Bir göç romanı: ‘Son Hediye’

Bir göç romanı: ‘Son Hediye’

Kırk dört yıl bir gerçekten uzaklaşmak için yeterince uzun bir zaman gibi gözükse de o yaşadıklarını unutamamış. Onunki artık bir sırdan değil düpedüz kendisinden kaçmak. Anlatırken ne kadar dürüst davrandığını, hangi gerçekleri sakladığını, ne eklediğini bilemiyoruz. Belki çocuklarına küçüklüklerinde anlattığı öyküler gibi bir kısmı kurmaca. Belki Heine’ın Rousseau için söylediği gibi otobiyografi yazmak neredeyse imkansızdır ve kendisi hakkında yazan herkes yalan söyler.

Abdulrazak Gurnah’ın 2011 yılında çıkardığı romanı “Son Hediye” geçtiğimiz aylarda İletişim Yayınları tarafından Türkçeye çevrilerek bizlerle buluştu. Yazar, kitapta anlatılan karakterlerin çoğu gibi, Zanzibar’dan İngiltere’ye okumak için gelmiş ve oraya yerleşmiş bir göçmen. “Son Hediye” için bir göç romanı desek yeridir. Göçmenler, göçün insan ve aile ilişkileri üzerindeki etkileri göçün belirleyici olduğu koşullarda ele alınmış. Yabancı olmak, ayrımcılığa uğramak, medeniyet üzerine de pek çok tartışma var kitapta. Romanın ana karakteri Abbas ile karşılaşmamız, altmış yaşını ardında bıraktıktan sonra felç geçirmesi ile oluyor. Abbas, ölüme yaklaştığını hissedip karısı Meryem’den, çocukları Hanna ve Cemal’den yıllardır sakladığı gerçekleri, hikâyesini, anlatmaya karar veriyor. Bu karar, Abbas’ın onlara son hediyesi.

Abbas “anlatsaydım sadece iyi yanlarını anlatmak isterdim” dediği Zanzibar’da gaddar bir baba ile kalabalık ve yoksul bir ailede büyümüş. Abisinin desteği ile okula giderek ailesinin tek okuyanı olmuş, “cahil bir yük hayvanı” gibi olmaktan kurtulabilen tek örnek. On dokuz yaşında çekingen, güvensiz ve başkalarının yardımı olmadan hayatta kalamayan ama halinden memnun bir genç adam iken mutluluğu elinden alınıyor.  Aşağılanma duygusunun ateşini yaktığı öfkesi onu ele geçirince yaşadığı yeri ve birlikte olduğu insanları terk ediyor. Kaçtığı için duyduğu utancı, pişmanlığını bastırıp ayakta kalabilmesine sebep olan bu öfkeyi yaratan şeyin gerçek olup olmadığından emin bile değil. Korkusu ve utancı on beş yılını serseri gibi denizlerde geçirmesine sebep oluyor. Gitmek, sadece ülkesinden gitmek değil, artık kimsenin ondan bir şey beklemeyecek olması, dünyadaki yerinden de gitmek, zincirin parçası olmadan yaşamak. Aslında bir anlamda mücadele de ediyor kendisiyle. Terk ediyor ve kendini zaman zaman doğru bir şey yaptığını düşünmeye zorluyor. On beş yılın ardından İngiltere’de Meryem’le tanışıyor ve onunla evlenerek yeni bir hayat kuruyor. Baba sevgisi olmadan büyüyen Abbas kendi çocukları için elinden geleni yapan, sevgisini belki de korkusundan, geç yaşta baba olmasından ötürü bunu saklayan bir baba oluyor. İlk çocuğu Hannah’nın doğumu onda sabır ve şefkat yaratsa da sonraları içinde bir şey bilinmeyen yerlere doğru yol almaya başlıyor. Sonrası şaşılası bir sessizlik. Kitaplarına sığınıp sessizliğinde yaşayan bir adam oluyor Abbas. Belki de vicdan azabının,  tüm benliğini kaplayan sırrının sessizliği. Bu hem kendisi için hem de karısını, çocuklarını bundan korumak için bir yöntem haline geliyor.

Kırk dört yıl bir gerçekten uzaklaşmak için yeterince uzun bir zaman gibi gözükse de o yaşadıklarını unutamamış. Onunki artık bir sırdan değil düpedüz kendisinden kaçmak. Anlatırken ne kadar dürüst davrandığını, hangi gerçekleri sakladığını, ne eklediğini bilemiyoruz. Belki çocuklarına küçüklüklerinde anlattığı öyküler gibi bir kısmı kurmaca. Belki Heine’ın Rousseau için söylediği gibi otobiyografi yazmak neredeyse imkansızdır ve kendisi hakkında yazan herkes yalan söyler. Gurnah’ın bir insan hikâyesinin arkasına sakladığı toplumsal gerçekleri de buluyoruz romanda. Yazar hem güçlü hem de ezilen devlet olmaya eleştirel bir gözle bakmayı başarıyor. İngiltere’de uğradıkları ayrımcılık ve kötü muamele Abbas’ın ülkesini terk etme sebebinde, Meryem’in Hintli bir aile ile yaşadığı evden kaçmasında başka bir vücuda bürünüyor. “Medeni bir ülkede”, soyutlanmış, ürkek bir hayat kurup görülmeden yaşamak, onlara düşen. Sayfalarda ilerledikçe aile ilişkileri üzerinden çocukların ebeveynlerine ve yaşadıkları topluma bakışlarını, ilişkilerini keşfediyoruz. Abbas’ın hikayesinin sessizliğe mahkum edilmesi Meryem’inkinin bilinemez olması çocuklarında bir utanma duygusu yaratıyor. Kendilerini farklı, yabancı hissetmelerinin üzerine bir de okulda uğradıkları kötü muamele, ayrımcılık eklenince işler iyice zorlaşıyor. Hanna’nın göçmen bir aileden gelmekten utanması, tahammülsüzlüğü, zaman zaman hem ailesine hem de topluma karşı bastıramadığı öfkesi bundan.

Sona doğru yaklaşırken soruyoruz kendimize;  hayatından, kendisinden kaçabilir mi insan? Kökü olmayan biri kayıp mıdır? Kökümüz kim olduğumuzu nasıl etkiler? Nereden gelindiğinin bugün olduğun insanı, kimliğini nasıl şekillendirdiğini bizi bir labirentin içine sokarak anlatıyor ve ancak başladığınız yeri ve adımlarınızı biliyorsanız bu karmaşaya hakim olabiliyorsunuz. Gurnah’ın Son Hediye’si yaşadığımız yere başka bir açıdan bakabilmek için iyi bir fırsat, güçlü bir hikâye sunuyor.


KÜNYE: Son Hediye, Abdulrazak Gurnah, Çeviri: Müge Günay, İletişim Yayınları, 2017, 284 sayfa.

DAHA FAZLA