Bir şehrin hıçkırıkları

Bir şehrin hıçkırıkları

Devletin uyguladığı politikalar, azınlıklara halkın bakış açısıyla beraber, kendi vatanlarında sığınmacı konumuna düşen Rum ve Ermeni azınlığının yaşadıkları, roman boyunca bizlere hüzünlü birkaç aşk hikâyesi etrafında anlatılmakta. Kuklacı’yı bu denli kısa bir paragrafla ve hatta bu yazı boyunca sizlere tam manasıyla anlatmak pek mümkün değil. Çünkü dokunduğu temalar itibariyle oldukça yoğun bir kitap olduğunu söylememiz gerekiyor.

İstanbul’un eski sokaklarını dolaştığınızda aklınıza bazen düşer mi bilmiyorum: Bu sokağın eski hali nasıldı acaba? Bu semtte kimler yaşadı, bu evlerde neler yaşandı? Ahşabı kararmış yapılar bazen dile gelecekmiş gibi durur ve dili olsa neler anlatır kim bilir? Anlatsa, içinde nice güzel, tatlı, acı, hüzünlü, yaşam ve ölüm dolu anıların geride kaldığını dinleriz belki… Artık pek sık rastlayamıyorsunuz İstanbul’un sokaklarında eski yapılara. Yerine taş duvarlar, demirden örülmüş camlı yapılar dikilmiş oluyor. Binalarla beraber bir semtin anıları, hatıraları da kaybolup gider. İstanbul’da hatıraların ve yaşanmışlıkların yerini, yapay ve sterilize bir hayatin hayaliyle kurulan beton eller alıyor. Yaşlı insanların dediği kadar var galiba; eskiye özlem duymadan yapamıyor insan.

Duymuyoruz ama koskoca binlerce yıllık yaşlı bir şehir şu sıralarda ağlamakla meşgul ve onu kimsenin duymaya niyeti yok. Rant arayışı ve para sevdası, bir şehrin hıçkırıklarını bastırıyor.

İşte, yirminci yüzyılın başlarında, o zamanki adıyla Tatavla’da dünyaya gelen bir çocuğun hikâyesiyle başlıyor Talin Azar’ın ilk kitabı olan Kuklacı. Öyle bir çocuk ki, hikâyesi başından enteresan. Altı kız çocuktan sonra gelen tek erkek evlat Stavro Kouklopaiktis.

Kouklopaiktis ailesi, İstanbul’da yaşayan, İstanbul’a ait, İstanbullu ve memleket dediklerinde burası haricinde bir yer aklına gelmeyen bir aile. Osmanlı’nın son dönemi ile cumhuriyetin kurulması sonrasında Rum ve Ermeni halkın akıbetine dair yaşananları bu ailenin üzerinden yakından takip ediyoruz. Devletin uyguladığı politikalar, azınlıklara halkın bakış açısıyla beraber, kendi vatanlarında sığınmacı konumuna düşen bu insanların yaşadıkları, roman boyunca bizlere hüzünlü birkaç aşk hikâyesi etrafında anlatılmakta. Kuklacı’yı bu denli kısa bir paragrafla ve hatta bu yazı boyunca sizlere tam manasıyla anlatmak pek mümkün değil. Çünkü dokunduğu köşeler itibariyle oldukça yoğun bir kitap olduğunu söylememiz gerekiyor.

Ailenin üçüncü kuşak üyesi Yeran’ın araştırmacı ruhu ve merakı sayesinde, koskoca bir ailenin yaşadığı dramlar ve büyük aşklar ile bir şehrin yüzyıl içerisinde nasıl çehre değiştirdiğini seyretmek gerçekten acı veriyor okuruna. Yeran’ın Kouklopaiktis ailesinin kızlarından biri olan Titina ve onun eşi Koço’nun evine yapmış olduğu ziyaretler üzerinden ilerleyen roman, geçmişi hatırlamaya ve bir şehrin hafızasını canlandırmaya yönelik içinde birçok ufak hikâyeyi barındıran bölümler ile ilerliyor ve birçok açıdan okurunu sarıp sarmalıyor. Stavro’nun tek erkek evlat olmasına rağmen babasının mesleğini kabullenmeyişi, ataerkil toplumun dayattığı yükleri reddedişi ile beraber, hülyalar içerisinde dolanan, spora ve kültüre düşkün kişiliği onu, içinden çıkamayacağı bir aşkın kucağına götürüyor. Türkiye’nin ilk kadın starı Cahide Sonku’ya aşık olan Stavro, onun hayaliyle yatıp kalkıyor ve bu aşk için her şeyinden vazgeçiyor.

Stavro’nun kayıp hikâyesini bilmeyen Yeran, tüm roman boyunca bu aşkın peşinde koşarken kendi evliliği ve yaşantısını da sekteye uğratacak bir duruma giriyor. Roman içerisinde insan arzularının ne denli tehlikeli olduğunu, kontrol edilemediği takdirde hangi boyutlara ulaşabildiğini net ifadelerle okumaktayız. İmkânsızın peşinden koşmak ve yasak olanın ulaşılabilirliğindeki kolaylığın cazibesi, farklı hikâyelerde bizlere değişik ruh halleri ve tahlilleri sunmakta. Stavro’nun Cahide aşkı ile Yeran’ın unutamadığı ilk sevdası, bu tezat köşeleri oluşturuyor.

Kitap, tüm bu çetrefilli gibi duran hikâyeler aslında hiç de öyle karmaşık ve zorlu bir denklem içerisinde ilerlemiyor. Romanın kurgusu içerisinde, olay örgüsüne bağlanmakta zorluk çekmiyorsunuz. Ve tabii ki, tüm bu anlatıların içerisinde size eşlik eden eski İstanbul sokakları, semtleri ile bu semtlerdeki meşhur mekanlar, İstanbul’un dillere destan köşelerindeki yaşamlar, insanların yaşamdan aldıkları keyif ve haz, şimdinin İstanbul’unu düşündüğünüzde size inanılmaz hüzünlü geliyor. Kaybettiğimiz veya hiç göremediğimiz şeylerin acısını, kitap boyunca iliklerinize değin hissediyorsunuz.

Rum bir ailenin biyografisini bize sunan Kuklacı’nın içerisinde, doğal olarak Rumca ve yer yer de Fransızca kelimelerin kullanıldığını görüyoruz. Bu kelimeler ve hatta bölüm başlarında kullanılan epigraflar, bu dilin ne kadar hoş yanlarının olduğunu gösteriyor. Ağıtlarından, deyimlerine, yaşam algılarından, insan ilişkilerine birbirine tıpatıp benzeyen iki toplumun bir yüzyıl içerisinde birbiriyle kanlı bıçaklı olacak kadar ters köşelere düşmüş olmasını görmek ise kitabın içinde açık açık anlatılmasa da düşünmeden edemeyeceğiniz noktalardan biri. Öncesinde ve Cumhuriyet tarihi boyunca ülkesini seven bu insanlara yönelik uygulanan bu yaptırımlar ve baskılar; Varlık Vergisi uygulaması ile 6-7 Eylül saldıraları, toplumsal hafızada telafisi mümkün olmayan yaralar yaratmış durumda. Öyle ki buranın yerlisi olan insanlar, zamanla buradan kopartılmış ve sistematik göçe maruz bırakılmışlar diyebiliriz.

Kuklacı, sizi bir şehrin bilinçli ya da bilinçsiz bir şekilde nasıl aslından koparıldığını, ruhunun nasıl kirletildiğini, insanların nasıl değişebildiğini gösteren başarılı bir roman. Bir ilk roman olmasına rağmen, güzel hikâyesi sizi kendisine bağlıyor ve ciddi araştırmalar neticesinde ortaya konulmuş bir kitap okuduğunuzu hissettiriyor.

KÜNYE: Kuklacı, Talin Azar, Kuklacı Siyah Kitap, 2017, 344 sayfa.

DAHA FAZLA