ÇEVİRİ | Avrupa finans sistemi ve artan tehlike işaretleri
Avro sistemi on yıldan beri Avrupa Merkez Bankası (AMB) tarafından suni yollarla hayatta tutuluyor ve küçük nedenler yüzünden kriz geçiren ağır bir hastaya benziyor.
22-11-2018 12:51

Çeviri: Özer Erdin
Bu hafta başında ulaşmış olan iki haber ana akım medya tarafından tamamen gündem dışı bırakıldı. Pazartesi günü edinilen bilgiye göre İtalya’nın dokuzuncu büyük bankası bir önceki hafta kendisi için hayati öneme sahip olan 560 milyon avro tutarındaki taze sermaye girişini sağlayamadı. İki gün sonra ise Wiesbaden’da yer alan Federal İstatistik Dairesi (Almanya) Almanya’da gayri safi yurtiçi hâsılanın (GSYİH) bir önceki çeyreğe kıyasla yüzde 0,2 düştüğünü bildirdi. Bu iki habere normal şartlar altında yorum yazılacak kadar değer verilmeyebilirdi; ancak Avrupa Birliği’nin (AB) içinde bulunduğu şartlar normalden başka her şeyi ifade ediyor. Avro sistemi on yıldan beri Avrupa Merkez Bankası (AMB) tarafından suni yollarla hayatta tutuluyor ve küçük nedenler yüzünden kriz geçiren ağır bir hastaya benziyor.
İlk haberle başlayalım: İtalyan bankası ‘Banca Carige’ bu yılın üçüncü çeyreğinde kırmızı haneye doğru kaydı ve bir an önce taze paraya gereksinim duyuyor. Söz konusu banka bu parayı piyasadan sağlayacak durumda olmadığı için AB’de geçerli olan bir kural gereği bilanço deliklerini kapatmak üzere hissedarların, bankaya para yatıranların ve tasarruf sahiplerinin kasaya gelmeleri rica edilecek. Görünüşe göre bu reddedilecek, çünkü İtalyan hükümeti ve bankaları böyle bir kefaletin (bail-in) halkı üzerine getireceğini biliyorlar ve halkın öfkesinden çekiniyorlar. O halde her şey vergi gelirlerinin, banka fonlarının ve İtalyan sigorta branşının yeniden dâhil edildiği bir kurtarma operasyonuyla (bail-out) çözülecek. Ancak bu tarz bir kurtarma operasyonu ya İtalyan devletini ya da zaten ağır hasar görmüş olan İtalyan banka sistemini daha da çok borçlandıracağı için AB, görünebilir bir gelecekte kurtarıcı olarak soruna müdahale etmek zorunda kalacaktır. Brüksel’deki AB bürokratları ise bu gelişme karşısında çaresizler, çünkü İtalyan banka sistemi çok büyük olduğu için hayatta tutulmak zorunda. Şayet bunun aksi olursa, tüm Avro Bölgesi ve onunla beraber küresel finans sistemi uçurumdan aşığa yuvarlanabilir. Kısacası burada, aktörlerin nasıl davranabileceklerinden bağımsız olarak kaçınılmaz bir biçimde Avro finans sisteminin çöküşüne ve AB’nin dağılmasına doğru ilerleyen bir süreç mevcut.
İkinci haberde ise Alman ekonomisinin bir önceki çeyreğe göre yalnızca yüzde 0,2’lik bir oranla küçülmesi söz konusu. Bu rakamdan daha önemli olan olgu, rakamın uzun süreli bir eğilimi işaret etmesi ve bu eğilimin arkasına gizlenmiş olan gerçektir. Bu, şu demektir: Hisse senetleri piyasasının bir yıllık bir zaman zarfında yüzde onluk bir orandan daha fazla gerilemiş olması, Almanya’da ve tüm Avro Bölgesi’nde, hatta muhtemelen tüm dünyada resesyona, yani beraberinde ekonomik bir bunalım getirecek bir konjonktür zayıflamasına girileceğinin göstergesidir. Öte yandan bu iktisadi yavaşlama, merkez bankalarının tarihsel bir dönemeçten geçtikleri bir zamanda ortaya çıktı. Merkez bankaları finans piyasalarında on yıldan beri devasa balonlar ürettikten sonra, sisteme bugünlerde daha az para pompalamak ve faizleri yükseltmek için dümeni sert bir şekilde sağa ve sola döndürüyorlar. Bu ise suni komada yatan bir hastaya kan dolaşımı güçlensin diye verilmekte olan ilaçların yan etkileri nedeniyle aniden kesilmesi ve neticede hastanın aşırıcı derecede güçten düşmesi ile eş değer bir durumu ifade etmektedir. Hatta ilaçlar bir daha hiç verilmezse hastanın durumu daha da kötüleşecektir.
Son yıllarda büyük miktarda hisse senetleri ve tahvil, krediler üzerinden satın alındığından ve bunlar uzun bir süreden beri değer kaybettiklerinden dolayı borsa spekülatörleri bugün şiddeti artan bir baskının altına girmektedirler. Başka bir deyişle sermaye ve mevduatları erimekte, ancak borçları düşmemekte ve faiz yükselmesi nedeniyle de borçlarını ödemekte zorlanmaktadırlar. Neticede borsa spekülatörleri şöyle bir alternatif ile karşı karşıyalar: Ya ellerinde ne varsa zararına satacaklar ya da risk alarak kâğıtları ellerinde tutacaklardır. İkinciyi tercih ederlerse, kredi verenler paralarını daha düşük kur üzerinden geri talep edebileceklerdir.
Merkez bankaları ise her ne olursa olsun şöyle bir tuzağın içinde oturmaktadırlar: Şayet para kısıtlayıcı politikaya devam ederlerse, pazarları boğacaklardır; ancak genişlemeci para politikasına dönerlerse, şişirdikleri balonların patlamasına yol açabileceklerdir. Esasen şu sıralar yaşadığımız her şey genel geçerliği olan iki gerçeğin onaylanmasından ibarettir: Paranın değerini düşürmeden ve pazarlarda devasa balonlar yaratmadan sistemin içine frensiz bir biçimde daima para pompalayamazsınız ve çığ gibi yükselen devasa borçlar yaratmadan faizleri sıfır değerin altına kadar düşüremezsiniz.
Ne yazık ki bu saydıklarımızın ikisi de olmuştur ve bundan sonra yaşananların sorumluları gelecek haftalarda veya aylarda finans sistemini hayatta tutmak için ne yaparlarsa yapsınlar, alacakları önlemler öyle ya da böyle krizi daha da derinleştirecek ve en nihayetinde sistemi tahrip edecektir.
Kaynak: Linke Zeitung
Yazar: Ernst Wolff
İLGİLİ HABERLER
Cemal Dindar: ‘Aşk hepimiz için bir hatırlama biçimidir’
"Aşk karşılıklı özgürleşmek midir yoksa kısıtlanmak mıdır? Aidiyet, kıskançlık, karşılıklı beklentiler bu çerçevede nasıl değerlendirilebilir?"
14-02-2019 14:18

Röportaj: Dilan Ayyıldız
Zamanın göreli olarak daha hızlı aktığı bu dönemde insanın anlam arayışı, güncelliğini tekrar tekrar kazanan bir konu halini alıyor. Hele de konu aşk ve ilişkilerse... Her şeyin çok çabuk tüketildiği bir dönemde aşkı da bu tüketme anlayışından doğal olarak yalıtamıyoruz. Belki de kapitalizmin yıkıcılığından en büyük yaraları, bireyin bir ilişki içerisinde yeniden var oluş süreci alıyor.
Yıkımın ardından gelen yeniden inşa sürecinde 'aşkın farklı halleri' ile karşılaşıyoruz. Bu farklılaşan aşkın halleri ise birçok soruyu beraberinde getiriyor. 14 Şubat vesilesiyle ise "Sevgi neydi, sevgi emekti..." mottosu yeniden akıllara düşüyor. Biz de bu eksende Psikiyatrist Dr. Cemal Dindar ile aşk ve ilişkiler üzerine bir röportaj gerçekleştirdik.
Aşk karşılıklı özgürleşmek midir yoksa kısıtlanmak mıdır? Aidiyet, kıskançlık, karşılıklı beklentiler bu çerçevede nasıl değerlendirilebilir?
Aşkın hepimiz için aynı anlama geldiği çağlar geçeli çok oldu. Birçok deneyim gibi aşk deneyimi de belirsizliğinde kendine yer ararken en az üç alana bölünmüş durumda: romantik aşk, cinsel haz ve sevgi. Aşk dendiğinde insanlar sıklıkla bunları bütünleyen değil de ayıran, bunlar arasında çatışma alanı yaratan deneyimlerden söz ediyorlar. O nedenle de günümüzde genel geçer aşk deneyimi sıklıkla yaşamı kateden bir özgürleşmeye değil de deyim yerindeyse yaşamı katleden, patolojiye yaslanan bölmeli deneyimlere kısa devre yapıyor. Tüm bunlara rağmen aşk dendiğinde hepimizin kastettiği şeyin ortaklığına dair yanılsamanın da bir değeri var.
Çünkü aşk hepimiz için bir hatırlama biçimidir. Dünyanın cennet olmadığını henüz kavramadığımız, dünyaya düşmediğimiz ve kendimizin de gücü sınırlı ve sonlu bir varlık olduğunu henüz öğrenmediğimiz ana dair bir hatırlama biçimi...
Yani ne memeden kesildiğimiz, ne ilk aşklarda yenildiğimiz, acizliğimizle yüzleşmediğimiz bir çağa dair hatırlama...
Aşktaki bütünlük duyumu ilkselliğinden kaynaklanır... İlk dünya olan anneyle bebeğin, ilk anne olan dünyayla insan türünün çocukluğunun bütünlüğü. Aşk bunca ilkel, bunca regresif, bunca başa dönme cesaretini içerdiği için her türlü toplumsal sistem veya grup için bir tehdit olarak algılanır.
Çünkü böylesi ilksel bir bütünlük duyumu bütün eşitsizlikleri karşısına alabilir. İki kişinin yeterlilik iddiası denli bir gruba tekinsiz gelecek ne olabilir! Bu yanıyla aşk elbette şimdi ve burada olana boyun eğmeyen bir özgürleşme deneyimidir. Öte yandan ritüelleştirilmiş romantik aşk, sınıflı toplumlarda epeydir aşk sevdasının ya da ilahi aşkın karşısında değersizleştirilmiş ve pazara düşürülmüş cinsel haz, bir de insanda zaten var olan olumsuz duygularla bağı yadsınmış sevgi deneyimleri düşünüldüğünde her biri kendi alanında insan ruhsallığının zindanı haline de gelebilir. 'Kişilik bozuklukları' denilen kategorilerinin ana sahnesinin de aşk yaşantıları olması boşuna değildir.
Kapitalizmin yarattığı ilişki modelinde maddi bir takim beklentiler ön plana çıkmakta. Kişinin maddi beklentileri de aslında "karşı tarafı tüketmek" üzerinden ilişkileri şekillendirmekte. Bu tüketme isteği/ihtiyacı üzerine kurgulanan ilişkiler mutsuz ilişkilerin asıl nedeni olarak görülebilir mi ya da var olan ilişkiye karşı doyumsuzluğu tetikliyor olabilir mi?
Kapitalizmin aşk ve benzeri yaşantılara yaptığı en büyük yıkım, bu yaşantıların değerini içten dışa çekmesi... İnsanın iç dünyasında yanılsamalı da olsa bir değerlilik ve tümlük sağlayan yaşantının değer ölçütleri giderek pazarın diline ve kurallarına teslim oluyor. İki kişi buna direnmeye kalkıştığında da ortak yaşam olanakları azalmaya başlıyor. Ortak yaşam kurmada hemen her ilişkide ortaya çıkan bu krizi aşmanın bir tek yolu var gibi; sevgililerin bireyleşmiş olması, hem dış dünyada hem de iç dünyalarında yeterlilik duygularını diğerine bağlamamaları... Sevgi de orada, o anda başlıyor sanırım.
Bazı tutumlar sevgi ile değerlendirilirken aslında kişiler ilişki içerisinde farkında olmadan duygusal şiddete maruz kalabiliyor. Sevgi mi, şiddet mi; buna nasıl karar vermeliyiz?
Aşk duygusunun trajik yanı geçmişin tüm incinmelerini, ruhsal acıyı, hatta cinsel birleşmeyi beden ve ruhsallığın birliği olarak düşünürsek bedensel acıları onarma işlevini yüklememiz. Oysa bu acılara, incinmelere yol açan geçmiş deneyimler, aile romansları yeniden sahne almak için hazır kıta beklerler. Bu geçmişi, şimdiyi ve geleceği birbirine bağlayan öyle yüklü, yoğun bir an yaratır ki... O incinmeler, aile romansları artık kişiye ne sunuyorsa ona göre o aşk hikayesinin adı değişir: Karacaoğlan dizesinde olduğu gibi 'Sevsem öldürürler sevmesem öldüm' olur, Arabesk ruhsallığının özlü sözü 'Ya benimsin ya toprağın' olur, Proust'un Swann'a söylettiği, hatırladığımca aktarıyorum, 'Tüm ömrümü hiç tipim olmayan biri için harcadım' olur, ya da karşılıklı bir büyüme vaat eder, aşk büyütür ve o incinmeler, aile romansları başka bir romansın yapı taşına dönüşür...
Şunu da unutmayalım, iki kişi arasındaki aşkın selameti yaşanılan toplumda baskın olan yaşantı biçimlerinin eşitlikçi mi, hayatta neşeyi üretici mi, yoksa sürekli ölümden öldürmekten bahsedilen bir yıkıcılıkla mı biçimlendiğine göre de değişir.
Aşkı toplumsal cinsiyet perspektifinden değerlendirirsek, kadının ve erkeğin aşkı diye iki ayrı şeyden bahsetmemiz mümkün mü?
Buna bilebildiğim en güzel yanıta Otto Kernberg'te rastlamıştım. Yine mealen aktarıyorum: Erkek aşk nesnesinin kucağına doğar, onu keşfetmek zorunda değildir. Kadın ise kucağına doğduğu kişiden ayrılıp aşk nesnesini keşfetmek durumunda kalır. Bu bana doğru bir formülasyon gibi geliyor. Zira kadınların bağlanmalarında deneyimi, eylemi imgenin, ilk bakışta olanın ötesine taşıyan başka bir yetkinlik var. Bunları söylerken her kadında var olan baba/erkek özdeşleşmelerini ve her erkekte var olan anne/kadın özdeşleşmelerini unutmamak gerekli...
Günümüz toplumunda; yabancılaşmanın, parçalanmışlığın, izole edilmişliğin, görünmezliğin toplumunda bir taraftan da sosyal medya merkezli ilişkiler yakınlıklar, aşklar yaşanıyor. Tinder, Instagram, Twitter, Facebook buralarda flörtleşmeler oluyor, bu yepyeni bir olgu. Belki fotoğrafını bile görmediğiniz biriyle uzun uzun yazışmak mümkün oluyor. Başka bir romantize etme belki de... Peki tüm bu yeni süreçleri siz 'aşk muamması' açısından nasıl değerlendiriyorsunuz?
Aşkta düşleme coşkunluk katan 'sanal alan' zaten hep vardı. Sanal alan bu düşleme bir çerçeve sunarak onu güdükleştiriyor mu, yoksa bir yaşam alanı sunarak deneyime dönüşmesini mi sağlıyor? Galiba deneyime göre değişen bir 'her ikisi de' hali var. Sanal alan tekinsizliğin hem kontrollü bir çerçevede yaşanmasına hem de hızlı bir şekilde hastalıklı belirtinin ortaya çıkışına olanak sağlıyor olabilir... Tümüyle kötü diyemeyiz ama kötüye kullanıma uygunluk yaratıyor diyebiliriz.
Son olarak sizin sağlıklı ilişki tanımınız nedir? Bunu toplum sağlığından bağımsız düşünmemiz mümkün müdür?
Az önce söylediğim gibi, toplumsal yaşamın hangi güdünün baskınlığında akıp gittiği bu konuda bence çok önemli. Her gün kefen övgüsü yapılan bir coğrafyada yaşamın her alanında ölüm kapıdadır. Eşitsizliklerin giderek derinleştiği dönemlerde ise her ilişki bir tahakküm alanıdır.
Sağlıklı ilişki, sadece aşkta değil her türlü ilişkide sağlıklılık ölçütü, kişinin hem kendi için hem de diğeri için “eğer kendi varlığını, değerini, anlamını yani kendini yaşayamıyorsa ilişkiden gitme hakkını" tanımasıdır. Bebeğin kişi olma serüveninden yetişkinin eş olma serüvenine tüm ilişkilerde, sevgi bir dünya olma cesaretiyse, ayrılık kapasitesi dünyanın penceresidir.
‘Aşk muamması’ hakkında beş kitap
Tanımı kişiye göre değişen, yaşama biçimi epey tartışılan ve pek çok yönüyle bir muamma olan aşktan bahsediyoruz. Aşka mercek tutan, onu yeniden anlamaya ve hakkında daha derin sorgulamalar yapmaya sevk eden bazı kitaplar imdadımıza yetişmektedir.
14-02-2019 14:07

Hazal Bakan
Hakkında sayısız roman, şiir, destan, şarkı yazılmıştır. Tanımı kişiye göre değişen, yaşama biçimi epey tartışılan ve pek çok yönüyle bir muamma olan aşktan bahsediyoruz.
Aşka mercek tutan, onu yeniden anlamaya ve hakkında daha derin sorgulamalar yapmaya sevk eden bazı kitaplar imdadımıza yetişmektedir. Kimisi dünyaca ünlü bu kitaplar, bizleri sarsacak, şaşırtacak, tahrik edecek ve bir o kadar zenginleştirici olacaktır. Sizlere onlardan 5 tanesini sunuyoruz. Keyifli okumalar, sevgiyle…
SEVME SANATI - ERICH FROMM
"Sevgi", insanlığın gelişmesinin ilk dönemlerinden başlayarak günümüze dek yaşayabilen vazgeçilmez bir duygu, anlam dolu bir sözcük. Hiç kuşkusuz, insanlar var oldukça yaşayacak. Tüm çabalar, uğraşlar, tutkular, yaratılan tüm sanat yapıtları bir anlamda hep sevgisiz kalmamak için belki de. Sevgiyi yaşarken kendimizden geçer, yokluğundaysa hastalanırız. Onu bastırdıkça daha çok özlemini çeker, gizledikçe değişik görünümlerin içine gireriz. İnsanların doğumlarından ölümlerine dek özlemle istedikleri, bekledikleri, elde edebilmek için her şeyi göze alabildikleri, bazen de değerini bilmedikleri bir duygu, sevgi. Tüm şarkıları, romanları, filmleri, düşlerimizi dolduran, tüm sanat yapıtlarına konu olan sevgi, insanların, doğal olarak yaşayageldiği bir olgu mu? Herkes -bir çiçeği, bir çocuğu, işini, güneşi, insanı- sevebilir mi? Sevgiyi herkes gerçekten duyabilir mi? Belki bu sorulara geçmeden önce sevgiyi tanımlamak gerekecek. Evet, nedir sevgi? Bir yeti midir? Bu doğal hak, giderek elimizden alınmakta mıdır? Ve biz, bunları biliyor muyuz?
Erich Fromm, bu yapıtıyla işte bu soruları yanıtlıyor, sağlıklı ve hastalıklı sevginin ne olduğunu, ona neden büyük bir istekle sarıldığımızı, neden insanın bir var olma sorunu haline geldiğini anlatıyor. Anne sevgisinden başlayarak cinsel sevgiye dek uzanan yolda, sevginin ne gibi güçlüklerle karşılaştığını, bu engellerin hangi ruhsal ve toplumsal koşullardan kaynaklandığını gösteriyor. Çağdaş Batı toplumlarında sevginin yozlaşmasının nedenlerini irdeleyerek, bu güzel olgunun yaşanabilmesinin bilimsel temellerini gösteriyor.
KÜNYE: Sevme Sanatı, ErichFromm, Çeviren; Yurdanur Salman, Payel Yayınları, 125 Sayfa
AŞK ÜZERİNE – ALAIN DE BOTTON
Alain de Botton, insanlığın yaşadığı en yoğun duygunun haritasını Aristo, Marx, Nietzsche, Wittgenstein, Tolstoy ve Stendhal'ın rehberliğinde çıkartıyor. Yazarın hınzır, duyarlı, gerçekçi ve bilge kaleminden aşkın tetiklediği ruh halleri birer birer dökülüyor.
Bize çok tanıdık gelen bu ruh halleri, derinlikleri, çelişkileri ve sırları ile karşımıza çıkıp aşka dair söylenen, düşünülen ve yaşanan her şeyi aydınlatıyor.
Felsefenin, statü endişesinin, çalışmanın ve seyahat etmenin inceliklerinden sonra sıra aşık olmanın zorlu, ancak bir o kadar da keyifli anları ile tanışmaya geldi.
KÜNYE: Aşk Üzerine, Alain de Botton, Çeviren; Ahu Antmen, Sel Yayıncılık, 225 Sayfa
AŞK SANATI – OVİDİUS
Ovidius'un bu yapıtı, adından da anlaşıldığı üzere, sevgiyi, sevgide başarılı olmayı, toplum kurallarını sarsmadan, karşılıklı ilişkiler içinde birbiriyle bağdaşmayı öğütleyen, kendince birtakım ilkeler öneren bir kitapçıktır. Yapıtın konusu gibi dili, şiirin uyumu da sürükleyicidir, hangi dizesi okunsa bir insan sıcaklığı, yaşamak isteyen, sevmek için çırpınan, bu özlemlerin en derinini duyan bir yüreğin vuruşları duyulur, yeter ki onu insancıl bir gözle görme yeteneği bulunsun. Ovidius, bu şiirinde okuyucuya yalnız sevinin, aşkın ne olduğunu öğretmekle kalmıyor, ondan hangi koşullar altında yararlanılabileceğini de gösteriyor. Ancak bu öğreticilik de yaşamda uygulamaya bağlıdır, belleğe yüklenen soyut bir bilgi yığını değildir.
KÜNYE: Aşk Sanatı, Ovidius, Çeviren; İsmet Zeki Eyuboğlu, Payel Yayınları, 118 Sayfa
AŞKIN PSİKOLOJİSİ – SIGMUND FREUD
Dört makaleden oluşan Aşkın Psikolojisi'nin ilk makalesinde Freud çocuğun cinselliğin ne olduğunu tam anlamasa da içinde bazı duyguların, özellikle erotik kökenli duyguların etkisini hissetmeye başladığını, özellikle erkek çocuğun annesine karşı olan aşırı sevgisi ve bağlılığının zaman içinde özellikle cinsel organını fark edince cinsel bir eğilime de dönüşebildiğini ve bunun sonucunda da babaya karşı düşmanca duyguların ortaya çıkabildiği söylüyor.
İkinci makalede Freud, anneyle fahişe arasındaki bölümlemeyi daha kapsamlı olarak yani hem kadın hem de erkek açısından tekrar ele alıyor. Ancak bu kez libidonun içindeki iki duygu akımı, şefkat ve cinselliğin karşıtlığını betimliyor. “Erkekler sevdiklerinde arzulamazlar, arzuladıklarında ise sevmezler,” diyor.
“Bekâret Tabusu” başlıkla üçüncü makalede Freud, kadın ile erkek arasındaki cinsel ilişkiye değiniyor. Kitaptaki son makale Freud’un kadınların ruhsal gelişimine ilişkin görüşlerindeki yeniden değerlendirmelerinin ve konuya ilişkin sonraki çalışmasının tohumlarını içeren bir makalesidir
Cesaretle ele aldığı konuları, cesaretle işleyerek psikanalizin kurucusu olmayı başaran Freud’un bu yapıtını da severek okuyacağınız inancıyla sunuyoruz
KÜNYE: Aşkın Psikolojisi, Sigmund Freud, Çeviren; A. Can İdemen, Cem Yayınevi, 88 Sayfa
AŞK ÜZERİNE BİR DİYALOG - EVE KOSOFSKY SEDGWİCH
Aşk Üzerine Bir Diyalog, queer kuram denildiğinde akla ilk gelen isimlerden Eve Kossofsky Sedgwick'in meme kanseri tedavisinin ardından gelen depresyon nedeniyle görüştüğü terapist Shannon Van Wey ile seanslarının izleğini anlatıyor. İlk bakışta hem terapist hem de danışan tarafından alınmış notlar gibi görünse de, esasen, bir dizi derinlemesine içe bakışın, karşılıklı dönüşümün, aşkın sınırsızlığının hikayesi denilebilir bu kitap için.
Sedgwick'in Türkçe'ye çevrilen bu ilk kitabında, kadınlık/kadın oluş, cinsiyet/cinsiyetsizlik, cinsellik, aşk, arzu, çocukluk, şişmanlık, beden, hastalık, ölüm/ölümsüzlük, dostluk, şiir/şiir oluş, yazı/yazı oluş üzerine allak bullak eden bir düşünce silsilesini sunuyor okura. Karşılıklı konuşmalarmış gibi görünen ama karşılıklı konuşmanın ikililiğini aşan, şahıs zamirlerini bile bulanıklaştıran, hangi kelimelerin/cümlelerin içe doğru söylendiği, hangilerinin terapiste ve/veya okura doğru söylendiği (ki bu haliyle okur bir katılımcı voyeur gibi görülebilir), hangilerinin sadece atmosfere doğru üflendiği hiçbir zaman açıkça anlaşılamayan, Sedgwick'in bu güncevari, diyalogvari, düzyazıvari, şiirvari, haibunvari denemesiyle buluşup ürkütücü, yırtıcı, neşeli, kırılgan, akışkan, devingen, muğlâk bir dil yaylasında yürümeye başlıyoruz.
Sibel Yardımcı'nın muazzam sorularıyla sorarsak eğer: "Eve konuşurken aslında kim konuşuyor? Hangi sesler onun içinden [through] geçiyor, hangi sözler onu kendilerine aracı kılıyor? Shannon konuşurken aslında kim konuşuyor? Eve'in yazdığı Shannon'da aslında kimin sesini duyuyoruz?"
KÜNYE: Aşk Üzerine Bir Diyalog, Eve Kossofsky Sedgwick, Çeviren; Özge Karlık, Ayrıntı Yayınları, 304 Sayfa
Türklük Sözleşmesi ya da her şeyin teorisi
09-02-2019 14:06

Engin Deniz
Türlük Sözleşmesi Barış Ünlü’nün son kitabı. Kitap hem adıyla hem de sosyolojik ve tarihsel olarak yeni bir model oluşturma iddiası nedeniyle tartışılmaya devam ediyor. Ünlü kitabının giriş bölümünde ABD’de katıldığı bir Kürt toplantısının ardından akşam misafir olarak kaldığı evde -açık fikirli bir sosyalist olmasına rağmen- Kürtler arasında kendisini “yabancı” ve “çok Türk hissetmesi” nedeniyle bireysel olarak bir iç görü ve değişim sürecine girdiğini, kitabın fikrinin böyle ortaya çıktığını ifade ediyor.
Kitabın son bölümünde “İsmail Beşikçi’den Barış için Akademisyenlere: Bir Dönüşümün Kısa Tarihi” başlığı altında ele alınan bölüm, kendisi de 2017’de KHK ile ihraç edilmiş bir isim olduğu için, aynı zamanda Ünlü’nün kendi dönüşüm hikâyesi olarak kitaba ayrı bir değer katıyor.
Ortaya konan modele birçok açıdan itirazım olmasına rağmen, içerdiği bilgi-belge ve yaklaşımlar itibariyle zengin ve okunmaya/tartışılmaya değer bir kitap olduğunu baştan söylemeliyim. Özellikle, “Türlük İmtiyazları, Türklük Performansları, Türlük Halleri” başlığı altında Gayrimüslim ve Kürtlerle yapılan görüşmelerden yapılan bazı alıntıların “kendini Türk hissedenler” üzerinde derin etki bırakacağı kanısındayım.
Ünlü’ye göre Türklük Sözleşmesi yazılı olmayan iki temel toplumsal kurala yaslanıyor.
1) Türkiye’de imtiyazlı ve güvenli yaşayabilmek için Müslüman ve Türk olmak gerekir.
2) Osmanlı’dan Cumhuriyet’e gayrimüslimlere ve Kürtlere yönelik soykırım, katliam, gasp, ayrımcılık, ırkçılık gibi uygulamalar hakkında doğruyu söylemek veya mağdurlarla empati yapmak yasaktır.
Eleştirilere geçmeden önce yazarın yöntemiyle ilgili iki temel soruna işaret etmek gerekiyor.
İlk olarak, Ünlü’nün düşünceden kavram üretmek yerine, kavramdan düşünce ürettiği görülüyor. Kavramlar belirli durumları ifade etmek ya da olguların ortak özelliklerini karşılamak için vardır. Kitap oldukça akademik bir üslupla yazılmasına rağmen, Sözleşme kavramı Stephen Hawking’in her şeyi açıklayabilecek bir formül arayışı misali, tarihten teoriye siyasetten sosyolojiye her şeyi sıfırdan açıklayabilecek bir anahtar gibi kullanılmaya çalışılmış ve bu da belli noktalarda bilimsel dayanaklar yerine sübjektif değerlendirmelerin ağırlık kazanmasına neden olmuş.
Ünlü’nün modelindeki bir başka önemli sorun da toplumsal olayları merkez-taşra ilişkisi içerisinde ele almış olması. Bu yaklaşımla (sınıfsal ilişki/çelişkileri silikleştirdiği için) tarihsel ve güncel olayların bütünlüklü olarak analiz edilmesi mümkün değildir.
Locke, Hobbes ve Rousseau’dan referansla türetilen Sözleşme kavramıyla başlayalım.
Sınıflı toplumlarda devlet-toplum ilişkisinin sözleşme kavramıyla bağdaştırılması, hem tarihsel olgular nedeniyle hem de devlet organizasyonunun doğası gereği sorunludur. Devlet ve toplum arasında tarafların tamamının hakim olduğu, sınırlarını bildiği, ortaklaştığı ve karar alıp uyguladığı somut bir tarihsel olaydan bahsetmek imkansızdır. Zaman içerisinde toplumun çoğunluğu tarafından benimsenen yazılı olmayan tavır, davranış ve kabuller olsa da bunları hem bütüne mal etmek hem de değişmez olduğunu söylemek imkansızdır. Diğer yandan, devlet mekanizması hem egemen sınıfın çıkarlarını öncelediği hem de yapısı gereği ürettiği kültür nedeniyle sözleşme yaparak değil, egemen sınıfın çıkarları doğrultusunda toplumsal eğilim ve talepleri maniple ederek varlığını sürdürür. Sözleşme kavramı belirli bir durumu ifade edebilecek bir soyutlama olarak kullanılabilir elbette, ancak yüz elli yıllık tarihsel-toplumsal değişim süreçlerini analiz etmek için pek de kullanışlı olamaz. Ayrıca yazarın kendisinin de belirttiği gibi, toplumun kendi içindeki farklılıklarını (sınıfsal, cinsel, kişisel, vs.) yok sayarak bir Sözleşmeden bahsetmek başka bir önemli sorundur.
Ünlü’nün modelinin temelden itibaren sorunlu olduğunu gösterdiği için şu alıntıyı bakalım:
“…Türlüğü, etnisite, vatandaşlık, ulusal kimlik veya ulusal aidiyet olarak ele almıyorum. Benim kavramsallaştırdığım şekliyle Türklük, Türklerin büyük çoğunluğunda gözlemlenebilen, farklı toplumsal sınıflara ve ideolojik aidiyetlere göre farklılaşsa da, sınıflar-üstü ve ideolojiler üstü ortaklıklar ve benzerlikler gösteren, belli görme, duyma, algılama, bilgilenme, ilgilenme, duygulanma, tavır alma halleri ve biçimleridir. Bireyin kendilerine ve benliklerine özgü olduğunu düşündükleri ve sağladığı düşünsel konfor nedeniyle öyle düşünmek istedikleri bu hal ve biçimlerin, aslında o bireylerin etno-tarihsel, toplumsal ve etno-dinsel yapının birer ürünü olduklarını iddia edeceğim. ” (sf13)
Etnisiteyi ve ulusal kimliği, etno-tarihsel ve etno-dinsel yapıdan ayrı düşünmek nasıl mümkün olabilir, gerçekten anlamak güç. Türklük kimliğinin, sınıflar ve ideolojiler üstü belli görme, algılama, bilgilenme, ilgilenme, duygulanma, tavır alma halleri olarak tarif edilmesi ise basit idealizmdir.
Egemen ideoloji yerine Türlük Sözleşmesi kavramını tercih etmesinin nedenini egemen gruba mensup alt sınıfları da kapsayan kapsamlı bir iktidar analizine olanak sağladığı için tercih ettiğini; alt sınıfların da kendi çıkarlarını çeşitli stratejiler ve performanslar yoluyla koruduklarını ve iktidar ilişkilerinden faydalandıklarını öne sürüyor yazar. Hem de “sudaki balık” misali çoğu zaman farkında olmadan bilinçsizce sahip oldukları görünmez imtiyazlar yoluyla.
Görünmez imtiyazlar egemenlik ilişkileri içerisinde önemli bir yer tutuyor. Kişinin toplumsal güç hiyerarşileri arasındaki konumu onun duyuşsal, bilişsel ve davranışsal durumunu da belirler. Doğru. Ancak toplumsal güç hiyerarşileri oluşturmak binlerce yıllık sınıflı toplum yapısının mütemmim cüzü sayılır. Aslında, Ünlü’nün sanki Türklüğe özgü bir durum gibi açıkladığı egemenlik ilişkileri ve ortaya çıkardığı toplumsal sonuç ve süreçlerin evrensel temelleri vardır. Ünlü’nün ortaya koyduğu modelin en zayıf noktası da belki de bu. Modelin evrenselle ilişkisi karşılaştırmalı olarak yapılmamış, uluslaşma süreçlerinin dinamikleri ve (geç) kapitalist gelişmenin handikaplarıyla bağları ortaya kon(a)mamış. Tam tersine ulus inşa süreçlerinin doğal bir parçası olan sınıfsal ittifaklar bile “sözleşme” modeliyle anlamsızlaştırılmış (sf: 189). Özgün olarak Türlük Sözleşmesi diye bir kavramdan söz edilecekse bu kavramın başka coğrafyalarda yaşayan toplumlarla ortak ve ayırıcı özellikleri net bir biçimde ortaya konmalıydı. Ünlü bunu yapmak yerine Siyah-Beyaz, Kadın-Erkek gibi farklı kategorilerle analoji yaparak modelini desteklemeye çalışmış.
Ünlü, daha sonra Türklük halleriyle ilişkilendirilmek üzere sayfalarca Siyahlık-Beyazlık çalışmalarından, Beyzaların imtiyaz ve davranış hallerinden söz ediyor, ancak Siyahlık-Beyazlık olgularını ortaya çıkaran gerçek tarihsel temelleri hiç irdelemiyor. Afrikalılar Amerika kıtasına nefret nesnesi olsunlar diye taşınmadı ya. Amerika’da kapitalizmin gelişim süreci kölelik sistemine bağlıydı. Bugün hala etkileri devam eden ayrımcılığın temellerine bakıldığında kapitalizmin sermaye birikimi için ihtiyaç duyduğu kölelik sistemi görülecektir. Kimliği gerçek tarihsel temellerinden koparıp salt belirli davranış ve performanslarla tanımladığınızda aslında içini boşaltıp belirsizleştirmiş olursunuz.
Ünlü, Türkiye tarihini bir sözleşmeler tarihi olarak açıklamaya çalışırken de aynı duruma düşürmüş kendisini. Osmanlı’dan Türkiye Cumhuriyeti’ne geçişte yaşanan düşünsel dönüşümü Osmanlıcılık, Müslümanlık ve Türklük sözleşmeleriyle açıklamaya çalışan Ünlü, doğal olarak altmış-yetmiş yıllık bir süreçte neden üç büyük sözleşmeye ihtiyaç duyulduğunu da açıkla(ya)mıyor. Osmanlı’nın zayıflığının ve dağılmayı önlemek için düşünsel tutkal arayışlarının temeline bakıldığında Avrupa’daki sınıflar mücadelesi ve kapitalizmin doğuşu görülecektir. Yazar belki de kitabında bolca eleştirdiği Marksizmle mesafesini korumak adına somut sınıf mücadeleleri yerine, sınıf mücadelelerinin yarattığı toplumsal çalkantılara odaklanarak tarihsel süreci soyut bir sözleşme kavramıyla açıklamaya çalışmış.
Kitapta Ermeni Soykırımı da Müslümanlık Sözleşmesi’nin bir sonucu olarak değerlendirilmiş. 19 yy’da Müslümanlık Sözleşmesinin taşrada kendiliğinden (!) hınç, öfke ve korku gibi otantik duygularla ortaya çıktığını ve bu sözleşmeyle birlikte Ermeni Soykırımının gerçekleştirildiğini iddia ediyor Ünlü (sf: 97). İttihat ve Terakki’deki Türkçü fikirlerin bu dönemdeki gücünün yok sayılması bir yana, bu yaklaşımla yüzlerce yıl bir arada barış içerisinde yaşayan halkların bir anda nasıl olup da bu denli düşmanlaşabildiğini açıklamak mümkün değildir. Ayrıca yerel güçlerin merkezi belirlediği fikri tarihsel olgular açısından sorunlu ve sübjektif bir değerlendirmedir. Fırsatçı yerel güç odaklarının Ermeni katliamlarındaki rollerini belirleyen Müslümanlık değil (maddi sonuçları itibarıyla bakıldığında) sınıfsal çıkarlardır.
Ünlü Cumhuriyetle beraber (tam olarak 1924 Anayasasıyla) Müslümanlık Sözleşmesinin kapsamının daraltıldığını ve Türlük Sözleşmesine geçildiğini ifade ediyor (sf: 166). Gayrimüslimleri dışarda bırakarak yapıldığı iddia edilen bu toplumsal sözleşmelerin varlığını seçme bazı olgularla desteklemeye çalışan Ünlü, Tekâlifi Milliye Emirlerini veya Müslüman Türkler tarafından başlatılan dini temelli-Cumhuriyet karşıtı çok sayıda ayaklanmayı tamamen görmezden geliyor.
Kitabın birçok yerinde “sudaki balık” metaforunu Türklerin sahip olduğu fakat farkında olmadıkları imtiyazları açıklamak için kullanıyor Ünlü. Ancak gerçekte suyun içi ve dışı her zaman bu kadar net sınırlarla belli değildir. Sayısız grev, direniş ve katliamdan biliyoruz ki devlet sınıf hareketinin yükseldiği dönemlerde Türklük, Müslümanlık gibi sözleşmelerle değil basbayağı bir sınıf sözleşmemesiyle tepki üretir.
Kitabın son bölümünde Kürt-Türk ilişkileri ve performansları zaman, mekan-uzam mefhumlarından bağımsız yeknesak durumlar gibi ele alınmış ki bu bilimsel açıdan sorunludur. Örneğin, bilimsel bir değerlendirme yapılacaksa Kürt-Türk ilişkilerinde sanayileşme-kentleşme gibi olguların etkisini, yarattığı değişimi görmezden gelmek ya da bahsedilen performanslarda bölgesel kimlik ağırlıklarının etkisini görmezden gelmek mümkün mü?
Bugün Türkiye’de Sünni ve Türk olmanın öteki kimliklerle kıyaslandığında genel olarak daha avantajlı olduğu bir olgudur. Ünlü, kuşkusuz haklıdır ancak bu olguyu açıklamak için ortaya koyduğu model hayli sorunludur. Sınıflar ve ideolojiler üstü, idealist açıklamalarla ilgi çekici kavramlar üretmek mümkünse de kalıcı bir model ortaya koymak pek mümkün değildir.
Not: Ayrıca, yazar Marksizm’i de katarak evrensel ideolojileri bir kaçış mekanizması olarak değerlendiriyor ve kitabın çeşitli yerlerinde eleştiriyor. Bu yazının sınırlarını aşacağı için bu eleştiriler başka bir yazıda ele alınıp tartışılacaktır.
Alzheimer tedavisinde beyaz ışık uygulaması çare olabilir mi?
29-01-2019 14:29

Çiğdem Gelegen
Işık uygulaması yoluyla Alzheimer hastalığına özgü beta amiloid plağı yükünün azaltılması
Alzheimer hastalığı kognitif işlevlerde dereceli bir azalma ile kendini gösteren ilerleyici nörodejeneratif bir hastalıktır. Hastalığın temel özelliği olan kognitif işlevlerde bozulma beyinde bu işlevlerin yerine getirilmesinden sorumlu farklı bölgelerde beta amiloid proteininden oluşan plakların birikimine bağlı olarak gelişir. Beta amiloid proteininden oluşan plakların sinir hücreleri üzerine nörotoksik etkilerinin olması ve söz konusu etkilerin hastalık patogenezinde temel bir rol oynamalarından dolayı birçok laboratuar söz konusu plakların oluşum mekanizmaları ve beyin dokularının söz konusu plaklardan nasıl temizlenebileceği üzerine çalışmalar yürütmüştür. Bu çalışmalarda ya beyinde amiloid beta plağının üretimini azaltmak ya da oluşan plakların beyinden temizlenmesinde kullanmak üzere, bu plakların temel bileşeni oluşan amiloid beta proteinlerini tanıyıp bu proteinlere bağlanacak antikorlar geliştirilmesi temelli stratejiler denenmiştir.
Beta amiloid plakları oluşumunda rol alan enzim işlevini baskılamak gibi plak oluşumunun farklı aşamalarını etkileyerek bu plakların oluşumunu engelledikleri gösterilen birkaç madde (tramiprosate, tarenflurbil ve semagacestat) Üçüncü Evre klinik denemelere kadar gelmiş ancak bu denemelerde söz konusu maddelerin amiloid beta plaklarının oluşumunu azaltmada etkili olmadıkları gözlendiği için bu maddeler ile çalışmalara son verilmiştir. Benzer şekilde klinik öncesi çalışmalarda beyin dokusunda biriken plaklara bağlanarak dokudaki plak seviyesini azalttığı gösterilen, bir antikor molekülü olan Bapineuzumab üzerine 2014 yılında yürütülen Üçüncü Evre klinik çalışmasında söz konusu antikorun Alzheimer hastalarında klinik olarak olumlu bir etkisinin olmadığı gösterilmiştir. Dolayısıyla Alzheimer hastalığı tedavisi, hastalığın temel patolojisi olan asetil kolin maddesi eksikliğini geçici olarak gidermek üzere kullanılan Rivastigmin gibi ilaçlarla sınırlı kalmıştır.
Ağustos 2018 tarihinde ‘’Nature Protocols’’ dergisinde yayınlanan bir çalışmada bir saat süresince 40 hertz frekansta beyaz ışık uygulamak yoluyla beyinlerinde yüksek miktarda beta amiloid plakları olan hayvanlarda beynin bağışıklık sistemini aktifleştirerek plak sayısının azaltıldığı gösterilmiştir. Vücudumuzun temel bağışıklık sistemi hücreleri olan B ve T hücreleri antikor ya da diğer bazı moleküller üretmek ya da makrofajlar gibi zararlı maddeleri yutmak yoluyla bizleri farklı hastalıkların tahrip edici etkilerinden korurlar. Bu hücrelere benzer bir şekilde, beynimizin bağışıklık sistemi hücreleri olan ve ‘’mikroglia’’ olarak adlandırılan hücreler sadece beyin dokusunda konumlanır ve beyin dokumuzu farklı hastalıklar ile patojenlerin yıkımlayıcı etkilerinden korurlar. Mikroglia hücreleri beynin farklı dönemlerinde farklı biçimlerde bulunur ve zararlı bir maddeye karşı savaşmak üzere aktif hale geldiklerinde maddeyi yutmaya hazır bir biçim alırlar (aynı vücudumuzda konumlanan ve bakterileri yutan makrofaj hücreleri gibi). Farede görsel korteks bölgesine bir saat süreyle 40 Hertz frekansta ışık uygulamak yoluyla bu bölgede 40 hertz seviyesinde aktiflik gösteren gama dalgalarının oluşumu teşvik edilir ve bu dalgalar mikroglia hücrelerinin biçim değiştirerek yutmaya hazır aktif hücrelere dönüşmelerini sağlar. Aktifleşen mikroglialar hayvanın beyninde yer alan amiloid beta plaklarını makrofajların bakterileri yuttuğu gibi yutarak beyinde plak sayısının azalmasına neden olurlar.
Hayvan modellerinde plak sayısını azaltmak yoluyla Alzheimer bulgularının zayıflamasına neden olduğu gösterilen bu uygulamanın insanlarda da etkili olması halinde Alzheimer hastalığının radikal tedavisinde yeni bir adım atılmış olacaktır. Beyaz ışık kullanılmasından dolayı mikroglia aktifleştirilmesine kullanılan bu yöntemin sinir sistemi hücrelerine herhangi bir zararlı etkisi yoktur ve bu da bu yöntemin önemli bir avantajıdır. Öte yandan bu uygulamada beyaz ışık farede görsel korteks bölgesine uygulanmış olup bu ışığın görsel korteks dışındaki diğer bölgelere uygulanmasında benzer şekilde 40 hertz gama dalgaları oluşumu ve takibinde mikroglia aktivasyonuna neden olup olmadığı test edilmemiştir ve bu da çalışmaya ilişkin önemli bir sınırlamadır. Ek olarak, bu uygulama fare dışında bir model hayvanda denenmemiş olup bu da uygulamaya ilişkin bir diğer sınırlamadır.
Bütün bunlara rağmen, çalışmanın çok yakın geçmişte yayınlandığını da göz önünde bulundurursak söz konusu çalışmanın Alzheimer tedavisinde yeni bir adım atma potansiyeli vardır. Konu üzerine çalışan araştırıcıların söz konusu sınırlamaları ele alacakları yeni çalışmalar yürüteceklerini ve bu çalışmalarla tamamen güvenilir, invazif olmayan bu uygulamanın Üçüncü Evre çalışma aşamasına kadar getirilmesini ümit ediyoruz.
Kaynak: Noninvasive 40-Hz light flicker to recruit microglia and reduce amyloid beta load. Singer AC, Martorell AJ, Douglas JM, Abdurrob F, Attokaren MK, Tipton J, Mathys H, Adaikkan C, Tsai LH. Nat Protoc. 2018 Aug;13(8):1850-1868.
'Bizim büyük sırlarımız': Yurttaşlıktan kabileye Palu ailesi
Peki bir üniversite hocasını “akraba evliliğinin önemsizliğinden” bahsedecek kadar bilim dışı olmaya iten nedir? “İçine cin kaçmış” denilerek bir çocuğu öldürenlerin olduğu yerde Cumhuriyet eleştirisi yapmak ama AKP rejimi gericiliğinden, toplumsal yozlaşmadan, hayatın dinselleştirilmesinden zerrece bahsetmemek, hangi statükolar için mümkün olabilmektedir?
14-01-2019 10:14

Ebru Pektaş
Palu ailesi hakkındaki tartışmalar sürüyor. Meseleye ilişkin belki de en çok ses getireni, İrfan Aktan’ın Boğaziçi Üniversitesi hocası Prof. Dr. Nükhet Sirman’la yaptığı röportaj oldu.1
Burada Sirman, “ölüsü üstünde tepinmeye” doyulamayan Cumhuriyet’i bir de Palu ailesi vakıasıyla ilişkilendirmemizi öneriyor. Buna göre çekirdek ailede ısrar eden Cumhuriyet, “sırlarla birbirine tutunmuş” bu ailelerden bir toplum inşa etmişti.
Bu sebeple Palu ailesi vakıasının infial uyandırması “aile sırlarının” dökülmesine tepki duyan “aileci bir ideolojinin” sonucu olarak görülmeliydi.
Sirman’a göre “Zaman içinde ailenin üzerine iki büyük yapı daha inşa edildi. Bir tanesi İslamiyet, öbürü de Cumhuriyet’le beraber modernizm. Bu iki yapının da aileden çok sayıda beklentisi vardı ve bu beklentiler karşısında aslında ailede ‘sırdaşlık’ yaygınlaştı. Sırlar, ailenin aslında kendisinden bekleneni yapmadığını, olması gereken gibi olmadığını gösteriyor.”
Buradan anlıyoruz ki Palu ailesinin bir TV programında milyonların önünde paylaşmakta hiçbir sakınca görmediği “aile sırları” aslında işin püf noktası imiş!
“(…) cemaat olur, mahalle olur, millet olur. Aslında sırlarla toplum olunuyor. Türkiye’de Cumhuriyet rejimi, başından itibaren akraba evliliğine karşı çıktı mesela.”
Bu durumda cemaat, mahalle, millet gibi sosyolojik olarak anlayabileceğimiz ölçekleri düşünürken, modernleşme dinamikleri(ona eşlik eden ideolojiler toplamı olarak “modernizmden” farklı), kentleşme, sınıflaşma, ulus-devlet gibi konulardan çok SIRLARA yönelmeliyiz.
Sirman hocaya SIR dayanmadığından, Cumhuriyet’in çekirdek ailede ısrar ettiği için akraba evliliğine karşı çıktığını ve aslında “akraba evliliği yapanların illa da sakat çocuğu olması gerekmediğini” aynı röportajda faş ediyor.
Evet, konu tamamı akraba evliliği yapmış ve geniş ailelerden oluşan Palu ailesinden açılmışken, Sirman hocanın, Cumhuriyet’in çekirdek aile dayatmasından ve 1926’daki Medeni
Kanun’la erkeğe güç verildiğinden bahsetmesi de oldukça anlamlıdır(!)
Palu ailesinde ensest olduğu için bu konuda da kimi incilerinden bizi mahrum bırakmamıştır Sirman hoca.
“Türkiye’de bazı kesimler akrabalık ilişkisini ensest olarak tanımlıyor. Oysa bu ensest filan değil. Fakat bu söylemle, devletle birey arasında bent oluşturacak geniş ailelerin oluşması engellenmek isteniyor.”
Demek ki asıl sorunumuz, ensestin varlığı ve yaygınlığı değil, bazı şeylerin yanlışlıkla “ensest olarak tanımlanması ve bu söylemle geniş aile oluşumlarının engellenmesi. Palu ailesiyle konunun burada nasıl bağlandığı sanırız yine SIRLAR ile ilgili!
Peki bir üniversite hocasını “akraba evliliğinin önemsizliğinden” bahsedecek kadar bilim dışı olmaya iten nedir?
“İçine cin kaçmış” denilerek bir çocuğu öldürenlerin olduğu yerde Cumhuriyet eleştirisi yapmak ama AKP rejimi gericiliğinden, toplumsal yozlaşmadan, hayatın dinselleştirilmesinden zerrece bahsetmemek, hangi statükolar için mümkün olabilmektedir?
Evden güç bela kaçıp polise sığınan, cinsel saldırıya uğramış çocuğun konu olduğu yerde “neyin aslında ensest olmadığını” tartışmak ne tip bir akıl tutulmasıdır?
SIRLARA DEĞİL HAYATA BAKARSAK...
Palu ailesi, cinler, fuhuş, uyuşturucu, müritler, ensest, şiddet ve cinayetten çok daha fazlasıdır.
Palu ailesi, yurttaş-birey oluşa çoktan rahmet okunmuş, cemaatleşmiş, kabileler toplamına dönüşmüş bir toplumun özetidir.
Palu ailesi, “bir toplum olma” fikrinin kusarak, öğürerek, salyalar saçarak reddedilmesidir.
Palu ailesinde somutlanan, neoliberal iklimin sosyal ve toplumsal destekten yoksun kalanlara kapalı cemaat yapılarını dayatması ve diğer yanda bu desteğe ihtiyaç duymayanları bile mikro-kozmoslardaki iktidar ilişkilerine sürüklemesidir.
Ataerkil gaddarlığın, kuralsızlığın yuvalandığı yer burasıdır.
Çocuğa işkencenin, istismarın, kadına şiddetin yuvalandığı yer “sırlar” değil burasıdır.
NOT:
Sıradanlaşan kötülük
Kötülük salt insan doğası ile açıklanamaz. Bireylerin önce çevrelerini daha sonra toplumu ve dünyayı anlamlandırma süreçlerine girebilmeleri, onları nesne oldukları kadar özne de yapar. Eğer bireyler ontolojik ve epistemolojik gelişim süreçlerini yaşayamazlarsa iktidarlar tarafından biçimlendirilmeye ve yontulmaya başlarlar. Bu da kötülüğün sıradanlaşmasını, politika alanında ortaya çıkmasını sağlar.
09-01-2019 13:22

Birtan Altan
Tekirdağ’ın Çorlu ilçesinde AKP’nin kamu kaynaklarını yağmalaması ve kamusal kurumları işlevsizleştirmesi ile meydana gelen tren kazasında onlarca yurttaş öldü, yüzlercesi yaralandı. Hukuk mücadelesi tıkanmış, toplumun “güvenilir unsurları” akademisyenlerin hazırladığı bilirkişi raporu, aklama raporu haline getirilmiş, aylardır tren faciası ile ilgili atılmış olan tek bir somut adım yok, sorumlular gizleniyor, facianın üstü örtülmeye çalışılıyor. Tren faciasında oğlunu kaybeden bir anne artık bu tepkisizliğe dayanamıyor ve her gün sesini sosyal medyadan duyurmaya çalışıyor.
Sosyal medyadan yaptığı paylaşımlara gelen kimi yorumlar ise insanı oldukça şaşırtan, üzen ve etkileyen cinsten oluyor. Oğlunu kaybetmiş bir annenin siyasi gösteri yaptığını söyleyenler, tren kazasının hükümeti yıpratmak için yapıldığını iddia edenler, anneyi vatan hainliği ile suçlayanlar ve alabildiğine yıpratıcı kötülük örnekleri…
İzmir’de, İZBAN işçilerinin 10 Aralık’tan bu yana devam ettirdikleri ve dün cumhurbaşkanlığı kararnamesi ile 60 günlük süre boyunca ertelenen grevleri ile ilgili sosyalistler dışındaki tüm siyasilerden akıl almaz yorumlar duyduk. AKP zaten 17 senelik siyasi pratiğinde toplamda 200.000 işçiyi ilgilendiren grevleri erteleyerek işçi düşmanı yaklaşımını ortaya sermişti.
Fakat İZBAN grevinde bu sefer hak ettikleri çalışma standardına ulaşmak için grev yapan işçilerin karşısına sendikacı kimliği ile bilinen CHP milletvekili Kani Beko ve yine CHP’li belediyenin dikildiğini gördük. Yine muhalif kimliği ile bilinen İzmir halkının önemlice bölümü de grevci işçilerin karşısına dikildiler ve aşağılayıcı, küçük düşürücü yüzlerce kötülük örnekleri gördük, duyduk…
Bize göre kötülük; ancak toplumsal ilişkiler, iktidar müdahaleleri ve siyasi süreçler ile birlikte düşünüldüğünde anlamlandırılabilir. Başka türlü halkın karşısında seçim zamanlarında “iyilik meleği” kesilen CHP’li siyasetçilerin ilgili örnekteki kötülüğünü, ya da kendisin de ailesi olan bir babanın evladını kaybeden bir anneye yaptığı kötülüğü nasıl açıklayabiliriz?
Acaba çoğu zaman her birimizin solcu, demokrat kimlikleri ile kanıksamış olduğumuz politik figürlerin ve ilişki ağlarının kamusal tartışma, eylem ve mücadeleler olmasa kötü yüzlerini ve kimliklerini görebilir miydik? Örneğin Aziz Kocaoğlu ve Kani Beko gibi “demokrat” isimlerin işçi düşmanı kötü tutumları, İZBAN işçileri greve çıkmasaydı ve haklı taleplerini haykırmasaydı açıkça ifşa olabilir miydi? Sanmıyoruz. Tarihin kimi dönemlerinde işçilerin, emekçilerin müdahalesi ile bu türlü kötülükleri görmemek imkansız hale gelir.
Sivas’ta aydınları diri diri yakan yobazlık, emekçi bir gazeteciyi, gencecik bir üniversite öğrencisini döverek öldüren polislik, Alevi oldukları için çocuklar da dahil onlarca insanı öldüren ülkücülük yukarıda örneklerini verdiğimiz kötülükler ile birlikte yorumlanabilir mi? Sanıyoruz iddialı olacak fakat cevabımız evet.
Yakın dönem tarihte peşi sıra izlediğimiz toplu katliamlar ve polislerin işlediği politik cinayetler birer dehşet dönemleri olarak hafızamızda kalıcı olmuş durumdalar. Peki, radikal kötülük olarak da adlandırılan bu kötülükler ile ilk iki paragrafta örneklerle açıkladığımız iki sıradanlaşan kötülük örneği arasında nasıl bir bağ kuruyoruz?
Kötülük salt insan doğası ile açıklanamaz. Bireylerin önce çevrelerini daha sonra toplumu ve dünyayı anlamlandırma süreçlerine girebilmeleri, onları nesne oldukları kadar özne de yapar. Eğer bireyler ontolojik ve epistemolojik gelişim süreçlerini yaşayamazlarsa iktidarlar tarafından biçimlendirilmeye ve yontulmaya başlarlar. Bu da kötülüğün sıradanlaşmasını, politika alanında ortaya çıkmasını sağlar.
AKP’nin 17 yıllık siyasi pratiğinde faşizmin kurumsallaşması bağlamında kat ettiği en önemli mesafe sendikaları, meslek örgütlerini, gazeteleri, medyayı, kültür ve sanatı teslim alması, aydınların topluma seslenme kanallarını tamamen yok etmesidir. Saray rejimi toplumun tartışma, eleştiri ve fikir edinme kanallarını ortadan kaldırarak bireyi seyirci konumuna geçirmiş ve rejimin kabul ettiğini kabul eder, reddettiğini ise reddeden bir nesne haline çevirmiştir.
Saray rejiminin yaratmış olduğu birey, Maraş Katliamı sanığı, daha sonra MÇP listelerinden milletvekili seçilen Ökkeş Şendiller’den farklı mıdır? Ökkeş Şendiller, bir belgeselde katliamı anlatırken “diğer insanlar gibi ben de onların koştuğu yere koştum” diyor ve fikirsiz biri olarak kitleye eşlik ettiğini itiraf ediyor. Sıradanlaşan kötülüğe iyi bir örnek olan ülkücü Şendiller, aslında kendisini olayların dışında tutmaya çalışırken, nasıl da “normal” bir şekilde kötülüğün parçası olduğunu itiraf ediyor. Sıradanlaşan kötülüğün (fikirsizleşen bireyin) nasıl da canice işlenen bir katliamın parçası olduğunu bu örnekte görüyoruz.
CHP’li Kani Beko da tüm değer yargılarını ve fikirlerini bir kenara iterek İZBAN işçilerinin grevi ile ilgili şöyle söylüyor: “Grevin asıl sebebi yerel seçimler öncesi İzmir’de ulaşımı felç etmektir.” Kani Beko, Saray rejiminin yaratmış olduğu sıradan bireye farklı bir açıdan iyi bir örnek oluyor. İZBAN işçilerinin yaptığı eylem ile tüm bağını yitirmiş olan Beko, Saray Rejimi’nin oluşturmuş olduğu makinada sadece bir dişli olarak var olabiliyor. Tıpkı oğlunu Saray Rejimi’nin kamusal kaynakları tasfiye etmesi ve ulaşımı özelleştirmesi ile yaşanan tren faciasında kaybeden anneye, çocuğu olan bir babanın “vatan hainliği” yaftası yapıştırması gibi. O baba da rejimin kafesinin içine hapsolmuş ve rejimin ürettiği argümanlardan başka türlü düşünme kabiliyetini yitirmiş.
Tıpkı iyiyi ve kötüyü topluma yaklaşımından, bireylerle kurduğu bağdan değil de rejimin yarattığı tarikatlardan, sarayda oturan reisin ağzından çıkan laflardan öğrenen ve bir çocuğu tekmeleriyle öldürmenin kötülük olamayacağını düşünen polis gibi. Sıradanlaşan kötülük, rejimin ve sarayın reisinin istekleriyle yaygınlaşıyor.
Sıradanlaşan, politik alana devşirilen kötülüğün mimarı olan ve her geçen gün faşist yönelimini açığa çıkaran Saray Rejimi’ne karşı mücadelemiz baki elbet, fakat rejimin oluşturduğu yörüngede tüm fikirlerini kaybeden ve sıradanlaşan kötülüğe mahkum kalan “demokrat” siyasetçilere de bir sözümüz olacaktı tabi.
Bize göre iyilik ya da kötülük politik alanın konusudur. Ve kötülük, hareketsiz dönemlerde gizli kalmayı başarsa bile tarihin kimi momentlerinde kendisini fırtınalı bir şekilde açığa vurur: Kimi zaman bir grup işçinin direnişiyle kimi zamansa evladını kaybeden bir annenin haykırışıyla...