Bir düşünce tarihinin muhasebesi

Bir düşünce tarihinin muhasebesi

“Bu gelenekle hesaplaşmak, onu hem öğrenerek hem de ondan koparak hesaplaşmak, işte bu yüzden Marksist teorinin bugünkü durumunun yenilenmesinin ön şartlarından biridir.”

Burak Çetiner

Batı Marksizmi’nin Türkiye sosyalist solunun düşünsel gelişiminin üzerindeki etkisi her dönem için belirli bir gecikme payıyla olmuştur. Bu gecikme payının yanı sıra, kültürel açıdan belirgin farklılıkları olan bu iki alan arasındaki teorik etkileşimin sağlıklı bir temelde kurulduğunu da söylemek mümkün değil. Daha özele inip Türkiye sosyalist hareketinin Batı Marksizmi’ne bakışını incelemeye kalktığımızda iki baskın eğilim kendisini hissettirir. İlki Batı’dan gelen çeşitli tartışma ve kavramları tümüyle reddiyeye varan “geleneksel” akımlarda cisimleşiyor, ikincisi ise daha yenilikçi olma iddiasıyla Batı’daki tartışmalardan kendi yaşadığı topraklarla bağını kopartacak kadar etkilenen sol liberal akım(lar)da ortaya çıkıyor. Batı Marksizmi üzerinden dönen bu iki taraflı “yanlış” kavganın öznelerinin derinlemesine analizi bu yazının amacını ve kapsamını aşacağı için bu konuyu bir kenara not edip Batı Marksizmi’nin tarihsel ve içsel gelişimine dönebilirim.

Perry Anderson’un bir deneme olarak kaleme aldığı “Batı Marksizmi Üzerine Düşünceler” kitabı, kronolojik anlatımı ve başarılı bir dönemlendirmeyle birlikte Batı Marksizmi’nin tarihsel gelişimini analitik bir yaklaşımla okuyucunun önüne seriyor. Yazar, Türkiyeli Marksist aydınların birçoğunun yaptığı hataya düşmeyerek tarihselci bir perspektif geliştirmesi, Avrupa merkezli geliştirilen kavramsallaştırmaların yerli yerine oturtulmasını sağlıyor.

Anderson, kitaptaki ana tezlerinden birini ve okumasını inşa ettiği temeli şu cümleyle açıklıyor: “Batı Marksizmi’nin bir bütün olarak taşıdığı gizli özelliği bir yenilginin ürünü olmasıdır.” Buradan hareketle Batı Marksizmi’nin zayıf karnı olarak tespit ettiği teori ve pratiğin birliğinden kopuş, politik ekonomi ve devrim stratejisinin bir kenara bırakılması gibi eksikleri başarılı bir şekilde okuyucuya sunuyor.

Batı Marksizmi, Marksizm’in ortaya çıktığı koşullarda teoride yeteri kadar incelenmeyen üstyapı, devlet teorisi, ideoloji ve kültür gibi kavramların üzerine eğiliyor. Bununla beraber Batı Marksizmi’nin içsel gelişiminde siyasetten felsefeye doğru bir kayış olduğunu görebiliyoruz. Özellikle 2. Dünya Savaşı sonrasında Batı Marksizmi’ne önemli katkıları olan isimlerin ağırlıklı olarak filozoflardan çıkması bu tezi destekler nitelikte. Anderson, bu tespiti yaparak dönemin nesnel koşullarının (Avrupa’da yaşanan göreli refah dönemi) da etkisiyle Marksist teorinin pratikten koptuğunu ve belli ölçüde akademi dünyasının sınırlarına çekildiğini söylüyor. Birbirini besleyen bu ikili durumun sonucunda Marksist literatürde edebiyat ve estetik gibi alanlar giderek daha fazla önem kazanıyor. Estetiğin yanı sıra Freud’dan başlayarak Fromm, Lacan, Deleuze ve son olarak Zizek’e kadar uzatabileceğim bir psikoloji/psikanaliz etkisini de gözlemlemek mümkün.

Bütün bu tarihsel gelişimin izini sürenAnderson, yeni kavramlar ve temaların ortaya çıkışını inceliyor. Frankfurt Okulu düşünürlerinden Adorno ve Horkheimer’ın geliştirdiği “kültür endüstrisi”, Althusser’in derinleştirmeye çabaladığı “ideoloji”, Poulantzas’ın temel referanslarından olan “devletin göreli özerkliği” ve Gramsci’nin “hegemonya” kavramları yeni temalar arasında öne çıkan bazı örnekler.

Bir düşünce tarihi olarak ele alabileceğimiz Batı Marksizmi’nin öne çıkan bir başka özelliği de Marksizm analizlerinde Marx öncesi filozoflara başvurmalarıydı. Hegel, Kant ve Spinoza bu düşünürlerden başlıcaları oldu. Marx’ı özellikle Alman idealistlerle birlikte okumanın bir sonucu olarak Batı Marksizmi ile Avrupa İdealizminin karmaşık ilişkisi ortaya çıktı. 70’lerde Batı Marksizmi’nin etkisiyle/eleştirisiyle gelişen Post-yapısalcılara kadar uzanan düşünsel birikiminin temelleri böylece atılmış oldu. Tarihsel materyalizmden kopmuş idealist felsefenin ağırlığını taşıyan ideolojik yaklaşımlar güç kazandı. Anderson bir yenilginin ürünü olarak tarihsel bir bağlama yerleştirdiği bu geleneği şu sözlerle anlatıyor:

“Bu gelenekle hesaplaşmak, onu hem öğrenerek hem de ondan koparak hesaplaşmak, işte bu yüzden, Marksist teorinin bugünkü durumunun yenilenmesinin ön şartlarından biridir.”

Batı Marksizmi’nin genel bir panaromasını çıkardıktan sonra yukarıda bahsettiğim ve kitabın anlatımı konusunda başarılı bulduğum kronolojik dönemlendirme meselesine dönebilirim. Anderson, Batı Marksizmi’nin gelişimini 4 döneme ayırarak değerlendiriyor. Tek tek düşünürlerin tartışmalarında boğulmadan kuşakların genel özellikleriyle ele alınması ve gerektiği yerlerde bir düşünürün tartışmalarını açması kitaba bütünlüklü bir anlatım katıyor. Yazarın dönemlendirmesine uygun olarak belirlediği kuşakları kısaca şu şekilde aktarabilirim; Marx’ın hemen ardılı olan Kautsky Mehring, Plehanov gibi aydınlardan oluşan 1. kuşak, 20. Yüzyılın devrimleri içerisinde gelişen Lenin, Rosa, Troçki, Buharin gibi isimlerin bulunduğu 2. kuşak, Batı Marksizmi’nin kurucu kuşağı olarak adlandırılan Lukacs, Gramsci ve Korsch 3. kuşak ve sonrasında gelen Frankfurt Okulu çevresi ile Althusser Sartre gibi çeşitli düşünürlerden oluşan 4. kuşak.

İlk dönemdeki düşünürler Engels’in etkisinde ancak görece durgun bir dönemde yetişirken, hemen arkasından gelen isimler kendi ülkelerindeki partilerde önemli roller oynamıştı. Ekim Devrimi’nin önderi Lenin’in de bulunduğu bu kuşağın en önemli özelliği teori ile pratiğin birliğiydi. Marksist siyaset teorisi gelişkin anlamıyla bu dönemde ortaya çıkıyordu. Devrim dalgasının geri çekilmesiyle yaşanan boşlukta Almanya, Fransa ve İtalya gibi 3 merkezin ağırlığı beliriyor ve bu ülkelerde ama özellikle Fransa’da radikal aydın kesim ile kitle komünist partileri birleşiyordu. Batı Marksizmi’nin kurumsallaşması ve ardından gelen kuşağın ayırıcı özelliği ise siyasi pratikten yapısal olarak kopukluğuydu.

Son olarak öznel bir gözleme değinmek istiyorum. Kitabın bana göre en can alıcı kısmı sadece 15 sayfadan oluşan son bölümüdür. Sonsöz olarak yazılan bu bölüme Anderson şu sözlerle başlıyor: “Aslında, çağımız sosyalistlerinin başta gelen sorumluluğu klasik Marksist teorinin başlıca teorik zayıf noktalarını gözler önüne serip bu zayıflıkların tarihi nedenlerini ve nasıl giderileceğini açıklamak olabilir.” Bu tespit, günümüz Marksistlerini, marksizmin ilk dönem teorisyenlerinin dönemsel ve öznel nedenlerle açık uçlu bıraktığı tartışmalara yeniden yaklaşmaları için davet niteliğindedir.Burada sözü edilen tartışma başlıklarını okuyucuyu kitabı okumaya teşvik etmek adına açık şekilde ifade etmemeyi tercih ediyorum. Yazıyı noktalarken Anderson’un çağrısını bir kez daha vurgulamak istiyorum; bu çağın Marksistleri olarak aradan geçen yaklaşık 100 yıl sonra dünyayı değiştirmenin felsefesi olan Marksist teoriyi günümüz koşullarına uygun bir şekilde yeniden üretmek hepimizin önünde zorlu bir görev olarak duruyor. Üstesinden gelinmesi çok zor gibi duran ağır bir sorumluluğumuz olsa dateori ve pratiğiyle yolumuzu aydınlatan onlarca tarihsel deneyimimiz ve sırtımızı yaslayabileceğimiz gelişkin bir düşünsel birikimimiz var.

KÜNYE: Batı Marksizmi Üzerine Düşünceler, Perry Anderson, Çev. Bülent Aksoy, Birikim Yayınları, 2004, 178 sayfa.

 

DAHA FAZLA