“Ben siyaseten düşman olduklarımı edebiyatla affettim”

“Ben siyaseten düşman olduklarımı edebiyatla affettim”

Roman, öykü, deneme ve makaleleri ile tanınan gazeteci- yazar Ahmet Tulgar’ın son kitabı Bakışın Ritmi, geçtiğimiz günlerde İletişim Yayınları tarafından yayımlandı. İçerisinde popüler, siyasi birçok insana ve konuya dair metinlerin yer aldığı Bakışın Ritmi’nin, -henüz yeni yayımlanmış olmasına rağmen- portre türünde özgün ve önemli bir üretim olacağı muhakkak.Sevgili Ahmet Tulgar’la Bakışın Ritmi ve portre yazarlığına dair söyleştik.

Şilan Geçgel

Merhaba, öncelikle sorularımı yanıtlayacağınız için teşekkür ederim. Portre türünün edebiyat dünyamızda görece az tanındığı ve Batı Edebiyatından çok sonra edebiyat dünyamıza girdiği bilinir. Özellikle biyografi ve anı türünü iç içe alan Portreler, diğer edebi ürünlerden de ince bir çizgiyle ayrılıyor bana kalırsa. Sadık okurlarınız edebiyat dergilerinde ve köşe yazılarınızda sıklıkla portre yazdığınızı biliyor. Bu türe yönelmeniz ve nihayetinde Bakışın Ritmi’ne uzanan portre serüveninizden biraz bahseder misiniz?

Romanlarım ve öykülerimin yanı sıra yazarlığım boyunca deneme ve makale türünde de ürünler verdim. Bu türe yönelmemde gazeteciliğimin etkili olduğunu düşünüyorum. Gazeteciliğimi edebiyata yaklaştırma, bir edebi türe dönüştürme çabam beni deneme ve makaleler yazmaya yöneltti. Gazetecilik güncel olandan yola çıktığı için gündelik hayata bakarken ben her zaman kalıcı insanlık durumlarını aradım. Bunu yaparken de gündemde olan kişilerde bireye ve topluma dair kalıcı işaretler, göstergeler arıyordum. Portrelerimin kompozisyonunu ve kurgusunu böyle oluştururum. Seneler içinde de bu benden gazete ve dergi editörlerinin sıklıkla istediği bir iş oldu. Göstergebilim ve semiyoloji hep çok ilgilendiğim disiplinler olmuştur. Gündelik hayatı yoğun politik sınıfsal ilişkilerin ve dahası sınıf mücadelelerinin alanı olarak gözlemlerim. Bir yandan da gündelik hayatın içindeki bireyde, bireysel nitelikleri kadar toplumsal olanı da ararım. Portrelerimin felsefi arka planında Marksizm ve Yapısalcılık perspektifinden bakarım.  Ve elbette bu ürünlerimin de romanlarım ve öykülerim gibi edebi haz vermesini önemserim.

Volkan’ın Romanı isimli kitabınızı okurken tuhaf bir huzursuzluk, karakterlerin iyilik hallerini takip etme gibi kimi hisler uyanmıştı içimde. Daha sonra hikâyelerinizle tanıştım; bir çay sohbetinin, sıradan bir karşılaşmanın, alelade bir günün dahi çok farklı duyguları beraberinde getirdiğine şahit oldum. Özellikle okurun ‘kendi gibi olmayana dair hissettiği’ şefkatin nedeninin; yazdığınız roman, hikâye ve köşe yazılarının yarattığı toplumsal huzursuzluğun bir sonucu olduğunu düşünüyorum. Şimdi birçok portrenizin olduğu Bakışın Ritmi’nde de sizin okurunuz olmanın baki “huzursuzluğu” kuşkusuz devam ediyor. Bakışın Ritmi, bir duygu cenneti. Ancak ben teslim olunacak duyguyu henüz bulamadım. Öfke mi? Kızgınlık mı? Şefkat mi? Siz portreleri yazarken, kitap basılırken hangi duygulara teslim oldunuz?

Her kitabım her okurda farklı duygular uyandırabilir. Bu kitabımın huzursuzluk, öfke, kızgınlık, şefkat olarak sıraladığınız duygular arasında hareketli bir ilişki hedeflediğini söyleyebilirim. Bu hareketi önemserim. Ve nihai hedefim bütün yapıtlarımda insanı anlama ve anlayarak affetme durumudur. İnsanı anlatarak okurda kahramanlarıma karşı bir anlayış oluşturmak ve gerektiği yerde affettirmektir amacım. Bu da şefkat uyandırır okurda. Yazarken şefkat duyarım ve bu şefkati okurun da duymasını hedeflerim. Şöyle derim sık sık: “Ben siyaseten düşman olduklarımı edebiyatla affettim.” Okurlarımın da böyle hissetmesini isterim.

Portresini çıkaracağım insana ritim tutarak bakarım. Sempati, antipati ve en iyisi empatinin de ritmi bu olmalı.” Bakışın Ritmi’nin arka kapak yazısında böyle sesleniyorsunuz okura ve giriş kısmında ekliyorsunuz: “Bu kitabın okurunun her defasında bu ritmi de hissetmesi dileğimdir. Sempati, elbette bazen antipati ama her hâlükârda nihayet empatinin ritmini…”Bu cümleleri okuyunca sizin bahsettiğiniz ritme ayak uydurma ve bu ritme direnme arasında bocaladığımı itiraf etmeliyim. Örneğin; Devlet Bahçeli, Ahmet Davutoğlu, Bülent Arınç, Ali Babacan gibi siyasi birçok figürün yanı sıra Teslim Töre, Selahattin Demirtaş gibi kıymetli isimler de yer almış portrelerinizde. Ritmin duygulardan beyhude olmadığını düşünen, benim de dahil olduğum gruptaki okurlar sizce bu isimleri eşit bir ritimle okuyup, onlarla eşit bir sempati, antipati ve empati ilişkisi kurabilirler mi?

Okurlarımdan böyle eşitlikçi bir talebim yok. Her okurun her portre kişime karşı sempati, antipati ve empati ölçüsü farklı olacaktır. Ama elbette her portresini yazdığım kişinin bir insanlık durumu olarak anlaşılmasını isterim.

Demirtaş’la devam edelim… Selahattin Demirtaş’ın yazarlığı ve Devran’a dair yazdığınız “Devran ve Yediveren İnziva” isimli portrede; Demirtaş’ın yazdığı, ürettiği, resim yaptığı, savunmalarını hazırladığı hücreyi toplumsal bir ana rahmine dönüştürdüğünü söylemişsiniz. Bu “toplumsal ana rahmi” meselesinden biraz bahseder misiniz?

Toplumsal Mücadeleler Tarihi’nde sık sık karşımıza bu mücadele içinde toplumla güçlü bağlar kurmuş ve politik olarak öne çıkmış, sonrasında uzun tutukluluk dönemleri geçirmiş kişiler çıkar. Demirtaş da bunlardan biri olarak cezaevinde. Ancak bu tutukluluk dönemi bu kişileri tüketmek yerine hem politik etkilerini artırır hem de sembolik değerlerini. Gündelik siyasetin uzağında bir anlamda genç ya da taze kalırlar. Ve toplumla kurdukları bağı korurken, üretmeye de devam ederler. Cezaevindeki hücre, bu anlamda bir toplumsal ana rahmine dönüşür. Kast ettiğim bu.

Şiirsel Biyolojik Hüzün: Can Yücel isimli portrede Yücel’den bahsederken, aslında yakın Türkiye tarihine de değiniyor, kimi önemli tespitlerde bulunuyorsunuz. Sıklıkla karşılaştığımız ve Can Yücel şiirine dair güçlü bir argüman olarak öne sürülen maşizm suçlamaları da portrenizde eleştirel olarak kendine yer buluyor. Gerçi portrenizde cevabı vermişsiniz, ancak yine de sormak istiyorum. Can Yücel’in hüznünün ve yalnızlığının yeterince anlaşılamıyor olmasının altında yatan nedenler, toplumsal gerçekliklerden ve tarihsel yenilgilerden bağımsız olarak ele alınabilir mi sizce?

Can Yücel’e ilişkin maşizm eleştirileri onun şiiri ile şiirindeki imgelerin farklı düzlemlerde ele alınmasından kaynaklanıyor. Politik bir şair olması sebebiyle imgeleri de yüzeysel biçimde ilk sembolik katmanları üzerinden algılanıyor. Oysa edebiyat okuması, bu ilk bakış kadar diğer imgesel katmanları da algılamayı gerektirir. Can Yücel, şiirinde erkekliğini hüzünle buluşturur. Onun erkekliği şiirinde kadınlığa sığınmak için evine dönen yorgun bir eylem adamının sembolüdür. Ve elbette bu durum bireysel olduğu kadar politik anlamda da bir sınıfsal yenilginin hüzünlü sonuçlarından biridir.

Başlıklar da portreler kadar ilginç. Yılbaşı Dansözü- Cuntanın İletişim Uğrağı: Nesrin Topkapı ve Sınıflararası Bir Fantezide Gizlenenler: Seda Sayan isimli portreleriniz bunlardan bazıları. Kitap ismi başta olmak üzere, portre başlıklarında yoğun mesai harcandığını düşündürüyor. Başlık zihne nasıl düşüyor, metin oluştuktan sonra mı metinle beraber mi, isim koymanın özel bir sırrı var mı?

Duruma göre değişir bu. Ama metnime koyduğum başlığın hem okurda okuma iştahı oluşturmasını isterim hem de metnime ilişkin önemli bir işaret olmasını.

 Oscar  Wilde, “DorianGray’in Portresi” adlı kitabında yarattığı kahraman Basil Hallward üzerinden portreye dair görüşlerini şöyle aktarıyor: “Hissedilerek çizilmiş her portre ressamın bir portresidir, modelin değil. Modelin orada bulunması yalnızca resmin yapılmasına yol açan rastlantı, bahanedir. Ressamın gözler önüne serdiği kişi o değildir; tersine, renkli tuvalin üzerinde açıklanan, ressamın kendi kişiliğidir. Bu resmi sergilemekten kaçınmamın nedeni şu ki resimde kendi ruhumun gizini de ele vermiş olmaktan korkuyorum.” Siz de Oscar Wilde gibi, yazdığınız portrelerin kendi ruhunuzda gizler barındırdığını düşünüyor musunuz?

Portrelerimde elbette bakış açımla, portresini yazdığım kişiye bakarken tutturduğum ritimle, kompozisyon ve kurgudaki tercihlerimle, edebi üslubumla ve dünya görüşümle varım. Sık sık portresini yazdığım bu kişilere ilişkin anılarım ve anekdotlarım da yer alır yazımda. Her portre kişimin bana hissettirdikleri ile de portre yazılarımdayım. Okurlarımın da bunu gördüğünü düşünüyorum. 

Portrelerinizde yazmadığınız/ yazamadığınız, bir şekilde metinlerinizde otosansür uygulamak zorunda kaldığınız bir konu ya da isim var mı?

Otosansürden uzak durma çabası gösteririm yazarken. Mümkün mertebe.

Son olarak sorularıma yanıt verdiğiniz için tekrar çok teşekkür ederim. Eklemek istediğiniz bir şey var mı?

Ben de sorularınız için size teşekkür ederim.

KÜNYE: İletişim Yayınları, Bakışın Ritmi, Ahmet Tulgar, Haziran 2020, 245 Sayfa.

DAHA FAZLA