itibaren muhtemelen tamamen sağır olmuştu. Ziyaretçilerinin sorularını yazdıkları yaklaşık 400 sohbet defterinden günümüze kadar elde kalan 139'u, bu bilgiyi bize aktarıyor.
Ama Ludwig van Beethoven işitme duyusunu neden kaybetti? Burada zaten frengi veya kafatasının kemiklerinin kalınlaştığı MorpusPaget hastalığı gibi bulaşıcı hastalıklar dahil olmak üzere çeşitli teşhisler öne sürülmüştür. Uzun süte Otoskleroz (iç kulak kireçlenmesi) olduğu düşünüldü. Sağlıklı işitmede ses işitme kanalının sonundaki kulak zarına çarptığında, arkasındaki orta kulakta bulunan küçük kemikçiklerde titreşim yaratır ve bu titreşimde daha sonra bunu iç kulağa iletir.Koklea denen kulak salyangozunun bulunduğu yer burasıdır ki, burada sözde tüy hücreleri elektriksel uyarıları tetikler ve bunları işitme siniri yoluyla beyne iletir. Bu süreç yalnızca saniyenin yüzde birinden daha az sürer, kulak en hızlı duyu organımız ve muhtemelen en hassas olanıdır. Otoskleroz hastalığında kulaktaki kemikçikler zarar görür. Yeni kemik dokularıyüzünden sertleşirler. Günümüzde küçük kemikçiğin protez ile değiştirildiği bir operasyonla süreç durdurulabilir.Otoskleroz nadiren her iki kulakta da oluşur ve kaçınılmaz tam işitme kaybına neden olmaz. Beethoven'un hastalığı bu olmadığına göre, neyi vardı?
AKIBETİ MEÇHUL KAFATASI KEMİKLERİ
Ekim ayı ortasında doğduğu Bonn kentindeki üniversite hastanesinde besteciye tıbbi açıdan yaklaşan bir sempozyum düzenlendi. Eşlik eden “İşiten ve Sağır Ludwig van Beethoven” adlı kitapta, doktorlar tüm kanıtlardan, Beethoven'in sağırlığının en olası nedeninin ilerleyen iç kulak işitme kaybı olduğu sonucunu çıkarıyorlar. Henüz açıklık kazanmamış nedenlerden dolayı bu hastalıkta iç kulakta bulunan duyu hücreleri ilk olarak yüksek tonlardan başlayarak işitme görevini yapamaz hale gelir. Bu, Beethoven'ın tasvirleriyle örtüşüyor çünkü o da ilk olarak yüksek sesleri duyamamaya başlamıştı. Freiburg Müzisyenler Tıbbı Enstitüsü'nün başkanı ve aynı zamanda Bonn'da sempozyumu da düzenleyen Kulak Burun Boğaz (KBB) Doktoru Bernhard Richter, “Nihai bir kesin tanıya asla ulaşılamayacağız” diyor. Zira Dr. Richter; Beethoven'ın kafatasının önemli kemiklerinin, içinde koklea'nın(kulak salyangozu) bulunduğusözde temporal kemiklerin, maalesef artık incelenemeyeceğini söylüyor.
Beethoven'a ölümünün ertesi günü, 26 Mart 1827'de otopsi yapıldı, daha sonraları en sonuncusu vefatından 60 yıl sonra olmak üzere mezarından iki defa çıkarıldı ve incelendi. Gerçi o zamanlar işitme duyusunun işleyiş şekli hakkında çok az şey biliniyordu, buna rağmen daha o zaman ilk klinik şefi Johann Wagner ünlü müzisyenin işitme duyusuyla ilgilendi ve otopsi raporunda kan damarlarının özellikle geniş, kafatası kemiklerinin alışılmışın dışında kalın ve işitme sinirinin tahrip olduğunu kayıtlara geçirdi. Temporal kemikler, yani kulağın iç kısımlarını saran kafatasının kemik parçaları testere ile kesildi ve “alındı”. Alınan bu kısmın akıbeti bugün meçhuldür.
FRENGİ HASTALIĞINI İŞARET EDEN BİR ŞEY YOK
Aslında o zamanlar araştırma olanağı hiç yoktu. Bugün yakın tarihli cesetlerle uğraşan patologlar hassas mikroskoplar ve bilgisayarlı tomografilerden yararlanırlar. Gerektiğinde laboratuvarda bakterilerin DNA kalıntılarından frenginin etmeni olan pallidumun alt türlerinden treponemapallidum gibileri ispatlanır.
Buna rağmen ıstıraplarına karşı bestecinin nelere katlandığı konusunda bilinen çok şey var. Sözde tedaviler için çok para harcadı ve sürekli bir doktordandiğerine koştu. Onların direktifleri üzerine çaylar içti, Tuna Nehri’nde ılık sularda yıkandı, badem yağlı pamuğu veya yaban turpunu kulağına soktu, tenine cildi tahriş eden bantlar yapıştırttı hatta kulaklarının içine tellerin konduğu ve elektrik şoku verildiği “galvanik tedaviden” bile çekinmedi. Gayet tabii bunların hiç faydası olmadı ve meşhur mekanik ustası ve metronomun mucidi Johann Nepomuk Mälzel'in onun için yaptığı çorba kepçesi biçimindeki başlıklı, metalik kulak tüpüne muhtaç oldu. En azından müzik titreşimlerini hissetmesi için, kuyruklu piyanosuna Beethoven'ın dişleri arasına sıkıştırdığı tahta çubuk konulmuştu.
Beethoven'in sağırlığından bu kadar utanmış olması sadece mesleğinden kaynaklanmıyordu: 19. yüzyılda, sağır insanlar aptal ve gülünç olarak görülüyordu, öyle ki duymaya yardımcı olacak çeşit çeşit kibar aletler tedavüldeydi. Bunlar örneğin erkekler için baston, kadınlar için yelpaze olarak kamufle edilirdi. Bugün olsa Beethoven'a koklea-implantı olan, kulak arkasında taşınan ve akustik sinyalleri cilt altına yerleştirilmiş elektrik sistemine taşıyan ses işlemcisiyle donatılırdı. Bu cihazlar sinyalleri doğrudan kulak salyangozuna ve dolayısıyla işitme sinirine iletiyor. Böyle bir implant doğal işitme ile aynı şey değildir ve bununla Beethoven müziğinin tüm inceliklerinin tadını çıkaramazdı.
BESTE YAPARKEN EN KÜÇÜK SORUNU SAĞIRLIKTI
Beste yapımında Beethoven'ı tam işitme kaybı engelleyemedi. En ünlü eserlerinden bazıları Missa Solemnis, daha sonraları bestelediği Yaylı Çalgılar Dörtlüsü ve tabii ki Dokuzuncu Senfoni’yi kendisi hiç duymadı. Müzik bilimiyle uğraşanlar için bu büyük bir sürpriz değil: Beethoven mükemmel bir müzik kulağına sahipti ve tonlamaları sezebiliyordu. Bernhard Richter, “diğer rahatsızlıkları yüzünden kompozisyon becerileri muhtemelen daha sık kısıtlanmıştır” diye tahmin yürütüyor.
Bundan başka bu dahi aynı zamanda hasta bir insandı da. Çocukluğunda geçirdiği çiçek hastalığı yüzünde kalıcı yara izi bırakmıştı ve yaşamı boyunca karın ağrıları ve ishalden mustarip olmuştu. Yazdığı birçok mektubunda şiddetli karın ağrılarından şikayetçi olmuştur. Bugün muhtemelen huzursuz bağırsak sendromundan söz edilebilir. Ayrıca parmaklarındaki iltihaplanmalar ve göz ağrıları onu etkiledi. Ayrıca daha 1821'de karaciğerde bir iltihaplanmayı işaret eden sarılıktan bahsediyor, sonuçta Beethoven daha sonra karaciğer yetmezliğinden öldü.
GERİSİNİ ALKOL HALLETTİ
Bunun tipik bir örneği, otopsi raporuna göre vücudunu kaplamış olan peteşi-purpura adı verilen ciltte toplu iğne başı büyüklüğündeki kırmızı noktalardır. Raporda karaciğer küçülmüş, karın “alışılmamış derecede sıvıyla şişmiş” olarak tasvir ediliyor. Siroz nedeniyle Beethoven'ın karın boşluğunda birikmiş sıvı ölümünden önceki günlerde dört defaalınmıştır. Her seferinde alınan sıvı on litreden fazlaydı. Beethoven'in alkol tüketimi kesinlikle bunda belirleyici bir rol oynadı. Aslında içki içen bir aileden geliyor, babası bununla tanınıyordu ve büyükannesi alkolik olması nedeniyle bir manastıra bile yerleştirilmişti. Beethoven bugün bazen gösterildiği gibi iflah olmaz alkolikten daha çok muhtemelen alkolü zevkine içiyordu. O zamanlar günlük bir şişe şarap ve daha fazlası zaten alışılmış bir durumdu, örnek olarak Goethe de benzer biçimde oldukça çok içiyordu.
Doktorlar kronik hasta Beethoven'ın alkol kullanmasını yasakladı ancak o hiçbir şekilde tedavilere itaat eden biri olmadı. Vefatından birkaç hafta önce Mainz'e acil bir mektup yazdı: “Ama şimdi çok önemli bir rica ile geliyorum. Doktorum bana çok güzel, eski Ren şarabı içmemi reçeteme yazdı ... Hulasa az sayıda şişe alırsam ...” Elbette doktoru ona şarap reçetesi yazmamıştı, muhtemelen daha çok Beethoven'ın karşı konmaz sonunu biliyorduve buna müsaade etmişti. Ölüm döşeğindeyken ziyaretçileri konuşma defterine ona yeterince şarabı olup olmadığını yazarak sordular. Teorik olarak karaciğer nakli ona bugün yardımcı olabilirdi ama şüphesiz bu, aynı zamandaalkolden vazgeçmek anlamına gelecekti. Ama Beethoven'ı her zaman kötü sağlığına rağmen hayatta tutan şarap aşkı değildi.Heiligenstadt'da yazdığı vasiyetnamesinde, “Az bir şey eksikti ve kendi hayatımı kendim sonlandırdım” diye yazıyor, “Sadece o, beni burada tutan sanattı, ah, kendimi yapmak zorunda hissettiğim şeyleri tamamlayıncaya kadar bu dünyayı terk etmem bana imkânsızgöründü ve böylece bu sefil hayatı güç bela sürdürdüm”.
Kaynak: Frankfurter Allgemeine Zeitung
ÇEVİRİ | REM uykusu yeme davranışlarını etkiliyor
Biz uyuruz ve beynimiz yoğun bir şekilde çalışır: REM uykusunun belirgin olarak yeme davranışlarımızla bir ilgisi olduğu, fareler üzerinde yapılan çalışmaların sonuçlarıyla daha açık hale geliyor. Bu uyku evresinde besin alımını kalıcı olarak etkileyen sinir hücreleri aktif hale gelir. Bu işlev yapay olarak bastırıldığında, kemirgenlerin iştahına zarar verir. Araştırmacılar kesin bağlantıların henüz kanıtlanmak zorunda olduğunu, ancak bu keşfin yeme bozuklukları ve bağımlılık davranışları araştırmalarında önemli olabileceğini söylüyorlar.
28-12-2020 08:58

Çeviri: Umut Döner
Uyku olmadan olmaz, ancak uykunun hangi işlevleri ve önemi olduğu hala tam olarak anlaşılabilmiş değildir. Uyurken çeşitli yollarla dinlenme hissine katkıda bulunan farklı evrelerden geçeriz. Diğer evrelerin yanında, araştırmanın odağında, gözler kapalı biçimde yapılan hızlı göz hareketleri ile karakterize edilen uyku evresi duruyor. Bu REM (Rapid-Eye-Movement) adı verilen uyku evresi insanların uyku süresinin yüzde 25’ine tekabül ediyor. REM uykusu farelerde görüldüğü gibi hayvanlar için de geçerli olan bir uyku unsurudur. Bu uyku sadece hareketli rüyalarla bağlantılı değildir, aynı zamanda duyguların düzenlenmesi ve farklı bilişsel kabiliyetlerle de alakalıdır.
ARAŞTIRMACILARIN HEDEFİNDE ÖZEL BİR UYKU EVRESİ
Araştırmalardan bilindiği üzere REM uykusu sırasında farklı beyin bölgeleri yoğun şekilde çalışır. Bu elektriksel aktivitenin neye yaradığı şimdiye kadar geniş ölçüde belirsiz kalmıştır. Bern Üniversitesi’nden Lukas Oesch önderliğindeki araştırmacıların ortaya koyduğu gibi, lateral Hipotalamusun(1) da REM uykusunda artan aktiviteye sahip olduğu görüldü. Burada söz konusu olan tüm memeli hayvanların ara beyinlerinde mevcut olan bir yapıdır. Bu bölgedeki beyin hücrelerinin, insanlar uyanıkken iştahın düzenlenmesi ve besin alımında rol oynadığı, ayrıca motivasyonda ve bağımlılık davranışlarında önem sahibi olduğu bilinmektedir. Böylece beynin bu bölgesinin fonksiyonu ve REM uykusu arasında olası bir bağlantı belirmiştir. Araştırmacılar çalışmalarının çerçevesinde bu bağlantı izini fareler üzerindeki araştırmaları vasıtasıyla takip ettiler.
Bunun için deney hayvanlarının lateral hipotalamusundaki sinir hücrelerinin örnek aktivitelerini beyin çalışmalarının modern metotlarıyla saptadılar. Böylece öncelikle hayvanların, REM uykuları ile uyanık oldukları sıradaki yeme alışkanlıkları arasındaki olası bağlantıyı temellendirebildiler: Uyanıklık esnasında besin alımı için sinyal veren nöronların belirli aktivite kalıplarını keşfettiler. Bunlar aynı zamanda REM uykusu esnasında da sahneye çıkan nöronlardı.
MANİPÜLASYON İŞTAHSIZ HALE GETİRİYOR
Araştırmacılar, sonradan belirebilecek olası etkileri araştırabilmek için optogenetik(2) yöntemini kullandılar. Optogenetik, belirli fare genlerinde sinir hücrelerinin aktivitelerini, ışık atımları ile etkilemeyi mümkün kılar. Araştırmacılar denemelerinde, lateral hipotalamustaki daha önceden gözlemlenmiş sinir hücrelerinin nöronsal faaliyetlerini REM uykusunda kasıtlı olarak ekarte ettiler. Bir başka deyişle, fareler doğal uykularında REM uykusunun bu yönünden yoksun kaldılar. Ardından araştırmacılar bu manipülasyonun deney hayvanlarının davranışlarına ne ölçüde etki ettiğini analiz ettiler.
Araştırmacıların bildirdiği gibi, sinyallerin ekarte edilmesi, uyanık haldeki farelerin yeme aktivitesi kalıplarının değişmesine ve daha az besin almalarına yol açtı. Lukas Oesch, “lateral hipotalamustaki müdahalemizin uzun süreli etkisi ve gücünün yanında farelerin davranışlarını bu kadar etkilemesi bizi şaşırttı. Aktivite kalıplarının değişimi henüz dört gün sonra saptanabilir vaziyettteydi” diyor. Araştırmacılar ise, “Bu araştırmalar böylece, rem uykusunda besin alımının hipotalamik tasvirinin stabilize edildiğini ve öte yandan gelecekteki yeme davranışlarının etkilendiğini göstermektedir” diye yazıyorlar.
Bu sonuçlar doğrudan bir sürece veya doğrudan iştahı etkileme imkanına çevrilememektedir. Ancak araştırmacılar köklü bir potansiyel ortaya çıktığını söylüyor: REM uykusunda hücrelerin aktivitesi ve yeme davranışı arasında keşfedilen ilişki, yeme bozuklukluklarına yönelik yeni terapi yaklaşımlarında işe yarayabilir. Ek olarak bağımlılık davranışları ve motivasyon araştırmalarında da önem sahibi olabilir. “Ancak bu tam sinir devrelerine, uyku evresine ve hala incelenmesi gereken diğer faktörlere bağlıdır” diyor çalışmanın kıdemli yazarı, Bern Üniversitesi’nden Antonie Adamantidis.
(1)Çevirenin Notu: Beyinde yeme düzenlemesi ile ilgili olan bölge.
(2) Çevirenin Notu: Bu yöntemde genleriyle oynanmış hücrelerin davranışları ışık ile kontrol edilmektedir.
Kaynak Site: wissenschaft.de
Link: https://www.wissenschaft.de/gesellschaft-psychologie/rem-schlaf-praegt-essverhalten/
David Harvey: Sosyalistler özgürlüğün sembolü olmalı
Sağcı propaganda sosyalizmin bireysel özgürlüklere düşman olduğunu iddia ediyor. Aslında bunun tam tersi doğru: Sosyalistler, kapitalizmin getirdiği katı sınırlar olmadan insanların gerçekten özgür olabilecekleri maddi koşulları yaratmak için mücadele ediyor.
05-11-2020 08:56

Yazar: David Harvey
Çeviri: Metehan Akman
Peru’da katıldığım söyleşiler sırasında özgürlük konusu gündeme geldi. Öğrenciler şu soruyla çok ilgiliydi: “Sosyalizm bireysel özgürlüklerin askıya alınmasına mı ihtiyaç duyar?”
Sağcılar, özgürlük kavramını kendilerine mal olacak şekilde biçimlendirmeyi ve onu sınıf mücadelesi içinde sosyalistlere karşı bir silah olarak kullanmayı başardılar. Onlar dediler ki bireyin sosyalizm ya da komünizm tarafından uygulanan devlet kontrolüne boyun eğmesinin ne pahasına olursa olsun engellenmesi gerekir.
Benim cevabım ise özgürleştirici bir sosyalist projenin bir parçası olarak bireysel özgürlük fikrinden kesinlikle vazgeçmememiz gerektiği. Bireysel hak ve özgürlüklerin kazanılması, böylesi bir özgürlük mücadelesinin merkezi hedeflerinden birisi. Ancak bunun başarılması için gereken ön koşul, her birimizin potansiyel yeteneklerimizi gerçeğe dönüştürebileceğimiz imkanlara sahip olacağımız bir toplumu kolektif bir biçimde inşa etmek.
MARX VE ÖZGÜRLÜK
Marx’ın bu konuda değindiği birkaç ilginç nokta var. Bunlardan birisi, “özgürlük alanı ancak zorunluluk alanının bittiği yerde başlar”. Eğer karnınızı doyuramıyorsanız; sağlık, barınma, ulaşım, eğitim vb. hizmetlere ulaşımınız yoksa özgürlük bir anlam ifade etmez. Sosyalizmin görevi ise insanların hayatlarında tam olarak ne yapmak istiyorlarsa onu yapmakta özgür olmaları için bu temel ihtiyaçların karşılanmasını sağlamaktır.
Sosyalist dönüşümün son noktası, bireysel yeteneklerin istekler, ihtiyaçlar ve diğer politik ve toplumsal sınırlardan tümüyle arındığı, özgürleştiği bir dünyadır. Bireysel özgürlük algısının sağ siyasetin tekelinde olduğunu kabul etmektense, özgürlük fikrini sosyalizm mücadelesi için yeniden kazanmaya çabalamalıyız.
Ancak Marx ayrıca özgürlüğün iki ucu keskin bir bıçak gibi olduğunu belirtmiştir. Ona göre kapitalist bir toplumda yaşayan emekçilerin özgürlüğü iki anlam taşır. Emek piyasasında kendi emek güçlerini istedikleri bir kimseye özgürce sunabilirler ve bunu yaparken ortaya konan anlaşmanın koşulları hakkında pazarlık yapabilirler.
Fakat aynı zamanda özgür değillerdir çünkü üretim araçlarına ulaşmaktan ya da onların üzerinde kontrol sahibi olmaktan “kurtarılmışlardır”. Bu yüzden de yaşamlarını sürdürebilmek için emek güçlerini kapitaliste teslim etmek zorundadırlar.
Özgürlüğün iki yüzünü meydana getiren unsurlar bunlardır. Marx için bu durum, kapitalizm koşullarında özgürlüğün temel çelişkisidir. Kapital’deki iş günü üzerine olan bölümde sorunu şöyle koymuştur:
Kapitalist emekçiye şunu söyleme özgürlüğüne sahiptir: “Ben seni tam olarak benim tarif ettiğim işi mümkün olan en uzun çalışma saatleri içinde ve mümkün olan en düşük ücret karşılığında işe almak istiyorum. Bu, seni işe alırken senden istediğimdir.” Kapitalist bir ekonomide sermayedar bunu yapma özgürlüğüne sahiptir çünkü bildiğimiz gibi bu toplum şunun ya da bunun için fiyat belirlenmesiyle alakalıdır.
Bununla birlikte işçi de şöyle söylemekte özgürdür: “Beni günde 14 saat çalıştırma hakkına sahip değilsin. Benim emek gücümle istediğini yapma hakkına, hele ki bu benim yaşam süremi kısaltıyor ve benim sağlığımı tehlikeye atıyorsa, sahip değilsin. Ben yalnızca insanca bir ücret karşılığında insanca bir iş yapmak istiyorum.”
Kapitalist ekonominin doğası gereği kapitalist de işçi de kendi taleplerinde haklıdırlar. Yani, der Marx, ikisi de piyasa güçlerini yönlendiren değişim yasası gereğince eşit derecede haklılar. Eşit derecede haklı olanlar arasında belirleyici olan güçtür. Sermaye ve emek arasındaki sınıf savaşımı anlaşmazlığı karara bağlar. Çıkacak sonuç ise sermaye ve emek arasındaki, kimi zaman zor kullanımını ve şiddeti gerektiren güç ilişkilerine bağlıdır.
İKİ UCU KESKİN BIÇAK
Özgürlüğün iki ucu keskin bıçak olarak tasviri daha fazla tartışılması gereken öneme sahip. Konuyu detaylandıran en önemli makalelerken birisi Karl Polanyi’ye ait. Büyük Dönüşüm (The Great Transformation) kitabında Polanyi özgürlüğün iyi ve kötü biçimlerinin olduğunu ortaya koyar.
Özgürlüğün Kötü Biçimleri başlığında, bir başka insanı sınırsızca sömürme, topluma sunulan hizmetle aşırı derecede orantısız büyüklükte kazanç elde etme, teknolojik gelişmelerin toplum yararına kullanılmasını engelleme, bir kısmı kişisel çıkar için kasıtlı olarak üretilmiş olan toplumsal ya da doğal felaketler üzerinden kar elde etme özgürlüklerini sıralar.
Ancak, diye devam eder Polanyi, bu özgürlüklerin müsebbibi olan piyasa aynı zamanda çok değer verdiğimiz özgürlükleri üretmiştir: Düşünce özgürlüğü, ifade özgürlüğü, toplantı düzenleme özgürlüğü, örgütlenme özgürlüğü, kişinin yapacağı işi seçme özgürlüğü.
İkinci kategorideki özgürlükleri el üstünde tutsak da onlar, kötü tipte özgürlüklerin ortaya çıkmasına sebep olan ekonomik düzenin büyük ölçüde yan ürünleridir. Neoliberal düşüncenin günümüzdeki hegemonyası ve mevcut siyasal iktidarlar tarafından özgürlüğün nasıl sunulduğu düşünülünce, Polanyi’nin bu ikiliğe sunduğu çözüm bir hayli ilginçtir.
Polanyi şunu söyler: “Pazar ekonomisinin aşılması” –yani onun ötesine geçilmesi– “daha önce örneği görülmemiş bir özgürlükler çağının başlangıcı olabilir.” Piyasa ekonomisini geride bıraktıktan sonra gerçek özgürlüğün başlayacağı ifadesi oldukça şaşırtıcı. Bu ifadeden sonra devam eder:
Yasal ve gerçek özgürlükler geçmişte olduğundan çok daha geniş ve çok daha genel hale getirilebilir. Kurallar ve denetim sadece bir azınlık için değil, herkes için özgürlüğü getirebilir – temelde kusurlu, ayrıcalığın uzantısı olan değil, politik alanın dar kalıplarının ötesine, toplumun örgütlenme biçiminin kendisine uzanan yerleşik bir hak olarak özgürlük. Böylece eskiden devralınan haklar ve özgürlükler, sanayi toplumunun herkese sunduğu güvence ve boş zaman sayesinde ortaya çıkacak yeni özgürlüklere eklenecektir. Böyle bir toplum hem adil hem de özgür olmayı başarabilir.
ADALET OLMADAN ÖZGÜRLÜK
Bu noktada, adalet ve özgürlük temeli üzerinde yükselen bir toplum fikri bence 1960’lardaki öğrenci hareketi ve 68 Kuşağı'nın politik hedefiydi. Hem adalet hem de özgürlük için geniş çapta bir talep vardı: Devlet baskısından özgürlük, kurumsallaşmış sermayenin baskısından özgürlük, kapitalist pazarın baskısından özgürlük ve bununla beraber karakteristik bir özellik olarak toplumsal adalet talebi.
Bu taleplere 1970’lerde düzen siyasetinin verdiği yanıt ilgi çekiciydi. Bu talepler üzerine çalışmayı bir şarta bağladı. Dediği şey fiilen şuydu: “Özgürlükler konusunda (kimi şerhlerle de olsa) size teslim oluyoruz ama adaleti unutun.”
Özgürlükler konusunda verilen tavizler sınırlandırıldı. Çıkan sonuç büyük ölçüde piyasa mekanizmaları içinde bir seçim özgürlüğüydü. Devlet denetiminden özgürlük ve serbest piyasa özgürlük sorununa verilen yanıtlardı. Ancak adaleti unutun. O, güya herkesin hakkını kesin olarak alacağı şekilde düzenlenmiş pazardaki rekabet tarafından belirlenecekti. Sonuç ise gerçek özgürlüklerin yerine pek çok kötü özgürlüğün (örneğin başkalarını sömürme) zincirlerinin kırılması oldu.
Bu yönelim Polanyi tarafından da açık bir şekilde fark edilmişti. Geleceğe dönük vizyonu karşısında bir engel olduğunu gördü ve bu engeli “liberal ütopyacılık” olarak ortaya koydu. Bana kalırsa bugün hala liberal ütopyacılığın ortaya çıkardığı sorunlarla karşı karşıyayız. Bu öyle bir ideolojik yaklaşım ki medyaya ve siyasi söylemlere nüfuz etmiş durumda.
Örneğin (ABD’deki) Demokrat Parti, gerçek özgürlüğe ulaşmamızın önündeki engellerden birisi. “Planlama ve denetim,” diye yazıyor Polanyi, “özgürlüklerin reddi denilerek saldırıya uğruyor. Girişimcilik ve özel mülkiyet özgürlükleri özgürlüğün temeli olarak sunuluyor.” Bu görüş neoliberalizmin ideologları tarafından ortaya konmuştu.
PİYASANIN ÖTESİ
Bana göre bu, günümüzün en önemli problemlerinden birisi. Piyasa tarafından sınırlanan özgürlüklerin ve hayatlarımızın arz-talep yasalarıyla şekillenmesinin ötesine geçecek miyiz yoksa Margaret Thatcher’ın söylediği gibi başka bir alternatif mümkün değil mi? Devlet kontrolünden sıyrılmış ama piyasaya köle olmak… Bunun karşısında bir seçenek yok, bunun ötesinde özgürlük yok. Sağ siyaset bunu vaaz veriyor ve pek çok insan buna inanıyor.
Bugünkü durumumuzun açmazı bu olsa gerek: Gerçek özgürlüğe ulaşmanın önünde bir engel olan liberal ütopyacı ideolojiyi gene özgürlük adına kabul ettik. Ancak ben eğitim almak isteyen bir insanın bunun için saçma miktarda para ödemek zorunda olduğu ve belirsiz bir geleceğe uzanan bir borcun altına girdiği bir dünyanın özgür bir dünya olduğunu düşünmüyorum.
1960’larda Britanya’da barınma ihtiyacının büyük bir bölümünü kamu sektörü karşılıyordu, yani konutlar sosyal konutlardı. Gençliğimde sosyal konutlar bir ihtiyacın makul seviyede düşük fiyatlarla karşılanmasına yarıyordu. Daha sonra ise Margaret Thatcher geldi ve bunların hepsini özelleştirdi ve şunu söyledi: “Eğer mülk sahibi olursanız çok daha özgür olacaksınız ve mülk sahibi olunan bir demokrasinin gerçek bir parçası haline geleceksiniz.”
Böylece bir anda yüzde 60’ı kamu sektörüne ait olan konut sektöründen sadece yüzde 20’sinin –belki de daha azının– kamu tarafından karşılandığı bir konut sektörüne doğru ilerliyoruz. Barınma bir meta haline geliyor ve meta vurguncu bir etkinliğin parçası oluyor. Bir spekülasyon aracı olduğu ölçüde ise mülk fiyatları artıyor ve üretimde gerçek bir artış olmaksızın artan konut fiyatlarıyla karşı karşıya kalıyorsunuz.
Şehirler inşa ediyoruz, evler yapıyoruz ancak bunlar üst sınıflara müthiş bir özgürlük sağlarken nüfusun geri kalanı için gerçek bir tutsaklık oluşturuyor. İşte Marx’ın özgürlük alanına ulaşabilmek için zorunluluk alanının ortadan kalkması gerektiğini dile getirdiği meşhur ifadesi benim için bunu ifade ediyor.
ÖZGÜRLÜK ALANI
Bu yolla piyasa temelli özgürlükler ihtimalleri kısıtlıyor ve buradan hareketle bence sosyalistler tam da Polanyi’nin önerdiği gibi hareket etmeli; yani özgürlüğe, insani barınma koşullarına ulaşma sorununu toplumsallaştırmalıyız. Onu basitçe piyasanın sorunu olmaktan çıkarıp toplumsal alana taşımalıyız. Kamuya ait konutlar bizim sloganımız olmalı. Bu, mevcut düzen içinden çıkacak sosyalist fikirlerden yalnızca birisi – meseleleri toplumsal bir zemine taşımak.
Sürekli söylenenlere bakacak olursak sosyalizme ulaşmak için benliğimizi bir kenara bırakmalı, bir şeylerden feragat etmeliyiz. Doğrusunu söylemek gerekirse, evet, bunun doğru tarafları olabilir; ama Polanyi’nin ortaya koyduğu gibi, bireyci kapitalist özgürlüklerin acımasız gerçekliğinin ötesine geçtiğimizde kazanacağımız çok daha büyük bir özgürlük var.
Benim Marx okumama göre bireysel özgürlükleri en ileri düzeye çekme görevimiz var ama bu yalnızca zorunluluk ve ihtiyaç alanını kontrolümüz altına aldığımız zaman gerçekleşebilir. Sosyalist bir toplumun görevi kesinlikle toplumda olan her şeyi düzenlemek değildir. Sosyalist bir toplumun görevi tüm temel ihtiyaçların –ücretsiz olarak– karşılanmasını garanti altına almaktır ki böylelikle insanlar istedikleri zaman istedikleri şeyi yapabilsinler.
Şu anda herhangi birisine, “Ne kadar boş zamanın var?” diye sorsanız alacağınız cevap, “Neredeyse hiç boş vaktim yok. Tüm zamanım şununla bununla dolu” olacaktır. Eğer gerçekten özgür olduğumuz bir dünya istediğimiz şeyleri yapacak boş zamana sahip olduğumuz bir dünyaysa, özgürleştirici bir sosyalist proje, temel politik görevlerinden birisi olarak bunu öneriyor. Bu hepimizin uğrunda mücadele edebileceği ve mücadele etmek zorunda da olduğu bir görev.
Kaynak: Jacobin
ÇEVİRİ | Küresel Kuzey’in* sol medyası Bolivya’daki sağcı darbenin yollarını nasıl döşedi
Morales’in görevden alınmasından hemen sonra, Özgürlüğe Doğru gazetesi bazı Bolivyalı ve Latin Amerikalı entelektüellerin görüşlerini yayımladı; darbenin gerçekliğinin önemini azaltarak, Morales hükümeti ile faşist sağın eşdeğer tutulduğu bir duruş sergiledi. Aynı gazetenin başka makaleleri, hükümeti yolsuzlukla suçlayarak gelmekte olan darbenin meşrulaştırılmasında rol oynadı. Tarafsızlar hareketiyle tarihsel bağı olan Vermont-temelli bu kuruluş, darbeye açıkça karşı çıkan alternatif Bolivya değerlendirmelerine ise yer vermedi.
28-10-2020 01:13

Yazar: Lucas Koerner
Çeviren: Alper Önsu
Çevirenin notu: Elinizdeki çeviri 2019 yılından. Bolivya’daki darbenin sokak mücadelesiyle geriletilmesinin ve devamında gelen seçim yenilgisinin ardından medyanın çeşitli kanatlarından farklı yorumlar son derece hızlı bir şekilde tekrar hayatımızda yer almaya başladı. Bu yazıyı çevirmekteki hedefim dünya uluslarının ilerleme mücadelelerine soldan yapılacak ve çok kez haklı da olabilecek eleştirilerin, merkez medyada yaratılan algıdan beslenmesi durumunda halklar için her zaman felaket anlamına gelmiş dış müdahalenin önünü açabileceğini örnekleriyle gösteriyor olmasıdır. Özellikle de tarihin sonunu ilan etmiş emperyalist sistemin dengesini bozacak ülkelerle alakalı haberlerin sorgulanmasının, daha iyi bir dünya hayal eden tüm insanlar için bir zorunluluk olduğunu düşünmekteyim. Keyifli bir okuma olması dileğiyle.
Cesur yeni dünyamızın karma savaşlarında, büyük medya, cephanesini Batı’nın emperyalist ideolojisinden alan ağır top rolünü oynuyor. “Saygın” merkez medyanın, Küresel Güney’deki ilerici ve/veya anti-emperyalist hükümetleri iftira ile karışık karalama kampanyalarıyla bombardıman etmediği bir gün dahi geçmiyor.
Bütün bu çabaların ortak amacı Batı’nın dikte ettiği kurallara uymayacak her hükümetin meşruiyetini bozarak, askeri darbelerin, katliama benzeyen sonuçlar üreten ekonomik ablukaların, vekalet savaşlarının ve hatta topyekûn işgalin önünü açmak. ABD sponsorluğunda Bolivya’da düzenlenmiş darbe tam bu noktada eğitici bir vaka çalışması olarak önümüzde. Batı medyası düzenli aralıklarla büyük bir farkla tekrar seçimini kazanmış yerli Başkan Evo Morales’in demokratik ehliyetini sorgulayarak askeriye tarafından görevine son verilmesine giden yolun taşlarını döşemiştir.
Kurumsal medya Morales’e düzenlediği bu saldırılarında yalnız bırakılmadı. Küresel Kuzey’deki “ilerici ve alternatif” medya da uzun zamandır Bolivya’da görevden alınan Sosyalizme İlerleme Hareketi (MAS) hükümetini “soldan” gelen bir eleştiri olma iddiasıyla baskıcı, kapitalizm yanlısı ve doğa karşıtı olmakla suçlamakta. Bu eleştiriler, niyetleri ne olursa olsun, batı ülkelerinin dışarıda yarattığı yıkımın karşısında halihazırda cılız kalmış muhalefetin daha da zayıflatılmasıyla sonuçlandı.
DARBENİN ETRAFINDAN DOLANAN TARTIŞMALAR
10 Kasım darbesinin sabahında kurumsal gazeteler, beklendiği üzere, toplumun manipülasyonunda rol oynadı, faşist darbenin “demokratik geçiş” olarak sunulması için elinden geleni yaptı.
Şaşırtıcı değil. Şaşırtıcı olan darbeye keskin bir şekilde karşı çıkması ve Evo Morales’in yeniden başa geçirilmesi için ikirciksiz bir tavır alması beklenen ilerici Batı haberciliğinin aldığı tutumdur.
Ürkütücü sayıda gazeteci bekleneni yapmamayı tercih etti.
Morales’in görevden alınmasından hemen sonra, Özgürlüğe Doğru gazetesi bazı Bolivyalı ve Latin Amerikalı entelektüellerin görüşlerini yayımladı; darbenin gerçekliğinin önemini azaltarak, Morales hükümeti ile faşist sağın eşdeğer tutulduğu bir duruş sergiledi. Aynı gazetenin başka makaleleri, hükümeti yolsuzlukla suçlayarak gelmekte olan darbenin meşrulaştırılmasında rol oynadı. Tarafsızlar hareketiyle tarihsel bağı olan Vermont-temelli bu kuruluş, darbeye açıkça karşı çıkan alternatif Bolivya değerlendirmelerine ise yer vermedi.
Diğer ilerici kurumlar doğru bir biçimde Morales’in görevden alınışını darbe olarak tanımladı ancak “nüans” olması amacıyla yerli liderin demokratik meşruiyetini sorgulayıcı yazılar yayımlamaktan kaçınmadı.
Darbeyi kınamasına ve seçimlerde hile yapıldığına dair temelsiz iddiaları bir kenara itmesine rağmen NACLA Amerika Kıta Raporu yayın kurulu, Morales ve MAS ile dayanışmadan ekseriyetle kaçındı. Tam aksine, MAS’ı değişimini tamamlayamamış olduğu şeklinde eleştirerek bunun sebebini “ilerici değerlerin zamanla aşınması”, “erkek egemenliğin, prebendal** yönetimin bitirilmemesi” olarak belirtti. NACLA darbeyi kınarken dahi çekinik davrandı; önce “MAS’ın buradaki rolü ve tarihsel politik hesap hataları” vurgulandı, “sağcı rövanşizmin, oligarşi güçlerinin, dış aktörlerin ve son olarak askeriyenin oynadığı rolünden” bahsedildikten sonra nihayet “bir darbeye tanık olduğumuz” söylenebildi.
NACLA tarafından daha sonra yayımlanan bir makalede ise, Morales’in görevden alınmasının bir askeri darbeye tekabül edip etmeyeceğini tartışmak tercih ediliyordu. Bunu yaparken de OAS’ın seçim hilesi iddialarının temelsizliği görmezden geliniyor, faşist sağın sergilediği ırkçı şiddet, ülkedeki “kutuplaşmaya" bağlanıyordu. Yazarlardan, Linda Farthing ve Olivia Arigho-Stiles, Morales’in görevden alınmasının demokrasi için iyi mi kötü mü olduğunu değerlendirmenin "karmaşık" bir konu olduğu şeklindeki tuhaf iddiayı öne sürdüler.
Aynı zamanlarda, Verso internet sitesinde Forrest Hylton ve Jeffrey Webber ile yapılan bir röportajda, Morales'in demokratik yetkisine saygı gösterilmesi bir yana tüm dünyanın solcuları da "Bolivyalıların kendi kaderini tayin hakkı konusunda ısrar etmeye" çağrılıyordu. Darbeyi görmezde gelen bu tutumlarının yanında, Morales’i eleştirmekten ise hiç kaçınmadılar.
Bu anlatılanlar, az sayıda karşı örneğin yanında ilerici olarak tanımlanan yayınların geçtiğimiz aylar ve yıllar boyunca Bolivya karşısında aldığı tutumun özetini oluşturmaktadır.
BİR EKOLOJİ KATİLİNİN ÜRETİLMESİ
Çoğu yayıncı 20 Ekim seçimlerine giden yolda, Brezilya’da ve Bolivya’da devam eden tropikal orman yangınları üzerinden Morales ile aşırı sağcı Başkan Jair Bolsonaro arasında haksız eşdeğerlikler çizdi veya çekingence benzer imalarda bulundu.
NACLA böylesi bir denkliği reddetmesine rağmen, "çıkarcı hükümetlerin” politikalarını Amazon ve ötesindeki yıkımı körüklemekle suçlamış, Küresel Kuzey ülkelerine çözüm için etkili bir "baskı" yapmanın sorumluluğunu yüklemiştir. Kuzeyin tarihsel olarak ödemesi gereken iklim borçlarını ise vurgulamamayı tercih etmiştir.
Başka haber kaynakları bu derece bile incelikli davranmadılar. Birleşik Krallık merkezli Novara Medya yazarı Claire Wordley, Morales hükümetini Brezilya’daki Bolsonaro ile açıkça kıyaslayarak MAS politikalarını "Morales'in nefret ettiğini iddia ettiği kapitalistlerinki kadar sömürücü ve zarar verici" olarak nitelendirmeyi tercih etti. Daha da kötüsü, Batı destekli bir rejim değişikliği ajanı olduğu bilinen Jhanisse Vaca-Daza’nın yazıları üzerinden, Morales hükümetinin yangınları ele alış biçimi kötülendi.
Truthout ise bu abartılı iftiraları yeni bir boyuta taşıdı; Morales'i Bolsonaro'ya benzetmenin ötesinde, Bolivya liderini "soykırım" yapmakla suçladı. Yazarlarından Manuela Picq, yerli başkanı “doğanın katili” olarak damgalayan isimsiz “Bolivyalıları” alıntılayarak “Evo Morales uzun süre yeşil oynadı, ancak hükümeti son derece sömürgeci… tıpkı Brezilya'daki Bolsonaro gibi” çıkarımında bulunuyor. Beklendiği üzere Picq, Batılı solcuların emperyalist siyasi-ekonomik ilişkileri değiştirmedeki başarısızlığının Küresel-Güney ülkelerinin doğal kaynak sömürüsünde süregiden bağımlılığına nasıl katkıda bulunduğuna dair hiçbir analiz sunmuyor.
Morales'e yönelik "çıkarcı" eleştirileri pek de yeni değil, başlangıcı Isiboro Güvenli Yerli Bölgesi ve Milli Parkından (TIPNIS) geçecek bir otoyol inşa etme konusundaki tartışmalı 2011 planına dayanıyor. Federico Fuentes'in Green Left Weekly'de (NACLA'da da yayımlanmıştır) belirttiği gibi, bu çatışmanın çıkarıcılık/anti-çıkarcılık çerçevesinde ele alınması, emperyalizmin politik ve ekonomik boyutlarının belirsizleştirmesine hizmet etti.
Tepkiler büyük ölçüde projenin kendisinden ziyade, seçilen rotaya dair olsa da otoban planının önemli bir iç muhalefet yarattığı gerçeği inkâr edilemez. Ancak protestoların arkasındaki ana örgütün (Confederación de Pueblos Indígenas de Bolivia) Washington tarafından finanse edildiği ve sağcı Santa Cruz oligarşisi tarafından desteklendiği de göz ardı edilmemeli.
Kamuoyunda iyi bir şöhrete sahip olmayan USAID (Amerika Birleşik Devletleri Uluslararası Kalkınma Ajansı) tarafından Confederación örgütüne sağlanan finansman yaygınca bilinirken, birçok ilerici kuruluş (NACLA, ROAR, In These Times, Viewpoint Magazine) bu gerçeği raporlarından çıkarmayı tercih etti. Yayınların büyük çoğunluğu, olası bir dış müdahaleden bahsedildiği zaman bunun Morales hükümetinin dayanaksız bir iddiası olduğunu dillendirdi.
Bunun en çarpıcı örneği ROAR tarafından yapılmıştır. MAS’ın "otoriter" suiistimallerinin listesini detaylandırırken "TIPNIS protestolarındaki STK’ların özgürlüğün engellendiği” belirtilmiş, içerisindeki organize yapının yerli ve yabancı sağ gruplarca açıkça desteklendiğindense bahsedilmemiştir.
Emperyalist ülkelerin ajandalarının bu şekilde aklanması, Morales'in "fakirlere destek veren ancak çevreden de alan" iki yüzlü bir "diktatör" olarak kaba bir şekilde karikatürize edilmesine yol açıyor (In These Times).
PASİF DAYANIŞMA MI?
Pek çok ilerici yayın kuruluşu tarafından yapılan MAS'ın sosyalist kuruluştaki beklentileri karşılamadığı dolayısıyla”çıkarcı olduğu” eleştirisi, daha genelleştirilmiş bir suçlama olarak öne çıkmaktadır.
Jacobin yazarlarından Jeffrey Webber, MAS'ın meşruiyetini "Yaptığı talanların yanında nispeten küçük kalan bağışlarla kazandığı" eleştirisinde bulunmakta ve devamında hükümeti "iki yüzlü bir devlet yönetimi” sergilemekle suçlamaktadır. Yukarıdan aşağıya gerçekleşen "pasif devrim" söylemlerinin arkasında, "baskıcı" bir devletin "muhalefeti ikna edemediği yerde zorlayarak... uluslararası şirketleri savunmak için ideolojik bir aygıt inşa edilmesi” olduğunu ortaya atmıştır.
Uzun zamandır Webber tarafından öne sürülen, Bolivya’daki MAS hükümetinin temel mirasının “yeniden yapılandırılmış neoliberalizm” olduğu argümanı, Morales'in yönetiminde sınıf dengelerindeki değişikliklere işaret eden eleştirmenler tarafından sorgulanmaktadır.
Webber’in iddialarının ampirik doğruluğu veya yanlışlığını bir kenara alırsak, Batı’nın emperyalist devletlerinin Bolivya’daki sömürünün yeniden üretilmesindeki ve toplumsal ilerlemenin kısıtlanmasındaki rollerine hiç yer ayrılmamış olması dikkat çekicidir.
Bu çıkarımdan ziyade, odaklanılan konu her zaman, MAS’ın “sermaye adına” sinsice yürüttüğü bir ajandası olduğu iddiası olmakta, Batılı solcuların anti-emperyalist mücadelelerindeki yetersizliğe pek sıra gelmemektedir. Bu yetersizlik, Küresel Güney’in devrimlerinde yaşanan sıkıntıların açıklanmasında asla bağımsız bir değişken olarak öne çıkmamaktadır.
Bu tek taraflı siyasal analiz, "neoliberal" MAS ile sağcı muhalifleri politik alanda eşitlemenin yolunu açmıştır. Webber'in ifadesiyle, Morales “özel mülkiyet ve mali işler konusunda sağ kanattan daha iyi bir gece bekçisi olmuştur".
Bu tür satırlar, faşist vahşet tarafından her türlü sağ/sol denkliğinin bir rüzgârla savurduğu bu darbeye şiddetle karşı çıkan Jacobin okurlarına şaşırtıcı gelebilir. Ancak, verilen hasar çoktan etkisini göstermiştir.
ANTİ-EMPERYALİST HESAPLAŞMA
Küresel Kuzey’de solun tekrar dirilişiyle ilgili tüm konuşmalara rağmen, anti-emperyalist hareketlerin 15 yıl öncesinin Irak Savaşı dönemine kıyasla çok daha zayıf olması büyük bir paradokstur.
Libya’dan Suriye'ye, Haiti’den Honduras'a kadar Batı emperyalizminin müdahalelerine karşı iç muhalefetin yokluğunun etkilerini Bolivya'daki darbede de Venezuela'ya yönelik saldırıların devam ediyor olmasında da görebiliyoruz.
Batı’nın ilerici medyasında Morales hükümeti ve bölgedeki sol eğilimli muadillerinin ele alınışının da uluslarası dayanışmadaki bu eksikliğin onarılmasına katkı koymadığı açıktır. Tercih edilen yayıncılık tutumu, Morales’in iklim değişikliği ve Filistin’in özgürlüğü konularındaki açık savunuculuğu da düşünüldüğünde, özellikle rahatsız edicidir.
Bu metnin amacı tabii ki Morales'e veya MAS'a yönelik eleştirilerin yasaklanması değildir. Nitekim, Bolivya ve Venezuela gibi yerler düşünüldüğünde, sol medyanın görevi hem içerik hem de biçim olarak anti-emperyalist olduğu bilinen hareketlerin ve devletlerin taban örgütlerinin analizini ve eleştirisini üretmektir. Ancak, siyasi sürece özgü çelişkiler (örneğin TIPNIS tartışması) emperyalist sistemin parametrelerinden bağımsız ele alınmamalıdır. Devletlere ve siyasi süreçlere yönelik eleştirilerinin yoğunluğu ne olursa olsun batının ilerici medyasının, Küresel Güney hükümetlerini Batı’nın dış müdahalelerine karşı açıkça savunan bir pozisyona sahip olması gerekmektedir.
Jeremy Corbyn ve Bernie Sanders'ın Bolivya'daki darbeye karşı aldıkları sağlam tutumlar, siyasi cephede umut verici başlangıçlardır. İlerici medyanın görevi kendini imparatorluğa (emperyalizme) karşı etkili bir direnişe adamış gerçek bir alternatif gazetecilik üretmektir.
*Çevirenin Notu: Küresel Kuzey kavramı tüm farklılıklarına rağmen emperyalist sistemin devamlılığından çıkar sağlayan Kuzey Amerika ve Avrupa ülkeleri için kullanılırken, Küresel Güney bu sistemden kurtulmanın çıkar ortaklığına sahip uluslar için kullanılmaktadır.
** Prebendal sistem, devlet aygıtına seçilmiş ve atanmış yöneticilerin, ülkenin gelirlerini destekçileriyle, benzer etnik ve/veya dini kökenden insanlarla paylaşılmasını kapsayan yönetim biçimidir. Çevirenin notu: Morales’in Bolivya’nın yerli halklarını destekleyen politikaları veya Papa ile verdiği pozlar dolayısıyla bu argümanın öne sürüldüğünü düşünüyorum.
Koerner L. “How the Global North’s Left Media Helped Pave the Way for Bolicia’s Right Wing Cup”, FAIR, 10 Aralık 2019,
ps://fair.org/home/how-the-global-norths-left-media-helped-pave-the-way-for-bolivias-right-wing-coup/
ÇEVİRİ | Darbe başkanı Bolivya seçimlerinden çekildi
Anketler Morales’in partisinin ilk turu kazanacağını gösteriyorken darbe başkanı Janine Anez Bolivya’nın başkanlık seçimlerinden çekildi.
25-09-2020 15:59

Çeviren: Güven Güngör
Bolivya’nın darbe sonrası başa gelen devlet başkanı Jeanine Anez, anketlerin yüzde 5 oyu ancak geçebildiğini göstermesinden sonra gelecek ayın başkanlık seçimlerden çekildi.
Geçen kasım ayında, ordunun, adil seçimlerle tekrardan seçilen başkan Evo Morales’i indirip kendisini atadığı Anez, bütün anketlerin birinci gösterdiği Morales’in Sosyalizme Doğru Hareket’i (MAS) karşısında “demokrasiyi savunan bir kazananın olması için” çekildiğini söyledi.
Bu haftaki anketler MAS’ın adayı Luis Acre’nin ilk turu 38.5 puan ile, geçen sene ilk turda 47 puanla kazanan ve muhalefetin reddettiği Morales’ten daha az bir oy oranı ile, kazanacağını gösteriyordu.
Ancak, ikinci sıradaki eski devlet başkanı Carlos Mesa’nın yüzde 12.9’luk puanı göz önünde bulundurulduğunda, Acre’nin oyu diğer bütün adaylardan en az 10 puan daha fazla olduğu için, bu durum seçimi ikinci tura bırakmıyordu.
Geçen kış askeri darbenin takip ettiği şiddetli isyanları organize eden ve darbe sırasında çok iyi bilindiği gibi başkanlık sarayına saldırıp yerli Bolivyalıların Pachamama sembolünü alaşağı eden faşist paramiliter lider ve milyoner Luis Camacho ise üçüncü sırada yer alıyordu.
Anez hiçbir adaya açıktan desteğini de ifade etmedi ancak [oyların bölünmemesi için] sağ kanadın tek bir aday etrafında toplanması gerektiğini söyledi.
Fakat adaylık yasağı olan Morales ise “Anez ve hükümeti hızla kötüye gidiyor. 18 Ekim’de demokrasiyi kurtaracağız ve krizi yeneceğiz.” dedi.
Bolivya’nın kamu denetçisi geçen hafta Perşembe günü yayınladığı raporda, ilk haftalarında Morales’in devrilmesine karşı çıkan çoğunluğu yerli birçok sayıda insanı öldüren Anez hükümetinin insanlık suçlarına işaret ediyor.
Sadece darbeye karşı eylem yaptıkları için polis tarafından tutuklanan çok sayıda insandan bahsederken, özellikle işkence edilen ve öldürülen MAS destekçilerinin vakalarını detaylandırılıyor ve La Paz’ın kenar mahalleleri Sacaba ve Senkata’daki 20 kişinin “infazını” anlatıyor.
Bu suçlar, “geçici hükümetin bilgisi, emirleri ve direktifleri dahilinde sistematik bir biçimde sivil halka karşı işlenmiştir” ifadeleri yer alıyor.
Morales bu rapor bağlamında Anez’in yarıştan çekilmesinin, hükümetinin işlediği suçlar nedeniyle “cezasızlık müzakeresi” yapmayla birlikte sağ kanadı da birleştirme ihtiyacından doğduğunu öne sürüyor.
Kapitalizm yine krizde
Kriz kapitalist yeniden üretimin zorunlu koşuludur. Sermayenin bu krizlerin üstesinden nasıl geleceği ve daha da önemlisi sürekli kriz yaratan bu sistemin nasıl alaşağı edileceği önemli sorulardır. Dünyanın adil, akılcı ve sürdürülebilir bir medeniyete dönüştürülmesini sağlamak için bizi klasik anlatıların ötesine taşıyacak analizlere ihtiyacımız var. David Harvey, On Yedi Çelişki ve Kapitalizmin Sonu’nda işte bu ihtiyaca cevap veriyor.
13-09-2020 00:04

Zilan Yıldırım
1929’da borsanın çöküşüyle başlayan kriz, 1930’ların Büyük Bunalım’ı, ardından altı yıl süren dünya savaşı sonrası sona erdi ve henüz 60’lar bitmemişken tekrar gün yüzüne çıktı. 68 olayları ve reel sosyalizm deneyimiyle sermaye tüm çelişkilerinin ve bu çelişkilerin yarattığı krizlerin ekonomik ve toplumsal çıktılarıyla istikrarsızlığını yeniden kanıtladı. Tartışmasız 20. yy’ın son çeyreği kapitalizm için kendini yeniden biçimlendirme, krizlerinin üstesinden bir şekilde gelme uğraşısıyla kapandı. Ancak 2008’de iflas eden bankalarla ve yaşanan mali çöküşle bu çelişkiler tekrar gün yüzüne çıktı. Hatta 2020 yılının başlarında hayatımıza giren pandemi beraberinde getirdiği uzun süreli ‘’hareketsizliği’’ ve sağlık sistemlerinin bir bir çöküşüyle kapitalizm tekrar çelişkilerinin esiri oldu. Halbuki neoliberal politikalar tam da bu problemlerin ve krizlerin çözümü için türetilmiş ve tüm ekonomik, politik ve kültürel alanlara sızdırılmıştı. David Harvey’in bu eseri de tam olarak sermayenin bu çelişkilerini madde madde gözler önüne seriyor.
David Harvey, 1935’te İngiltere’de doğmuştur. Cambridge Üniversitesi’nde coğrafya alanında doktorasını yapmış, daha sonrasında Bristol Üniversitesi ve Johns Hopkins Üniversitelerinde çalışmıştır. Harvey beşeri bilimler alanında dünyada en çok atıf yapılan 20 yazar arasındadır. 2001’de City University of New York’ta çalışmaya başlayan yazar ‘’mekan’’ konusundaki çalışmalarıyla dikkat çeker. On Yedi Çelişki ve Kapitalizmin Sonu kitabı 2014 yılında yazılmış olup 2015’te Esin Soğancılar çevirisi ile Sel Yayınlarınca basılmıştır. Yazar, kitabın isminden de anlaşılacağı üzere on yedi madde ile sermayenin çelişkilerini kategorize etmiştir.
Şüphesiz ki canavarı överek göklere çıkaran metinler yerine kapitalist iktisadın ekonomik motorunun nasıl çeşitli hatalar içinde debelendiğini gösteren ve canavarın zayıf noktalarını işaret eden materyalist metinleri okumaya, sınıf bilincine sahip her bireyin ihtiyacı vardır. Marx’ın üç ciltlik Kapital’i de bu metinlerin ilk örneklerindendir. Ancak yazarın kitaba başlarken iki uyarısı vardır. İlki; okuyucuya sermayenin çelişkilerinden bahsedeceğini ve bunun bir bütün olarak kapitalizmle eşitlenmeyeceğinin altını çiziyor. Yani toplumsal cinsiyet, ulus-ırk, din gibi üst yapı ile ilgili konuların dışında ekonomik motorunu oluşturan alt yapının çelişkilerinin üzerinde duracağını söylüyor. Bu konuların ertelenecek konular olmadığını söyleyerek hakkını da veriyor ancak bunların kapitalizmin ekonomik motorunu oluşturan dolaşım ve birikim süreçlerinin başat ve yönetici rolleri olmadığını da ekliyor ve sermayeyi ‘’kapalı bir sistem’’ olarak ele aldığını belirtiyor. Bir de dışarıda bıraktığı birçok çelişkinin orjininin kapitalizmden çok önce olduğunu söylüyor ve kapitalist toplum organizasyonunun özgül niteliklerini aşacağını da ekliyor. İkinci uyarısı ise var olan çelişkileri sınıf devrimi ile aşarak ekonomik eşitlik üzerinden yeni dünyayı kurma uğraşısı içinde olan devrimcilere.. Geleneksel sol dediği kesimin sağ cephenin ideolojik ve politik hücumlarıyla hırpalandığı yorumunu yapan Harvey reel sosyalizmin çöküşü ve çeşitli ‘yeni marksist’ görüşlerin ortaya çıkışıyla son kalan nüvelerin de kurumsal ya da örgütlü muhalefet kanallarının dışında faaliyet gösterdiğini söylüyor. Bu otonomcu, anarşist, yerelci perspektifleri eleştirerek şu yorumu yapıyor: ‘’Fakat bu sol, iktidarı almadan dünyayı değiştirmeye çalıştıkça, durmadan gücünü artıran plütokrat kapitalist sınıfın dünyaya serbestçe hükmetme becerisine meydan okuyacak hiçbir kuvvet şekillenemiyor. Yeni egemen sınıf, güvenlik ve gözetleme işlevlerini üstlenmiş bir devlet aygıtı tarafından destekleniyor ve bu devlet her türden muhalefeti anti-terörizm adı altında bastırmak amacıyla polis gücünü kullanmakta tereddüt etmiyor.’’
Harvey, bahsedilen çelişkileri üç ana kısıma ayırıyor. İlk yedisini “Temel Çelişkiler” olarak tanımlıyor ve bu çelişkilerin birbirlerinden yalıtılmış olmadığını hatta kenetlenmiş olduğunu söylüyor. Temel Çelişkiler’in her koşulda sermayenin sabit unsurları olduğunu söyleyen yazar sermayenin onlar olmadan işlevsiz kalacağını belirtiyor. İkinci kısmı da yazar “Hareketli Çelişkiler” olarak isimlendirmiş. Bu tür çelişkilerin de sabit olan tek yanının istikrarsız ve sürekli değişim halinde olması olarak anlatıyor. Bu tür çelişkilerin şimdi ki formundan bahsetmeden önce temel niteliğinin tanımlanması gerektiğini söylüyor ve bulunduğu tarihsel süreçten, geçirdiği evrimden bağımsız ele alınamayacağını belirtiyor. Son kısım olan “Tehlikeli Çelişkiler” için ise yazar, bu çelişkileri ‘’ölümcül’’ olarak niteleyenleri eleştirir. Çünkü bu çelişkilerin toplumsal bir hareketlilik ya da sermayenin önünü kesecek başka bir set olmaksızın yine sermaye tarafından üstesinden gelinebileceğinin altını çiziyor. Kendiliğinden bir çöküşün mümkün olmadığını belirtiyor. Ancak tehlikeli denmesinin sebebini de hem sermaye hem de insanlık için diğerlerine göre çok daha tehlikeli olduğunu söylüyor. Tabi bu tehlikeli tanımının zamana göre farklılık gösterebileceğinin de altını çizerek “Örneğin elli yıl önce bu kitabı yazsaydım tehlikeli çelişkiler şüphesiz çok farklı olurdu.” diye de ekliyor.
Yazıyı kitabın önsözünde bahsettiği katkı yapmasını istediği tartışmalara atıfla bitirmek isterim: ‘’Sermayenin geldiği noktayı, nereye doğru ilerliyor olabileceğini ve bu gidişat konusunda neler yapılabileceğini araştırabileceğimiz herkese açık bir foruma, tabiri caizse, bir küresel meclise ihtiyacımız var. Umarım bu kısa kitap tartışmalara bir katkı sağlar.’’
KÜNYE: On Yedi Çelişki ve Kapitalizmin Sonu, David Harvey, çeviri Esin Soğancılar, SEL Yayınları, 2015, 332 sayfa
Muzaffer İlhan Erdost'u andık...
Evet, Mamak’ta çığlıklar yükseliyordu. Aynı çığlıklar dalga dalga dağları tepeleri aşarak tüm ülkeye yayılıyordu. Bu çığlıklar kardeşin kardeşe değil, kardeşlerin tüm insanlığa duyurmak istediği çığlıklardı.
05-03-2021 01:03

Hasan Çerçioğlu
Muzaffer Erdost’la Türkiye İnsan Hakları Vakfı'nda birlikte çalıştık. Onun için Muzaffer Erdost’u yakında tanırım. O bir yazardı, bir düşünürdü, bir edebiyatçıydı bir şairdi. Ama esas işi yayıncılık yapmaktı.
1961 Anayasası özgürlükçü bir ortam yaratmıştı. Bu özgürlükçü ortamda ülkemizde devrimci bir dalga yükselmiş, sol ve sosyalizmin kapısı açılmıştı. Muzaffer İlhan Erdost, önce Sol Yayınevi’ni, sonra Onur Yayınevi’ni kurmuştu. Bilimsel sosyalizmin yayınlarını bu yayın evinde basıyor dağıtıyordu. O günkü özgürlük ortamında aydınlar ve gençler arasında sol dalga hızla yayılıyordu. Ama yayınevinde kitaplar basılır basılmaz iktidar tarafından toplatılıyor yayınları yapanlar en ağır cezalara çarptırılıyordu.
1961 anayasası özgürlük ortamı yaratmıştı ama Türk Ceza Kanunun 141 ve 142. maddeleri, çeşitli suçlar hakkında hükümler koymuştu. Bunlardan birincisi, bir yandan komünist cemiyetler kurulmasını suç saymış, öte yandan, anarşizmi, diktatörlüğü, ırkçılığı ve millî duyguları yok etmeği ve zayıflatmayı amaç edinen cemiyetleri yasaklamıştı. 142. madde ise, birincisine paralel olarak, komünizm, anarşizm, diktatörlük, ırkçılık propagandalarını ve millî duyguları yok etmeğe ve zayıflatmaya yönelen propagandayı cezalandırıyordu. Bu koşullarda bağımsızlık, demokrasi ve sosyalim mücadelesi sürdürmek oldukça zordu. Sosyalizm demek işçi sınıfı iktidarı demekti. Emperyalizm ve egemen sınıflar ezilen emekçi sınıfların yani işçi sınıfının uyanmasına, ayağa kalkmasına, sosyalizm düşüncesine yönelmelerine, onların örgütlenmelerine tahammül edemiyor, buna fırsat vermiyordu. Bunu engellemek için en barbar yöntemleri kullanıyordu. Aydınları, yazarları, düşünürleri, gençleri komünizm propagandası suçlamasıyla topluyor, onlara ağır işkenceler yapıyordu. Buna paralel olarak dünyanın her yerinde aynı sistem devam ediyordu. İşte bu duruma direnmek, göğüs germek ve bedel ödemek gerekiyordu. Ülkemizde bu uğurda ödenen bedeller dünyada ödenen bedellerden daha az değildi. Aydınlarımız ve gençlerimiz nice bedeller ödediler. Kimi idam edildi, yüz binlerce aydınımız işkenceden geçirildi, kimileri sürgünde öldüler, kimileri de ölümcül durumdayken yurt dışında tedavi görmesi gerekirken onlara pasaport vermediler, göz göre göre ölümlerine sebep oldular.
12 Eylül işkencelerinden bedel ödeyenlerden biri de Muzaffer ve İlhan Erdost kardeşlerdi. Mamak Askeri Cezaevi'nde bir astsubay, yanında dört askerle odaya giriyor, erlerden İbrahim, Erdost’lara görüşlerini soruyor “Sol” yanıtını alıyor. Bu yanıta başını sallıyor İbrahim Keskin. Bu baş sallayış sola, solculara duyulan bir nefretin bir öfkenin bir kinin bir intikamın baş sallamasıydı. Çünkü ağa babalarından böyle öğrenmiş, böyle talimat almışlardı. İki er önde, iki er yanlarında ellerinde çantalar çıkıyorlardı merdivenli odadan. Kapı çıkışı boşluğunda eşyalarını aramak bahanesiyle Erdost’lar, durduruluyor. Erler aralarında görev ve iş bölümü yapmışlar gibi, iki er İlhan’ın başına, iki er de Muzaffer’in başlarına indiriyorlar coplarını, tekme tokatlarla ve dipçiklerle girişiyorlar!… Başlarında Şükrü Bağ flim seyreder gibi izliyordu onları.
“On yaşındaki bebeleri zehirlediniz, içerisi sizin zehirlediklerinizle dolu ”diyordu Şükrü Bağ. Onlara göre okumak öğrenmek, aydınlanmak hele solcu olmak zehirlenmekti. Karanlıkta kalmak bulanık sulardan avlanmak en iyisiydi.
İlhan daha eşyalarını toplarken erler Muzafferin kollarından çekip “Haydi, arabaya” diyorlar. Muzaffer tekme tokat ve coplardan kurtulmak için kapı çıkışına arkası yaklaştırılmış cezaevi arabasına bir an önce binmek istiyor. Bu arada arabanın arka basamakları içeri doğru eğrilmiş çekme halat kancasına basarak kendisini arabanın içine atıyor, iç bölümde sol yandaki sıraya oturuyor… Yine dışarıda tekme tokat sesleri duyuluyor. İlhan bir an önce içeri giriyor Muzafferin karşısına sağ köşeye geçip oturuyor. İki kardeş acı acı birbirlerine bakıp gülümsüyorlar… Bakışlarında acı vardı, hüzün vardı, çaresizlik vardı. Yanlarında dört asker paşalarından öyle emir almışlardı. İçeride dövdükleri yetmiyormuş gibi bu kez arabanın içinde iki er İlhan’a, iki er Muzaffer’e bir daha bir daha yanaşıp vuruyor, sanki öldürmek için emir almışlardı.
Evet, Mamak’ta çığlıklar yükseliyordu. Aynı çığlıklar dalga dalga dağları tepeleri aşarak tüm ülkeye yayılıyordu. Bu çığlıklar kardeşin kardeşe değil, kardeşlerin tüm insanlığa duyurmak istediği çığlıklardı.
“Uyuyan küçük kızımı uyandırmaya kıyamadan buraya getirdiler bizi, dövdürmeyin komutan “ diyordu İlhan. Başçavuş durdurmadı dövenleri, emir üstüne emir yağdırdı. Emir alan dört er vur deyince öldüresiye dövüyorlardı İlhan ile Muzafferi...
“Ölüyoruz yeter artık dayanamıyoruz” diyordu İlhan. Kim dinlerdi İlhanın çığlıklarını… Çığlıklar Mamak’tan yükselip Çorum’dan, Maraş’tan, Sivas’tan, kopartılan çığlıklara karışıyordu. Aynı çığlıklar gökyüzünde salkım saçak olup tüm ülke sathına yayılıyordu.
Koğuş kapısına beş adım kala geride yeniden sesler duydular. Bu sesleri duyar duymaz hızlandılar, “Kaçma it oğlu kaçma” diyerek yine yetiştiler. Kapı boşluğunda yetiştiler, İlhanla Muzaffer’e… İlhan yüzükoyun yere düştü. Kaşını bir taşın kıyısına vurdu. Öyle kaldı. Yavaş ve güçlükle doğruldu. Sonra koğuşa zor girdiler. Kısa bir süre öyle kaldılar. Koğuşta ranzaya öyle uzattılar. İlhan’ın yüzü gözü kan içindeydi.
“Nefes alamıyorum” diyordu İlhan. Bu, İlhan’ın son sözüydü. İşte İlhanla Muzafferin Sol Yayınları yüzünden faşistler tarafından başlarına gelenler. İlhan’ı öldürdüler, Muzaffer yaralı olarak çıkabildi. Muzaffer yılmadı, direndi, göğüs gerdi, bilimsel sosyalizm yayınlarını yayınlamaktan geri kalmadı. İlhan’ın adını kendi adına ekledi. Muzaffer İlhan Erdost olarak adlandırdı kendini. Kitabevinin adını da İlhan İlhan Kitabevi olarak değiştirdi. Ölünceye dek bu adlarla yaşadı, hiç geri adım atmadı Muzaffer, sosyalizm yolunda klasikleri yayınladı ve mücadelesini sürdürdü. Marksizm, sosyalist klasikler en çok okunan kitaplar oldu. Türkiye ezilen halkların işçi sınıfının uyanmasından örgütlemesinden Muzaffer İlhan Erdost’un payı büyüktür. Onu hiçbir zaman unutmayacağız. Ruhu şad olsun.
Volkan Şahin yazdı | Kuşatma altında kültür ve sanat
Pandemiyle birlikte ne yazık ki gerçek hayattaki olanaklarımız da ortadan kalktı. İnsanlar kabuklarına daha da çekildiler. Pandemi sonrasında kültür ve sanat hayatı nasıl şekillenecek, insanlar eski hayatlarına dönme arzusuna sahip olacaklar mı? Şimdilik bilemiyoruz.
18-02-2021 01:56

Volkan Şahin
“Kuşatma” kelimesi, onu okuyan herkesin zihinde askerî bir terim olarak canlanıyor. Bazen bir kent, bazen bir okul, bazen bir ev; içeride olanlarla dışarıda olanların uzlaşmazlıklarının bir tarafın yok olmasıyla biteceği son ana dair bir görüntü. Kuşatma mutlaka böyle olmak zorunda değil. Öylesi tarihsel anların dışında kuşatma, eski toplum biçimi ile onu bağrında gelişmeye başlayan yenisi arasındaki ilişkiyi de işaret edebilir. Bu ilişki türlü alanlarda türlü şekillerde görülebilir. Bizim yazımız bağlamında bu ilişki kültür ve sanat alanında olacak.
Kültür ve sanat tartışılırken ideoloji hakkında uzun uzadıya serimler yapılması beklenir. Ben de elbette öğrencisi olduğum Türkiye sosyalist hareketinin burjuva ideolojisi-proletarya ideolojisi ikiliğini merkeze aldığımı söyleyerek ilgimizi tamamen pratik sorunlara çekmek istiyorum.
Öyleyse öncelikle “kuşatma” ile ne kastettiğimi açıklamak zorundayım.
Sanatçılar İspanya’da Pablo Hasel, Türkiye’de Grup Yorum ve BEKSAV emekçileri örneğinde olduğu gibi, yani ister demokraside olsun ister ileri demokraside(!) yaşasınlar, devletlerin baskısı altındalar. Bu durum, Ruhi Su’ya, Victor Jara’ya, Nâzım Hikmet’e, Pir Sultan Abdal’a, kim bilir daha nice örneklerle çok daha gerilere götürülebilecek bir gerçeklik. Sanatçılar bunun farkında olarak eser verirler. Dolasıyla “kuşatma altında kültür ve sanat” başlığını attığımda anlatacaklarım bir devrimci sanat tarihi olacaktır. Ama öyle değil.
Tüm dünyada son 10 sene boyunca hızla hayatımıza giren sosyal medya, tedrici bir şekilde günlük alışkanlıklarımızda değişiklik yarattı. Meramımı anlatabilmek için yine biraz seçmeci davranmak zorundayım. Bilişsel, ruhsal hayatı düzenleyen nesnelerle fiziksel temasın kopması bunlardan biri. Ne demek istiyorum? Doğaya gitmenin yerini doğa resimlerine “like” atmanın, arkadaşlarla buluşup hoş beş etmenin, dertleşmenin, dayanışmanın yerini whatsapp gruplarında “geyik yapmanın” almasını vs.i İkincisi sosyal medyada karşılaştığımız her şeyin aslında kendi tercihlerimiz olmadığı gerçeği. Tamam. Platform algoritmaları bizim davranışlarımıza bakıp eğilimimizi belirleyerek bizi oralarda daha fazla vakit harcamamızı sağlayacak gönderilere boğuyor. Ancak dikkat edilirse bu gönderiler bir biçimde en çok reyting alan gönderiler oluyor. Bu da kendi içinde mantıklı mantıklı olmasına da, bütün kültür ve sanat eserlerine ulaşmayı olanaksız hale getiriyor. Özellikle bütçesiz, popüler kültürden uzak üretimler milyonlarca gönderinin arasında kayboluyor. Üçüncü ve son olarak dijital film platformlarıyla da birlikte her türlü kültürel faaliyetin son bulmasının kesinleşmiş olmasını alalım.
Öyleyse şimdi karşımızda biri eski, bir yeni iki ayrı durum var. İlkinde fiziksel temas, kültür ve sanat faaliyetlerini fark edebilme ve ona gitme arzusu; ikincisinde tamamen sanal ilişki, yok sayma (sanma?) ve yoksunluğunu çekmeme.
Eski durumda, yetmişlerden itibaren alırsak, toplumcu edebiyat, tiyatro, sinema, işçi koroları ve devrimci sanatçılar hem proleter kültürün geliştirilip yayılmasında hem de emekçilerin örgütlenmesinde büyük başarılar elde etti. Hem biçim olarak hem içerik olarak öyle gelişti ki, bence ileride sadece bu tarihi yabancı dillerde anlatmak gibi bir ödev bile tanımlayabiliriz. Bu tarihin Grup Yorum’un neredeyse milyona varan bir kitleye verdiği konserlerde zirveye çıktığını da belirtmek gerekir ki, gözümüzde bir görüntü canlansın.
Tüm bu tarih boyunca elde edilen başarının tutsaklıklarla, işkencelerle, Ruhi Su’da olduğu gibi ölüme terk etmelerle dolu olduğunu unutmayalım. Yani ortalık güllük gülistanlık değildi.ii Devrimci hareketin güçlü olduğunda da güçsüz olduğunda da devrimci sanatçılarla halk arasındaki fiziksel bağın hiç kopmadığını diğer bir kanıt olarak alabiliriz.
Günümüzde ise düzen dışı tüm sanatçılarla halk arasında bir kopma söz konusu. İşte başlıkta yer alan “kuşatma” sanatçılarla halkın fiziksel bağlantısını koparan tüm koşulları ifade etmektedir. Her şeyden önce burjuva ideolojisinin kültürel saldırılarını ve yozlaşma zeminini taşıyan sosyal medya bunlardan biridir. Onun yarattığı, insanları genelde toplumsal olandan, özelde teker teker birbirlerinden koparan yeni davranış alışkanlıklarıdır.iii
Henüz on yıllık olan bu ikinci durumda eski duruma ait yöntemlerin işe yaramadığını görmüş bulunuyoruz. Sosyalist hareketin kültür ve sanat alanına bakışını değiştirmesi gerekmektedir. Örneğin kültür merkezleri ister sık sık basılsın, ister bahçelerindeki ağaçların gölgesinde huzurla çay içilsin, ne yazık ki artık halkla buluşma olanağı sağlamıyor. Ünlü sanatçıların davet edildiği etkinlikler onları daha çok ünlü etmekten öte bir işe yaramıyor. Yapılan şarkılar dinlenmiyor. Kitaplar, dergiler zaten okunmuyor.iv
Pandemiyle birlikte ne yazık ki gerçek hayattaki olanaklarımız da ortadan kalktı. İnsanlar kabuklarına daha da çekildiler. Pandemi sonrasında kültür ve sanat hayatı nasıl şekillenecek, insanlar eski hayatlarına dönme arzusuna sahip olacaklar mı? Şimdilik bilemiyoruz. Bildiğimiz tek şey, kültür ve sanatı tek başına düşündüğümüzde iyimser olmamızı gerektirecek hiçbir verinin kalmadığı.
Bu durumda korkunç bir tabloyla karşı karşıya olduğumuz iddia edilebilir. İnsanlar her gün burjuva ideolojisinin, her türlü gericiliğin türlü “etkileşimlerine” maruz kalıyorlar. En bilinçli görebileceğimiz eski bir x dergisi okuru, “büyük resmi görebilmek adına” komplo teorilerine inanabiliyor. Bundan daha vahimi sol görüşlü insanlarımız muhalif kılıklı kimi ekonomistlerin “ilerlemecilik” adına paylaştıkları burjuva ahmaklıkların yayılmasına vesile olabiliyor. Liberal saçmalıklar sola sokulmaya çalışılıyor. Birileri örgütlense, bir protesto olsa “Silivri soğuktur” şakaları ortaya çıkıyor. “Elim kırılaydı da oy vermeseydim” diye röportaj veren emekçi halktan hacı amcalar veya türbanlı kadınlar “az bile çekiyorsunuz, müstahak size” ile “yine gider oy verirsiniz g.. kılları” arasında gidip gelen sosyal linçlere maruz kalıyorlar. İktidarın her hamlesi, goygoya vesile oluyor. Bu goygoylar fenomenlerden sıradan insanlara, oradan örgütlü sosyalistlere sirayet edebiliyor. Burada sayamadıklarımla birlikte tüm bu örnekler diğer koşullarla birlikte düşünüldüğünde, örgütsüz, tweet atma dışında hakkını arama yollarına gözlerini kapamış veya pratik beğenmeyen tipler yaratıyor.
Yazının sonlarına doğru dilimin sertleştiğinin farkındayım. Bir kuşatmadan bahsediyorsak onun olası sonuçlarının hafif olacağını söyleyemeyiz. Belki askeri anlamda kuşatma tarifimi yinelersem daha iyi anlaşılır: “İçeride olanlarla dışarıda olanların uzlaşmazlıklarının bir tarafın yok olmasıyla biteceği son ana dair bir görüntü.” Şimdi bizler sosyalist, devrimci, ilerici, toplumcu, halktan yana sanatçılar olarakv kuşatmanın içindeyiz. Yok olmamayı, kuşatmayı nasıl yarabileceğimizi bir başka yazıda paylaşmak istiyorum.
Sorunun sadece biz sanatçıları ilgilendirmediğini hatırlatarak…
DİPNOTLAR
i Whatsapp gruplarının sessize alınabildiğini unutmayalım
ii İbrahim Gökçek ve Helin Bölek’in konser hakkı için hayatlarını feda ettikleri ölüm orucunu anmamamın nedeni, dönem ayrımı içinde ikincisine denk gelmesi ve yazımızın meramı içinde hakkının yeterince verilemeyeceği kaygısıdır. Yoksa bu direniş Türkiye ölçeğinde değil, dünya ölçeğinde devrimci sanatçılığın doruk noktasını temsil etmektedir.
iii Sosyal medya, hele Twitter, insanların siyasi tepkilerini birbirlerine bağlı kalarak yaymalarına şimdilik müsaade etse de ortada gerçek bir bağ yoktur. Egemenler için bu bağın potansiyeli bile tehlikedir. Etkili olmalarının nedeni başka bir şey değildir. Bunu da not etmiş olalım.
iv İnsanların sosyal medyada hâlâ eski eserleri bulup takip etmeleri de başka bir vakıa. Onlara sorduğunuzda “artık hiçbir şey eskisi gibi değil” diyeceklerdir. Bizler de “doğrudur mesela siz” diye cevap verebilmeliyiz.
v Halkla buluşmayı popülerlik, para gibi kişisel çıkarları geride bırakarak kendine dert edenler, kendilerini nasıl tanımlarlarsa tanımlasınlar, bir olumluluk olarak alıp aynı kategoriye koyuyorum.
Mehmet Torun yazdı | ‘Zonguldak Büyük Madenci Grevi ve Yürüyüşü’ 30. yılında
17-02-2021 10:11

Maden Mühendisi Mehmet Torun
İnsanlık tarihi; ezenlerle ezilenlerin, sömürenlerle sömürülenlerin, zalimlerle mazlumların, haksızlarla haklıların, kötülerle iyilerin mücadelesinin tarihidir. Ezenler, zalimler, haksızlar, kötüler; zaman içinde geçici üstünlükler sağlamış olsalar da, sonunda kazanan hep insanlık olmuştur ve olacaktır. Çünkü insan varsa umut vardır, yaşam varsa mücadele vardır.
İnsanlık tarihi kadar eski olan madencilik tarihi de aynı zamanda mücadeleler tarihidir.
Özelleştirme-taşeronlaştırma-sendikasızlaştırmanın temellerinin atıldığı 24 Ocak 1980 kararları ile birlikte “Serbest Piyasa Ekonomisi” uygulamalarına girişildi. Bu uygulamanın eksik yönlerini 12 Eylül iktidarının tamamlaması bekleniyordu. KİT’lerin ıslahıyla başlatılan uygulamalarla gelişen sürecin sonunda, sektörde üretilen değerlerin %80’ini gerçekleştiren madencilik KİT’leri de “devletin küçültülmesi” söylemi ve “özelleştirme–kapatma” dayatmaları ile karşı karşıya bırakıldı. Bağımsızlığın ve devletleştirmenin sembolü EKİ (TTK) “bir verip yedi alan” kurum konumuna düşürüldü. Kömürün nereden olsa alınacağı, stratejik bir maden olmadığı savunularak, “en zararlı KİT’ler” içinde yer alan TTK, özelleştirme ya da tasfiye girişimlerinin başlıca hedefi haline getirildi. Bu plan büyük ölçüde tuttu, TTK “hazineden geçinen bir asalak” olarak görülmeye ve gösterilmeye başlandı.
1980 askeri darbesi ile birlikte ülkenin üzerine çöken sessizlik sonrası; 1986 NETAŞ Grevi ve devamındaki, ‘'1989 Bahar eylemleri'’, dipten gelen büyük bir dalganın habercisidir; 1990 ise, kamu kesimi TİS görüşmelerinin yılıdır. GMİS kurultayında, uzayan TİS sürecinde daha fazla beklemenin anlamsız olduğu düşüncesiyle, madencilerin greve çıkmaları kararı alınır ve 30 Kasım sabahı, ilk grev pankartı Gelik İşletmesi’ne asılır. Üye tabanının tam desteğini alan Genel Başkan Şemsi Denizer, sadece madencilere değil, bütün sınıfa seslenerek genel grev çağrısında bulunur: “Biz madenciler olarak ilk kıvılcımı çaktık. Grevimiz tarihin büyük grevlerinden biridir. Biz üretmiyoruz, Türkiye işçi sınıfı da üretmesin!...”
24 Şubat 1990’da tüm sivil toplum örgütlerinin katılımıyla yapılan büyük miting, daha sonra olacakların da habercisiydi. Maden işçisinin “onurlu ve insanca yaşam” isteyen haklı talebi, 1990 yılı boyunca direniş, toplantı, söyleşi, paneller ve tüm DKÖ’lerin ortak katılımıyla oluşan Temsilciler Kurulu tarafından, “Zonguldak’ın, Türkiye’nin kamburu olmadığı…“ tüm Türkiye’ye duyuruldu. Bu dayanışma, madencinin haklı ücret mücadelesinin yanı sıra, hükümetin gözden çıkarmaya kararlı olduğu TTK ve Zonguldak’ı yaşatma çabasıydı da... Bu nedenle, siyasi farklılıklar kalkmış; Zonguldak halkı birbiri ile kenetlenmişti. Yılların birikimiyle, bilinçli bir “tabanın sesi” hareketine de sahip olan GMİS üyesi 48 bin işçi, TİS görüşmelerinin tıkanması üzerine, 30 Kasım 1990’da greve başlamış, işveren de 4 Aralıkta lokavt ilan etmiştir. Zonguldak halkı da grevi aktif olarak desteklemiştir. Bu destekle, 4 Ocak 1991’de Zonguldak’tan Ankara’ya yürüyenler 100 bin kişiye ulaşmıştır. Sadece işçiler ve aileleri değil bir kent bir bütün olarak yürümektedir. Barikat ve tutuklamalarla engellenen ‘Ankara Yürüyüşü’, 08 Ocak 1991’de isteklerin yerine getirileceği sözü alınarak, Mengen barikatında bitirilmiştir. Grevin 57. gününde, 25 Ocak 1991’de “bir koyup üç alma” senaryolarının yazıldığı Körfez Savaşı nedeniyle, grevin 60 gün ertelenmesi kararı alınmış, 6 Şubat 1991’de ise TİS imzalanmıştır. Havzanın iki ay süren ilk grevine giden süreç böylece sonuçlanmış ve ‘Büyük Madenci Grevi’ olarak tanımlanmıştır.
Ülkemizin işçi sınıfı tarihi açısından, 15-16 Haziran Direnişi’nin ardından gelen en büyük mücadele deneyimlerinden biri, “89 Bahar Eylemleri” ve bu eylemlerin bir devamı olan “1990-91/Zonguldak Büyük Madenci Grevi ve Yürüyüşü”dür. Oya işler gibi örgütlenen 1990-91/Zonguldak Büyük Madenci Grevi ve Yürüyüşü, 12 Eylül sonrasının en önemli işçi direnişidir. Bu eylemler; ülkemizde demokratik ilerlemenin önünü açmış, toplumsal eşitlik ve özgürlük mücadelesinin yükselmesine neden olmuştur. Emek ve demokrasi mücadelesinde dünyadaki örneklerinin bir benzeri de ülkemizde madencilerin öncülüğünde bir kez daha gerçekleştirilmiş toplumsal, siyasi ve sosyal pek çok değişiklikleri beraberinde getirmiştir.
Sözümüzü saygıyla andığımız sevgili dostumuz, yoldaşımız, madencilerin abisi Serdar Ömer Kaynak’ın tespitleriyle bitirelim;
“Madencilerin bu mücadelesi asla bir yenilgi değildir ve gelinen nokta son kertedir. Buradan sonrasını yüklenecek olanlar sınıfın başka dinamikleridir. Bu dinamiklerin ne olduğunu anlayamayanlar ise, sınıf hareketinin çok gerisinde kalmaya mahkûmdur. Madencilerin şanlı mücadelesi, sınıfın yeni mücadelelerinde, direnişlerinde, eylemlerinde de etkisini göstermiştir. Türkiye’deki işçi eylemlerin çoğunda hedefin “Çankaya” olarak belirlenmesi, Ankara’ya yürümek istenmesi de hep madenci pratiğinin sonucudur. Tarih maddecidir. Madde ise asla kaybolmaz. Tarihte de hiçbir olay kaybolmaz, biçim değiştirip evrilir, dönüşür; doğrudan veya dolaylı da olsa, bir gün mutlaka etkisini gösterir; ya da birikir, ilerleyen süreç içinde yeni ve daha canlı gelişmelere hem gѐrminal, hem de gübre olur”.
Engin Deniz yazdı | Gare 'başarısı'
Dışarıda dayak yiyip eve dönünce sağı solu yumruklayan çocuk gibi operasyondan sonra hemen HDP’ye saldırılması sadece öfkeyle açıklanabilir mi peki? Ama HDP’ye saldırmak, seçilmiş Kürtlere hukuksuzluk yapmak için bir bahaneye ihtiyaçları yoktu ki!
17-02-2021 01:18

Engin Deniz
Günlerce önceden AKP Genel Başkanı tarafından “…Size birçok güzellikler takdim edeceğim” denerek açıklanan Gare Operasyonu malum medya tarafından davulla zurnayla duyuruldu neredeyse. Ama daha sonra bunun bir rehine kurtarma operasyonu olduğunun anlaşılması pek garipsenmedi nedense!
Peki, dünyada eşi benzeri görülmemiş bu rehine kurtarma operasyonuyla, Bahçeli’nin veciz sözüyle sorarsak, ne yapmak nereye varılmak istendi?
Türkiye İşçi Partisi tarafından yapılan açıklamada yer alan şu temel sorular haklı ve yerindedir:
-Kaçırılan kişilerin bulunduğu bölgeye neden operasyon yapılmıştır? Bu operasyonun neden olabileceği kayıplar gözetilmiş midir?
-Esir olan güvenlik görevlileri için 6 yıldır hiçbir girişimde bulunulmuş mudur?
-Aileler ve aracı olabilecek kişilerle bu süreçte iletişim kurulmuş mudur?
-Sorunun diyalog ve barışçıl yöntemlerle çözümü için tüm yollar tüketilmiş midir?
Başka sorular da sorulabilir. Asker indirmesinden önce bölgenin yoğun olarak bombalanması, arazi yapısı, mevsim şartları… Tüm muhalefet operasyonun başarısızlığını tartışıyor ama bu operasyonda gerçekten kesin bir başarı bekleniyor muydu gerçekten? Kırk yıllık savaşta devletin bu kadar tecrübesiz bu kadar öngörüsüz davranması biraz tuhaf değil mi?
Operasyonun amacı ister PKK’nin elindeki güvenlik görevlilerinin kurtarılması, ister ünlü bir PKK liderinin yakalanması olsun planlayanların risk analizi yapmadığını düşünmek biraz saflık olacaktır.
AKP iktidarı ne zaman sıkışsa, bir acil durum planı olarak kapağı açıp o kırmızı düğmeye basıyor hep. Muhalefetin istendiği zaman kilitlenmesini sağlayan bir Kürt düğmesinin olması büyük rahatlık tabii! Ne zaman konu Kürtler olsa muhalefet boncuk gibi diziliyorlar iktidarın arkasına. Bir ellerinde medya gücü diğer ellerinde yargı sopası; bir dönemdir soru sormak bile terörist yaftası yemek için yeterli zaten.
Dışarıda dayak yiyip eve dönünce sağı solu yumruklayan çocuk gibi operasyondan sonra hemen HDP’ye saldırılması sadece öfkeyle açıklanabilir mi peki? Ama HDP’ye saldırmak, seçilmiş Kürtlere hukuksuzluk yapmak için bir bahaneye ihtiyaçları yoktu ki!
“Bu operasyon başarısız olmuştur” demeden önce biraz daha geri çekilip resme bir daha bakmak gerek belki. AKP Genel Başkanı bir süredir seçim çalışmalarına hız vermiş vaziyette. Kongreler, bilinen bilinmeyen görüşmeler… AKP ve MHP arasındaki ilişkilerinin karşılıklı çıkarlar zemininde sürekli yoklandığı ve kırılganlığın giderek arttığı artık sır değil. Makyajlı ekonomik verilerin bile gerçekleri gizlemeye yetmediği bir dönemde iktidarın Ay gösterip Anayasa’dan dem vurması ciddiye alınmasa da zaman kazanma girişimi olarak görülebilir belki.
Ama “devletlü sağ”ın bildiği her zaman işe yaramış bir yöntem daha vardı. Kırk yıldır kanayan bir yaranın biraz daha kanatılmasının ziyanı yoktu. Yoksullar mı? Nihayetinde yoksulun ölüsünün bir kez daha yüceltilmesinin sermayeye ne zararı olacaktı ki! Ve en iyi Kürt ölü Kürt’tür diyenlerin devamcılarının “en yüce yoksul ölü yoksuldur” demesi son derece tutarlıdır.
Ne var ki, bu kez operasyonun başarısızlığı üzerinden de olsa tartışmanın büyümesi inandırıcılıklarının giderek azaldığını gösteriyor. Bu iyi.
Eğer bu operasyon başarılı olsaydı ve PKK’nin elindeki esirler sağ salim alınabilseydi ya da kimilerinin iddia ettiği gibi tanınmış bir-iki PKK’li ele geçirilseydi Cumhur İttifakı toparlanabilir, belki de baskın bir seçimi bile göze alabilirlerdi.
Erdoğan’ın müjde verme heyecanı buna yorulabilir belki. Ama başarı olasılığı düşük bir operasyon olduğu Erdoğan’a söylenmiş midir? MHP ve etkilediği güvenlik bürokrasisinin büyüyen halk huzursuzluğu karşısında Kürt savaşını büyütmeyi bir çıkış yolu olarak seçmiş olması ihtimali de değerlendirilmelidir. Gare operasyonu Erdoğan’ı daha fazla risk almaya zorlayacak bir sürecin başlangıcı olamaz mı?
Eğer durum buysa HDP’nin kapatılması da dahil yeni gelişmeler, farklı provokasyonlar beklenebilir.
Dikkatli olunmalıdır!
Oktay Işıklar yazdı | Boğaziçi Direnişi bize ne anlatıyor?
13-02-2021 09:23

Oktay Işıklar
Tam 40 gündür Boğaziçi öğrencilerinin başını çektiği ama üniversitelerin sınırlarını aşarak toplumun geniş kesimlerine yayılan bir direnişe tanık oluyoruz. 500’ü aşkın gözaltı, onlarca ev hapsi ve tutuklamaya rağmen kırılamayan, etkisini ve gündem yaratma gücünü kaybetmeyen bir direniş…
Öğrenci hareketinin hiç beklenmeyen bir anda yükselmesiyle kitleselleşen bu direnişin, Türkiye’nin siyasi geleceği için bir sonun başlangıcı olduğu ve sosyalist hareket için de bir yeniden kuruluş imkanlarını barındırdığını söyleyebiliriz. Bu iki önemli iddianın altını doldurmak için 40 günlük direniş sürecinin gelişimine biraz daha yakından bakmak gerekiyor.
2021’in ilk günlerinde kendiliğinden bir patlama olarak ortaya çıkan bu hareket, kökünü üniversite öğrencilerinin derinleşen ekonomik krizin gençler üzerinde yarattığı geleceksizlik endişesinden ve OHAL’den beri süregelen demokratik ve sosyal hakların gasbedilmesinin yine gençlik üzerinde yarattığı siyasal özgürlük talebinden alıyor.
Bu hareketin ayak sesleri, 2020’nin başlarında irili ufaklı gerçekleşen üniversite eylemlerinde ve pandemiyle beraber başlayan gençliğin sosyal medya üzerinden harekete geçmesiyle duyulmaya başlamıştı. Tabii bu ayak seslerini, başta sosyalist hareket olmak üzere bütün bir toplumsal muhalefet güçleri duymakta çok eksik kalmıştı. İçinden geçtiğimiz süreçte bu kesimlerin şaşkınlık ve hareketsizlik halinin tam da bu kavrayış eksikliğinden kaynaklandığını söyleyebiliriz.
Saray Rejimi’nin çeşitli hamlelerle toplumsal muhalefetin farklı kesimlerini felç ettiği bir dönemde hem de birçok siyasi partinin 2023 seçimleri üzerinden anket hesabından başka bir siyaset üretememesine rağmen nasıl oldu da gün geçtikçe kitleselleşen, toplumun farklı kesimlerini harekete geçirmeyi başaran bir direniş hattı ortaya çıktı?
Bu soruya verilecek doğru cevap(lar), Saray Rejimi’ne karşı verilmesi gereken mücadele için yol gösterici olacaktır. Lafı hiç uzatmadan sonda söyleyeceğimizi başta söyleyelim, Boğaziçi Direnişi'nin başarısının temelinde dayanışma ağı siyaseti yatmaktadır. Geldiğimiz noktada Boğaziçi Dayanışması’nın yarattığı siyasi etki ve süreklilik toplumsal muhalefete yön verdiği gibi mücadelenin diğer üniversitelere taşınmasında da bir kaldıraç etkisi yaratmıştır. Mevcut dayanışma ağlarının güçlenmesinde, henüz kurulmamış olan üniversitelerde ise bu ağların kurulmasında ön açıcı bir etkisi olmuştur.
Peki nedir bu dayanışma ağlarının özelliği ve gücü nereden gelmektedir? Dayanışma ağı siyasetinin iki temel noktasını öne çıkartarak bu soruya cevap verebiliriz. Gezi’den öğrendiğimiz ve kadın hareketinden hala öğrenmekte olduğumuz şey; insanları mücadeleye özne olarak katma, dar bir öncülük tartışmasından çıkıp bireylerin bulundukları dayanışma ağlarındaki kolektif iradeye katkıları üzerinden şekillenen ve bunun sonucunda mücadelelerin geniş kesimlerce sahiplenilmesi… Dayanışma ağlarının itici gücü tam olarak buradan yani kitleleri etkin özneler olarak çağırması ve meşru bir temsiliyet ilişkisi yaratmasından kaynaklanmaktadır.
Yukarıda bahsettiğimiz özneleşme ve temsiliyet meselesi kritik önemde olsa da tek başına eksik ya da yetersiz kalma tehlikesi taşıyor. Bu noktada dayanışma ağlarının siyasi etkisini ortaya çıkaran bir ikili iktidar mantığı yani bulunduğu alanda mevcut iktidara karşı oluşturduğu karşı-hegemonya/karşı-iktidar gücü devreye giriyor. Yaratılan meşru temsiliyet çizgisini tamamlayan nitelikte bir siyasi hat bu karşı-iktidar mekanizmasının oluşabilmesine imkân sağlıyor. Somut duruma geri döndüğümüzde yasalardan ve yönetmeliklerden gücünü alan kayyum rektöre karşı öğrencilerin başını çektiği mücadelenin meşru karşı-iktidar organı olarak Boğaziçi Dayanışması bu denklemde yerini alıyor.
Son söz olarak bu mücadelenin nasıl kazanacağını, sadece kayyum rektör Melih Bulu’ya karşı bir mücadelenin sınırlarını çoktan aşmış olan ve Saray Rejimi’nin kurduğu korku imparatorluğunu dağıtacak potansiyeli taşıyan bu siyasi çizginin nasıl sürdürüleceğine dair birkaç şey söylenebilir. Boğaziçi Dayanışması’nın direnişin başından beri sunduğu perspektif bu sorunun yanıtı niteliğindedir. Ayağını okulun bileşenlerinin haklı mücadelesine ve temsiliyetine basarak mücadeleyi okul sınırlarının dışına taşımaya çalışan, bütün üniversite öğrencilerinin beraber mücadelesini savunan, toplumsal muhalefet güçleri ve demokrasi mücadelesi veren bütün kurumlarla mücadeleyi buluşturmaya çalışan bir siyasi perspektif… Bu perspektifin somut karşılıkları ve pratikleri başka bir yazının konusu olmakla birlikte, gücünü ayağını bastığı zeminden kopartan ya da mücadeleyi tamamen belirli sınırlarına (okul sınırları) hapsedecek bütün yaklaşımlar, bütün iyi niyetlerine rağmen mücadeleye zarar verecek nitelikte olacaktır. Unutulmamalıdır ki; “Cehenneme giden yollar iyi niyet taşlarıyla döşelidir”.
Baran Doğan yazdı | Boğaziçi direnişini kazanmanın yolu
Birlikte çıktığımız yolda yürüdüğümüz yolları ayırdılar. Ya yollarımız birbirini keser birbirimize barikat oluruz ya da yollarımız birleşir daha güçlü yürürüz. Bir yol ayrımında arkadaşlarımızı rehin aldılar. Ve bir kararı hemen vermek zorundayız. Birlikte büyümek mi, ayrılıkla tükenmek mi?
07-02-2021 09:48

Baran Doğan
Boğaziçi Üniversitesi’ne Melih Bulu’nun rektör olarak atanmasıyla birlikte “Boğaziçi Direnişi” başladı. Başta öğrenciler olmak üzere birçok insan bu atamaya karşı çıktı. İlk tepkinin geniş bir kesim tarafından yapılması, gündemde ciddi oranda yer bulması ve direnişin büyüme potansiyeli taşıması hükümeti endişelendirdi. Sadece baskı, şiddet ve tehditlerle bu direnişi durduramayacağını anlayınca klasik stratejilerini devreye soktular: “ ‘Tepki gösterenlerin çoğu Boğaziçi Üniversitesi öğrencileri değil. Olay çıkarmaya çalışan dışarıdan gelmiş provokatör terör grupları bunlar, bunların derdi başka’ gibi söylemlerle eylemlerin meşruiyetine gölge düşürmek, destek verenlerle eylemciler arasına set örerek direnişin büyümesini engellemek.” Burada sorulması gereken ilk soru şuydu: “Bu sorun sadece Boğaziçi Üniversitesi öğrencilerinin sorunu mudur?”. Ama biz en baştan başlayalım:
NEDEN REKTÖR ATAMASINA KARŞI ÇIKILMALIDIR?
Hükümet tarafından üniversitelere atama yapılması; üniversitelerin, hâkim siyaset tarafından kontrol altına alınması ve yönetilmesi anlamına gelmektedir. Bilim merkezi olan üniversitelerse siyasi hegemonya kurularak yönlendirilebilecek/yönetilebilecek kurumlar değildir, olmamalıdır. Üniversitelere verilen ödeneklerin oranını iktidara geldiği ilk günden itibaren her yıl azaltmış, fikir kulüpleri kapatmış, YÖK aracılığıyla öğrencilere sayısız soruşturma açmış, üniversitelere polis ordularıyla girmiş, kendisiyle aynı düşünceye sahip olmadığı için binlerce öğrenciye dava açmış, gözaltına aldırmış, tutuklatmış bir hükümet tarafından Boğaziçi Üniversitesi’ne rektör atanması kabul edilebilir değildir.
Bu gerileme süreci yeni bir gündem değildir. Tabloya biraz geriden baktığımızda iyi bir üniversite için on iki yıl çabaladıktan, emek verdikten sonra “sadece” iş sahibi olabilmek umuduyla üniversitelere gidildiğini biliyoruz. Üniversiteyi bitirenlerin de iş bulma ihtimalinin çok zor olduğunu, milyonlarca öğrencinin işsiz kalma korkusuyla yaşadığını, iş sahibi olsalar da şartların asgari yaşam sınırlarının altında ya da en fazla biraz üzerinde olabildiğini biliyoruz. Bu duruma yıllar içinde gelinmiştir ve bu durum var olan sistemin yarattığı sonuçların bir kısmıdır. Üniversitelerin işlevsiz sertifika kurumlarına dönüştürüldüğü, geleceğin elimizden alındığı bir yaşam biçiminde geleceğimizi yeniden kazanmak için Boğaziçi Üniversitesi’ne atanan kayyum rektöre karşı çıkmak -hatta elimizden alınanları da yeniden elde etmek- zorundayız.
BOĞAZİÇİ DİRENİŞİNİN İÇİNDE KİMLER OLMALIDIR?
Boğaziçi Üniversitesi’ne yapılan bu atamaya, bilime, geleceğe sahip çıkmak isteyen herkes katılmalıdır. Bu sistemin sonucu olan durumlardan nasibini almış kim varsa çemberde yerini almalıdır. İşsiz kalan da çalışan da, konuşmasına izin verilmeyen de konuştuğu için tutuklanan da… Baskıya, şiddete maruz kalan, ezilen; sindirilmeye, susturulmaya çalışılan herkes var gücüyle karşı çıkmalıdır. Çünkü bu sorun sadece Boğaziçi Üniversitesi’nin sorunu değildir. Boğaziçi Direnişi geleceğimizi kaybetmenin ya da kazanmanın mücadelesidir.
BOĞAZİÇİ DİRENİŞİNDE GERİYE KALAN
Melih Bulu’nun atanmasının sadece Boğaziçi Üniversitesi öğrencilerinin sorunuymuş gibi davranılması, böyle bir algı yaratılması bu çemberin dışında kalan insanların hedef gösterilmesi anlamına gelmektedir. İstediğine terörist diyebilmenin çok kolaylaştığı ülkemizde İçişleri Bakanı Süleyman Soylu tarafından parmakla gösterilerek terör örgütü üyesi olduğumuz iddia edildi. Ve bu talimatı alanlar birkaç gün içinde beş yüz elli civarında insanı gözaltına aldılar. Sonucunda içinde de olduğum yirmi dört kişiye ev hapsi verildi, sekiz arkadaşımız tutuklandı. Yasalarla hiçbir ilgisi olmadan talimatlarla işletilen bu süreç durdurulmazsa geriye doğru gitmeye, kaybetmeye devam ederiz.
NASIL KAZANIRIZ?
Eyleme verilecek desteği engellemek için yapılan bu oyunun farkında olmalı ve bu oyunu bozmak zorundayız. Başta Boğaziçi Üniversitesi öğrencileri olmak üzere herkes “Biz bu oyunu biliyoruz. Arkadaşlarımızı hedef göstererek yalan iddianamelerle ev hapsine mahkûm ettiniz, tutukladınız. Ama bunu durduracağız. O arkadaşlar neredeyse biz de oradaydık. Onlar bizim yaptığımızdan farklı bir şey yapmadılar. Hepsini geri alacağız. Size teslim etmeyeceğiz” demelidir. Bir yol ayrımında arkadaşlarımızı rehin aldılar. Ve bir kararı hemen vermek zorundayız. Birlikte büyümek mi ayrılıkla tükenmek mi?