Cem Kalender ile "Kayıp Gergedanlar" üzerine
Kayıp Gergedanlar’ı okurken, ölenlerin de, sağ kalanların da fısıltılarını duyacaksınız her sayfada. Elbistanlı biri olarak ailemin evinde Kahraman Maraş Olayları İddianamesi’ni okuduktan sonra İstanbul’da Kayıp Gergedanlar’ı bulmak bir acayip deneyim oldu benim için.
Evren Jülide Koç - İleri Haber
Ailemin ayrıntılarına girmekten, benimse sormaktan imtina ettiğimiz bir konu olmuştu hep Maraş Katliamı. Söz konusu katliam olunca kahramanlığı kalmıyor bir kentin. Cem Kalender, hala kanayan bu tarihi ve izdüşümlerini gerek yarattığı kurguyla, gerekse kullandığı dil ile çok yalın ve bir o kadar da etkileyici bir biçimde romanına sindirmeyi başarmış. Yeni romanı ile ilgili daha sonra tekrar buluşacağız kendisiyle ama şimdi Kayıp Gergedanlar’ı arama zamanı.
Kafkaesk bir anlatı Kayıp Gergedanlar. Üzerine konuşamadığımız suçların, acıların, söylemlerin anlatısı. Sizin romanınız geç bir konuşma denemesi mi?
Aslında yazmaya başladığımda böyle bir roman tasarlamamıştım. Yazdıkça değişti kitap, başkalaştı ve yeni kapılar açıldı. Matruşka gibi açtıkça başka bir şey çıktı. Normalde yazar, oturur önce kurgular yazacaklarını ve yazar. Ama bu kitap böyle olmadı. Öyle bir şey oldu ki, açtıkça açtı ve katmanlar oluştu ve benim de beklemediğim, hayal etmediğim bir roman oldu, aslında beni de aştı kitap. Geç bir konuşma denemesi denebilir mi bilmiyorum ama böylesi bir olayın yazılabilmesi için bir kere tarih olması gerekiyor, yara henüz kabuk bağlamamış. O yüzden de ajite etmeden nasıl romanlaştırılabilir diye çok kafa yordum. Biraz da şansım yaver gitti tabi
Bedenin ruhsal içeriklerini içeren ‘ben’ olarak temsilinin metaforu bahçedeki kuyu. Çocuk için en güvenli ortamı, sıvı öğeyi, yaşamı içeren rahmin de metaforu. Kuyu çocukların, aynı zamanda Suna Hanım’ın da koruyucu teni gibi. Kuyunun koruyucu işlevini ve metaforik karşılığını kurgularken ve bahçeye kazdırırken dikkatli bir okuyucu kuyunun ölümü de içereceğini anlıyor. Acıları tarih öncesi gibi yaşıyoruz ve aslında memlekette her yer bir ölüm kuyusu sanki ve çok fazla acı var. Dilin yetmeyeceği kadar… Dil, özel, politik, felsefi metinler olarak üzerinde durduğunuz bir alan sanıyorum. Özellikle mi böyle bir dil seçtiniz?
Evet özellikle böyle bir dil seçtim. Söylediğim gibi önce dili kurdum sonra ögeleri yerleştirdim. Ben Zizek okurken Lacan’a ulaştım. Çok da iyi oldu. Lacan’ın dil kuramı beni derinden etkiledi. Şöyle bir düşünce var Lacan’da: İnsanın ilk öğrendiği kimlik cinsel kimliğidir, sorun buradan başlıyor, insan ilk önce dilini öğrenmiş olsaydı çok farklı olurdu.
Kitabı ilk başta Lacan’ın bu kuramı üzerine kurmaya çalıştım. Çocuk doğduğunda ilk kimlik olarak dili edinseydi, doğduğu anda bütün ihtiyaçlarını, taleplerini vasıtasız dillendirebilseydi -çünkü çocuğun dillenmesi 3 yaşı bulur ve o zamana kadar bütün stresi yüklenir ve biliçaltı oluşur- insan bu kadar sıkıntı yaşamayacaktı, özerkliğini de kazanmış olacaktı.
Buradan yola çıkarak ‘doğal insan’ yerine problemlerin hep bilinçdışına atılmasından kaynaklı tuhaf ucube bir yaratık ortaya çıkıyor. Ne olduğu belli değil, tanımlanamaz, kendine göre tanım yapıyor ama tanım hiçbir zaman doğru olmuyor. Deluze de olduğu gibi bir tanım yapıyorsun, o başka bir tanımı açıyor, matruşka gibi ve insan aslında böyle bir şey. Tanımlanamıyor, tanımladıkça karmaşıklaşıyor, yabancılaşıyor.
Kitapta da kültürün dilinde boğulan bir aile var. Annelerinin ölümünden sonra intihar eden dört yetişkin insan var. Kültürün, dilin taşıyıcısı olmayı reddeden ve ölmeyi tercih eden dört acayip insan. Bunun kültürel geçmişi ne olabilir diye sorduğunda, korkunç bir katliam geliyor insanın aklına ve buna bağlı güçlü bir travma. Ermeni kıyımı olabilir, Maraş katliamı olabilir ki Maraş’ta ikisi de yaşandı. Ben o kadının ailesinin de geçmişinde, genlerine işleyen benzer bir travma olduğunun düşünüyorum, bunu bilmiyorum ama inanıyorum. Burada işte dilin insana faydadan çok zarar verdiğine inanıyorum, sonradan edinilmiş çünkü dil. Diyor ya Lacan: Bakışımız bize ait değildir, sözümüz bize ait değildir çünkü bizden çıkmıştır artık. Dil de insana ait değildir, dil bize ait olsaydı zaten sonradan edinmezdik. Bundan sebep bu ailenin yaşadığı sıkıntıların kaynağı dilin yetersiz olması ve en önemlisi de bize ait olmaması.
İnsan zulmünü, vahşeti kavramak için politik, felsefi metinler, filmler, edebi, sanatsal eserler üretildi. Tragedyalardan Auschwitz’e, Bosna’ya hatta Çeçen savaşına kadar. 19-24 Aralık 1978 Türkiye’de askeri faşist diktatörlüğün koşullarını hazırlayan katliamlardan en büyüğü. Ancak edebiyatımızda kurgu, anlatım, teknik yönüyle okuyucuyu adeta olduğu yere mıhlayan bir ilk anlatım Kayıp Gergedanlar. Maraş iddianamesinde de yer alan bir olay yine 22 Nisan 2011’de yaşanan intiharlara uzanıyor. Bu büyük travmanın toplumsal yaşamda ve bellekte hatta inkârda izini sürmenizde Maraşlı olmanızın etkisi var mı?
Var, hem de çok etkisi var. Aslında şöyle, Alevi bir ailede yetişseydim böyle bir roman yazamazdım, Sünni bir aileden olmam beni “patavatsız” kıldı, özgür kıldı. Ama şurası var, katliam romanı nasıl yazılır, Alevi-Sünni çatışması nasıl yazılır -ki bu olayda bir çatışma değil düpedüz katliam var- bu nasıl yazılır? Kitapta oldukça vurdumduymaz bir dil kullanmaya çalıştım, kitabi onun üzerine kurmadım, ‘geçiyordum uğradım’, ‘şöyle bir bakıp gideceğim’ diyen bir dil kullandım. Bazı eleştiriler geldi, dil çok basit diye ama olay çok sert zaten. Özellikle ‘göz ucuyla’ bakmaya çalıştım. Dışardan bir kalem olmanın avantajını kullandım ama tuzağa da düşmemeye çalıştım, özellikle Alevi-Sünni kavramını kullanmadım, iki ayrı kelime uydurdum, Maraş demedim eski adını kullandım. Aslında burada derdim senin de dediğin gibi mesele Maraş katliamını anlatmak da değil, bunu toplama kamplarına da uyarlarsın, Ermeni katliamına da uyarlarsın, Çorum’a da uyarlarsın. İnsana ait, hani şairin dediği gibi “İnsanım ve insana dair hiçbir şey bana yabancı değil” Markistler çok sever bunu, ama aslında insana dair pek çok şeye de çok yabancı hissediyoruz. Ben aslında kendi kitabıma da yabancı hissediyorum, bu kitap benden mi çıktı diyorum, diğer kitaplarımda mutlaka kendimi bulurum ama bunda bulamıyorum, tuhaf bir kitap yani.
Gergedanlar saraylarda, masallarda, mitolojide rastlanılmayan, Albrecht Dürer’e kadar pek sanata girmemiş hayvanlar. Coğrafyamızda izi olan bir tür de değil. Eugène Ionesco’nun Gergedan’ı ve Ülkü tamer’in aynı adlı dergisi dışında da rastlamadım. Neden gergedan ve gergedanlarla birlikte kaybolan, asla bulunamayacak olan ne?
İşte o Lacan’ın kayıp nesnesi. Gergedanlara gelince, ya neden bilmiyorum ama gergedan bana hep çok estetik gelir, hayvan besleseydim gergedan beslerdim herhalde. Albrecht Dürer’in gergedanı hiç görmeden, tarifle çizdiği söylenir. Ben de baktım, bu hayvanın mitolojik olması lazım dedim, neden bu hayvan mitolojiye girmemiş. Bizim memleketimizde de hiç yaşamamışlar. Bizim topraklarda gergedanlara yer yok aslında. Katlediliyorlar. Alevilere yer yok, Ermenilere, Kürtlere yer yok, Çingenelere yer yok bu topraklarda… Yabancı, tanımsız. Aslında katliamın kendisi de yabancı, bir yere oturtamıyorsun. Ama Maraş Katliamı başlı başına tanımsız. Ermeni kıyımını determinist bakış açısıyla yazarsın, Sivas katliamını yazarsın belki ama Maraş katliamını bir yere koyamazsın. Üç gün sonra o insanlar katledildikten üç gün sonra, katiller “biz ne yaptık!” diyorlar. Pek çok açıklama getirilebilir, dönemin politik manzarası çizilebilir ama sıradan insanların, komşusunun tavuğuna kış demeyecek insanların bir anda hamile bir kadının karnını parçalayacak hale gelmesini ben tanımlayamıyorum. Ortada “gitsinler, evlerine biz oturalım” gibi maddi bir sebep yok. Oradaki öldürenler komşular, eline baltayı nacağı alan birlikte büyüdüğü komşusunu öldürüyor. Bunu anlatmak da zor. Hala Maraş’a gidilip anma yapılmasına izin verilmiyor.
Tekrar romana dönersek, bir dil varlığı olarak insanın, Suna Hanım’ın çocuklarını kültürün taşıdığı hoyratlık ve vahşet kodlarından uzak tutmaya çalışması travma dolayımı ile anlaşılabilir. Günümüzde de insanlar aynı kaygıyı düşük yoğunluklu olsa da yaşamıyor mu?
Somut bir şey söyleyeceğim, benim 17 aylık bir çocuğum var ve okula göndermemeyi düşünüyorum, geçen gün öğrencilerimle de paylaştım, çocuğumun yarış atı gibi yetişmesini istemiyorum. Çocuğumu bu kültüre dahil etmek istemiyorum, şu an bir alternatifim yok, ne yapacağımı da bilmiyorum. Kitaptaki Suna hanım gibi tamamen karantina bir hayat kurgulamıyorum tabi ki ama çocuğumun okula gidip de bu çarkta öğütülmesini istemiyorum. Bu kapitalist sistemin bizi kendi aygıtları üzerinden kendimizi tanımlamaya zorlaması bana çok acı veriyor. Aynı acıyı çocuğum yaşasın istemiyorum. Kurallarını onların koyduğu bir oyunda biz oynadık, hepimiz oynadık, ben kendi çocuğumun da kurallarını başkalarının koyduğu bir oyuna dahil olup da hep kaybetmesini istemiyorum ama şu an da bir alternatifim yok.
Binyayla’da ölmesine izin verilmeyen çobanı, Sümer Bey’in kendi gerçek yaşantısını, sazlıktaki kulübeyi, doğarken parçalanan bebeği ve diğer öğeleri bir araya getirerek yarattığınız bir anlatı var. Suna Hanım’ın çocuklarını kültüre teslim etmeden dilsel bir korunak yaratmaya çalışması da aynı bağlamda mı anlaşılmalı?
Ben o bölümleri şöyle kurdum, Binyayla tarafı tamamen Lacan’a ait bir dil. Lacan’a ait derken, Sümer Bey giderken bir nevi geçmişine gidiyor, o çocukların nasıl büyüdüğünü, nasıl parçalandığını görüyor. İnsan biyolojik bir insan yavrusu olarak doğuyor ve sonra kültürel bir özneye dönüşüyor. Bu dönüşüm dili kazanmasıyla oluyor, dili kazandığı zaman da kültürel bir özneye dönüyor ve artık sen olmaktan çıkıyor. Orada çocuğun doğduğu anda parçalanması falan metaforik bir anlatım. Ben Lacan’ı koydum masama ve bunu kitabımda, bir romanda nasıl kullanırım diye kafa yordum. Suna Hanım’ın çocuklarını yetiştirme şekli, kültürel bir özneye dönüşmelerine engel oluyor, orada Oidipus kompleksine bir gönderme var. Suna Hanım Oidipus kompleksini yaşatmamaya çalışıyor çocuklarına, sorun burada zaten, bir çocuğun kültürel bir varlığa dönüşebilmesi için Oidipus kompleksini yaşayıp, babayı öldürmesi gerek ama kadın, çocukların babayı öldürmesine izin vermiyor ısrarla ve kültürel bir varlık olmalarına da engel oluyor bu şekilde. ("ya ben neler anlatmışım" diyerek basıyor kahkahayı)
Gurgum, Yafiler, Reşiler… Sizi gerçek ve kimliklerden uzaklaştıran ajite olmayan bir dil kullanmışsınız, eserinizin edebi değerinin gölgelenmemesi için mi tercih ettiniz?
Bir roman yazıyorsun, bir belgesel çekmiyorsun, bu konuda çok ajite yazılmış kitaplar var, öyle olmasını istemedim, kitabı da onun üzerine kurmadım. Az önce söyledim ya, geçiyordum uğradım, hani derler ya yarım ağız bir anlatayım, bu yüzden kitabın tamamını kapsamıyor. En etkili nasıl anlatılır, sanki başka bir şey anlatıyorsun da o da iliştirilmiş gibi ama öyle de değil. Evet önce dili kurguladım ama olaylar birbirine çok uydu, dört kardeş intiharı, Maraş katliamı ve Lacan’ın dili, bunu yazmak ve hakkıyla adil bir şekilde anlatmak bana kaldı, çok şanslı hissettim kendimi. O yüzden özellikle Alevi-Sünni demedim, Maraş demedim Gurgum dedim. Çok enteresan, okurlarım arasında çok sayıda dindar ve muhafazakar insanlar var. Pek çok mesaj aldım onlardan kitapla ilgili, haberim olmadan yine dinci gazetelerde haber ve yazılar çıktı. Bu yine kullanılan dil ile ilgilidir diye düşünüyorum.
Çocuklardan birini neden kurtardınız? Bu vahşi kültürel ormana bırakmış olmadınız mı?
Çok klişe olacak belki ama gerçek kurgudan daha acımasız, samimiyetle söylüyorum, ben birini kurtarayım dedim, gerçek hayatta kurtulmamış ama yazarken insafa geliyorsunuz. Bir tanesi de kalsın dedim, yaşasın. Hatta yazar bir arkadaşım buradan bir şeyler yazabilirsin, devam edebilirsin dedi ama istemedim, kalsın orada, biri bari kurtulsun dedim.
İyi ki Kayıp Gergedanlar’ı yazdınız. Bunca yıldır acılarını bastıran, susturulanların yüküne de omuz vermiş oldunuz. Çünkü katledilenlerden sesi de almak istediler bir yerde.
Evet bunu başardılar da. Konuşmaz katledilenler, susar hep. Sanki gizli bir anlaşma var aralarında. Kimliğini saklıyor insanlar, mezhebini, ideolojisini. Bir öğrenci velisi anlattı bana. Çocuğu 6. Sınıfta ve hala alevi olduğunu bilmiyormuş. Ailesi söylemiyormuş. Tabi çocuğunu korumak için yapıyorlar bunu ama ne kadar trajik.
***
Faşist saldırıların özellikle önünün açılıp kışkırtıldığı bu günlerde hiç unutulmaması gereken bir katliamı yeniden hatırlamak belki yenilerinin olmasına engel olur.
Ne zamandır iyi bir roman okumadım diyenlere de “şiddetle” tavsiye edilir.
Bir not: Kitabın 2. baskısını isteyin, 1. baskı da bazı redaksiyon hataları 2. baskıda düzeltilmiş. Cem Kalender'in kitabevi raflarında yerini alan "Kasımpaşalı Oedipus" romanını da okumanızı öneriyorum.