Cem Koro yazdı | Türkiye hangi blokta: Avrasya mı Atlantik mi?

Cem Koro yazdı | Türkiye hangi blokta: Avrasya mı Atlantik mi?

Ergenekon ve Balyoz Davaları ulusalcı damarı etkisizleştirmeye yönelik en güçlü vuruşlardı. Fakat bu dönem Fethullahçıların da orantısız bir şekilde güçlenişine sahne oldu.

Cem Koro

Montrö’den çekilme tartışmaları, 104 emekli amiralin yazdığı bildiri, darbeye(!) ne kadar karşı olduğunu göstermek için yarışan kurumlar, siyasetçiler… Bir anda gündemimizi işgal eden, ettiği gibi de AKP’nin dört elle sarıldığı propaganda malzemelerine dönüşen konular bunlar. Peki bundan mı ibaretler? Bütün bu vaveyla basit bir gündem değiştirme operasyonu için mi kopuyor? Buna evet demek ancak Türkiye’deki devlet içi ve dışı çelişkileri küçümsemekle mümkün olabilir. Oysa yirmi yıllık AKP iktidarı bize gündem değiştirme diye adlandırılıp kaçılan konuların gündemin ta kendisi olduğunu öğretmiş olmalı. O halde bu gündemleri geçiştirmek yerine çözümlemek gerekiyor.

Öncelikle söz konusu gündemin çıkış kaynağını hatırlamakta fayda var. Erdoğan’ın İstanbul Sözleşmesi’nden bir Cumhurbaşkanlığı kararnamesiyle çekilmesiyle başlayan tartışmalar, Meclis Başkanı Mustafa Şentop’un “Cumhurbaşkanı Montrö Boğazlar Sözleşmesi’nden çekilebilir mi” sorusuna “Evet yapabilir” şeklinde başlayan bir yanıt vermesiyle boyut değiştirmişti. Her ne kadar kendisi sonrasında bunun teknik olarak mümkün olduğunu anlatmak dışında bir amacı olmadığını belirtse de artık ok yaydan çıkmıştı. Kendisinin niyetini okumamız mümkün olmasa da Rusya ile Ukrayna arasındaki gerilimin Avrasya ve Atlantik blokları arasında sıcak çatışmaya dönüşmeye meyyal olduğu bir dönemde Montrö’yü meramı anlatmak için verilen sıradan bir örnek olarak değerlendirmek pek makul gözükmüyor. İşte 104 emekli amirali tavır koymaya sevk eden esas unsur da metinden anlaşılacağı üzere Montrö’nün tartışmaya açıldığı düşüncesi. AKP’nin bu tarz müdahalelere karşı olası tepkisi söz konusu amiraller tarafından bilindiğine göre bu riski almaya değer bir durum gördükleri aşikar. Eğer amirallerin AKP’nin gündem değiştirme siyasetinin parçası olmak için kendilerini tehlikeye attığı gibi saçma bir komplo teorisine sahip değilsek meselenin gündem değiştirmenin ötesinde boyutları olduğunu, dış politikaya ait iki farklı eğilimin karşı karşıya geldiğini kabul etmek zorundayız.

Peki bu iki eğilim nedir? Bunu açıklamak için meselenin çıkış noktası olan Montrö’yü bu kadar önemli kılanın ne olduğunu vurgulamak gerekiyor. Montrö Boğazlar Sözleşmesi teknik ayrıntılara girmeksizin özetlemek gerekirse iki temel unsuru içermektedir:

1. Türkiye’nin Boğazlar üzerinde egemenliğinin tanınması(askeri tahkimat yapabilmesi, geçişleri esasları sözleşmede tanımlanmış şekilde yönetme yetkisi vb.)

2. Savaş gemilerinin geçiş rejiminin Karadeniz’e kıyıdaş ülkelerin lehine düzenlenmesi.

AKP’nin muradının ikinci unsuru tartışmaya açmak olduğu, bunun da Rusya aleyhine ve ABD lehine bir nitelik taşıdığı, amirallerin de bu duruma karşı çıktığı net olarak anlaşılıyor. Buradan da iki eğilim çıkıyor: Türkiye’nin dış politika ekseninin Atlantik bloku olması gerektiğini savunanlar ve Türkiye’nin geleceğini Avrasya blokunda görenler. Birinci eğilimin pazarlıktaki gücünü artırabilmek için Rusya kartını oynayabildiği, taktiksel davranabildiği görülürken ikincisinin daha “ilkesel” bir tutumu olduğu anlaşılıyor. Bunların birer klik mi yoksa konjonktürel olarak değişim gösteren dinamik taraflaşmalar mı olduğunu anlamak için Türkiye’nin uluslararası sistemdeki yerine dair devlet içinde ortaya çıkmış farklı eğilimleri dünden bugüne değin takip etmek gerekiyor.

Bunun için Birinci Paylaşım Savaşı’nın bittiği döneme kadar geri gitmeliyiz. Türkiye’nin emperyal hedeflerle girdiği fakat elindeki toprakların büyük bir kısmını kaybederek çıktığı bu savaşın ardından, kalan topraklarını da kaybetmemek için yürüttüğü Kurtuluş Savaşı’nda tek ve zorunlu müttefiki Küçük Asya’da ve Boğazlar’da İngiliz emperyalizminin hakimiyetini istemeyen Sovyetler Birliği’ydi. Bu, iki taraf için de bir seçim değil zorunluluktu. Kurtuluş Savaşı’nın kazanılması ve Türkiye Cumhuriyeti’nin bağımsızlığının uluslararası sistemce tescillenmesinin ardından bu ittifak ilişkisi tedrici olarak zayıfladı. Yeni rejim “muasır medeniyetlerle” yani Batılı kapitalist ülkelerle güçlü ilişkiler kurduğu, komşularıyla dostane bağlar oluşturduğu ve bunları yaparken Sovyetler’in gazabını üstüne çekmediği bir döneme ihtiyaç duyuyordu. Böyle bir dönem içerideki iktidarını tahkim etmek için de gerekliydi.

İkinci Paylaşım Savaşı gelip çatınca bu “tarafsızlık politikası”nı uygulamak oldukça zorlaştı. Savaşın başında Nazi canavarının karnını krom ticaretiyle doyuran Türkiye, SSCB’nin zaferinin kesinleşmesinin ardından Türkçü faşist hareketin liderlerine -Nihal Atsız, Alparslan Türkeş vb.- yönelik davalar açarak ve sonunda sembolik olarak Almanya’ya savaş ilan ederek yine teraziyi dengeleme yoluna gitti.

Teraziyi dengede tutmaya dair çaba dünyanın kapitalist ve sosyalist bloklar arasında bölündüğü ve Türkiye’nin bir seçim yapmaya zorlandığı Soğuk Savaş’la birlikte terk edildi. Türkiye’nin tarafı belliydi, “demokrasi”lerin yanı! Kapitalist düzenin ve doğal olarak devletin bekasının yolu NATO’dan geçmekteydi. Bu sebeple Türkiye’deki hakim siyaset DP-CHP bölünmesine rağmen 60’lara kadar bu yoldan gitmekte mutabıktı.

60’lar ve 70’ler ise antiemperyalist ulusal kurtuluş mücadelelerinin, Küba’nın, Vietnam’ın dönemiydi. Türkiye’de ulusal kalkınmacı, “bağlantısız” bir milli demokratik devrimin mümkün olduğuna dair tezler, mantıksal sonucu olan NATO karşıtlığıyla birleşti. Bu tezler ordunun içine sızınca tehlike çanları çalmaya başlamıştı. Devletin içinde iki kutuplu dünyanın sosyalist kutbuna yakın bir klik, ordunun içinde bir cunta olarak oluşmaya başlamıştı. Bu cuntanın yükselen devrimci hareketle birleşme ihtimali Türkiye burjuvazisi ve devletine harekete geçmenin zorunlu olduğunu gösteriyordu. Zira Türkiye egemen sınıfı değil sosyalist blokun herhangi bir kanadıyla ittifak içinde olan sosyalist bir Türkiye’ye, Bağlantısızlar Hareketi içinde ulusal kalkınmacı bir yol izleyen bir Türkiye’ye bile tahammül gösteremezdi. 12 Mart’la devlet, içindeki ayrık otlarını “temizledi”. Tehdit ortadan kalkmayınca faşist kontrgerilla devreye sokuldu, bu da yetersiz kalınca 12 Eylül’de “ordu yönetime el koydu”. Devlet kendi içindeki “sapmasının” kökünü kazıdı. Bunu yaparken bugünkü taraflaşma ve hesaplaşma içinde de önemli rolü olan bir olgu kendisini göstermeye başladı: Türk/İslamcılığın(ülkücülüğün) yani normalde kontrgerillanın motivasyon kaynağı olan ideolojinin sokaktan devlete sızması.

80’lerde ABD karşıtlığı devletin içinde kendisine bir yer bulamadı. Zaten SSCB’nin yavaş yavaş çözüldüğü ve sonunda yıkıldığı bir dönemde bunun nesnel zemini de yoktu. 90’lara gelindiğinde ise bugünkü taraflaşmanın mahiyetini belirleyen üç olgu ortaya çıktı ya da sivrildi; Kürt Siyasi Hareketi (KSH); siyasal İslamcı hareket ve ulusalcılık. KSH devleti dışarıdan sıkıştıran bir etkenken, ulusalcılık ve siyasal İslam devletin içinde de kendisine yer buldu. Ulusalcılığın temel motivasyonu küreselleşmenin ve ABD’nin ulus devleti yok etmesini ve irticanın yükselişini engellemekti. Siyasal İslam farklı tarikat ve cemaatlerle(en önemlisi bilindiği üzere Fethullahçılar) devletin içine sökün ediyordu. Türk/İslamcı hareket ise KSH’nin yükselişini bastıracak bir odak olarak kendisini gösterdi. Bu sayede gerek toplumda gerekse devletin içinde önemli bir güç elde etti.

2000’lere geldiğimizde artık günümüz devletinin bileşimi ana hatlarıyla ortaya çıkmıştı: Türk/İslamcı hareket, siyasal İslamcılar, ulusalcılar… Bu üç kliğe ideolojik angajmanlarındaki fluluktan dolayı bir klik değil öbek diyebileceğimiz NATO’cu Kemalist, sağ Kemalist ya da sadece Atatürkçü olarak ifade edilen grubu da ekleyebiliriz. Bu kliklerin dış politikadaki perspektiflerine baktığımızda iki şey dikkat çekmektedir. Bunlardan birincisi Çin ve Rusya’nın yükselişiyle birlikte Avrasyacılığın ulusalcılığın mütemmim cüzü haline gelmesidir. Bu yükseliş sayesinde ulusalcılar sonunda ABD’ye karşı bir direnek noktası bulmuşlardır. İkincisi ise siyasal İslam ve Türk/İslamcılığın SSCB’nin yıkılmasıyla birlikte ABD’ye karşı önemli bir hareket serbestisi kazanmasıdır. Onlar için kapitalist Rusya eski dostları ABD’yi köşeye sıkıştırmak için her zaman masaya sürülebilecek bir kart halini almıştır (Bu kartı kullanmayı eski alışkanlıklarından mıdır bilinmez son dört yıl hariç pek tercih etmemişlerdir).

2000’ler ve 2010’lar bu kanatların birbirlerine karşı sayısız hamleleriyle geçti. Ergenekon ve Balyoz Davaları ulusalcı damarı etkisizleştirmeye yönelik en güçlü vuruşlardı. Fakat bu dönem Fethullahçıların da orantısız bir şekilde güçlenişine sahne oldu. 15 Temmuz darbe girişiminin bastırılışıyla birlikte Fethullahçılardan boşalan makamlar siyasal İslam’ın diğer kanatları(diğer cemaat ve tarikatlar); ulusalcılar ve ülkücüler arasında kapışıldı. Bu yeni güç dengesi ise içinde bulunduğumuz siyasal atmosferi yarattı.

Bütün bu anlatılanlar birleştirildiğinde bu ayrışmalara klik denmesinin gayet mümkün olduğu ortaya çıkıyor. Fakat bu oldukça kısıtlı özet bile Türkiye’deki iç çelişkilerin Avrasya-Atlantik ikiliğine sıkıştırılamayacak kadar derin olduğunu gösteriyor. Avrasyacılık ve Atlantikçilik farklı ajandalara ve toplumsallıklara yaslanan, yeri geldiğinde birbirlerinin “kellesini alan” bu kliklerin sadece sureti olabilir, aslı değil.

“Peki tüm bu parçalılığa rağmen devletin nasıl tek bir dış politikası olabiliyor?” sorusu sorulabilir. Bunun iki yolu var: Ya başat klik kendi politikasını dayatır ya da klikler arası asgari bir müşterek, devlet politikası haline gelir. Birincisinin örneğini Suriye ve Libya’daki İhvancı hamlelerde, ikincisinin örneğini ise Kürtlere karşı uygulanan politikada görmek mümkün. Yani bu parçalı yapısına rağmen devleti bir bütün olarak değerlendirebiliriz. O halde kliklerin hangi bloka yakın olduğunu tartıştığımız gibi devletin de hangi bloka yakın olduğunu tartışabiliriz.

Yukarıda da özetlendiği gibi Soğuk Savaş süresince bunun şeksiz şüphesiz tek bir cevabı vardır: Atlantik. Bu zaman aralığını Soğuk Savaş’ın bitiminden neredeyse günümüze kadar uzatmak da mümkündür. Ulusalcılığın güçlendiği dönemleri bunun istisnası sayamayız zira ulusalcılığın Avrasyacılıkla yaptığı mantık evliliğinin bir aşka dönüştüğü 2010’larda bile bu eğilim devletin dış politikasını belirleyebilecek bir etkiye sahip olmadı.

Türkiye’nin Atlantik dışındaki bir ihtimali ciddi olarak yoklamasını ulusalcılığın güçlenmesi değil ABD’nin YPG’ye Kobani süreciyle başlayan ve günümüze kadar artarak devam eden askeri desteği tetikledi. Bu gelişme kliklerin bir mutabakat halinde Avrasya’ya yönelmesine sebep oldu. Bu durum Türkiye’nin kağıt üzerinde NATO üyesiyken Rusya’yla çok yakın ilişkiler kurması sonucunu doğurdu. Öyle ki Türkiye’nin NATO üyeliği pek çok odak tarafından sorgulanır hale geldi. AKP ve MHP için taktiksel, ulusalcılar için ilkesel olan bu dış politika dört yıl boyunca önemli badirelerle karşılaşsa da devam etti. Şimdiki Ukrayna badiresi ise Rusya’nın otuz dört Türk askerini katlettiği saldırıdan bile daha netameli gözüküyor. Çünkü bu sefer Türkiye manipüle edilmeye müsait iç kamuoyu değil Atlantik bloku tarafından sıkıştırılıyor.

Türkiye geçmişteki zorunlulukların aksine şu anda alt emperyalist bir aktör olarak seçim yapabilecek durumda. Siyasal İslamcıların ve Türk İslamcıların tercihlerini Atlantikçi asıllarına rücu etmekten mi, Avrasya’ya daha da bağlanmaktan mı yana kullanacaklarını zaman gösterecek. Karar alıcı konumda olmayan bir baskı unsuru olarak Avrasyacıların neler yapacaklarını da…


 


 

DAHA FAZLA