Ben Murat Gevrek; İzmir Bayraklı’dan bildiriyorum!
01-11-2020 15:28

Murat Gevrek
30 Ekim 2020 Cuma günü saatler 14:51’i gösterdiğinde yer ayağımızın altından resmen kaydı. 40 yaşında bir işçiyim. Bayraklı, doğduğum ve büyüdüğüm yer. Ben de herkes gibi ilk defa bu çapta bir depremle karşılaşıyorum. Çocukluğumdan hatırladığım patates tarlalarında, dere yataklarında, sazlıklarda bu kocaman binalar ne kadar çabuk yükselmiş. İnsanlar termitler gibi bu binalara doldurulmuş. Az ilerimizde devasa gökdelenler ve trilyonluk binalar var. Yüksek mimari kullanılarak yapılan bu yapılar sağlamken; işçilerin ve emekçilerin çoğunun aylık kiralarını asgari ücretleri ile ödediği, doksanlı yıllarda ‘işçi evleri’ denilen blok halinde yapılan yapılanmalar ise çatlamış ve yıkılmış durumda. Hasar gören bölgede oturanlar toplumsal dilde ‘orta sınıf’ olarak adlandırdığımız fakat günümüzün ekonomik koşullarında alt sınıf haline gelmiş, yanı başında lüks gökdelenlerin gölgesinde yaşam savaşı veren ailelerdir.
Bugün 1 Kasım 2020, son 48 saat içinde sadece bir saatlik uykuyla bu yazıyı kaleme alıyorum. Sokakta, çadırlarda kalan insanlar, çocuklar, yaşlılar korku ve panik içindeler. Hüzünlü gözlerle evlerine bakıp kurtarmış oldukları canlarından öte yıllardır kıt kanaat, belki çocuklarının geleceklerinden kesip yaptıkları birikimlerinin, eşyalarının yerle bir olmasını izleyerek, sonrasında ne yapacaklarını düşünüyorlar.
Türkiye İşçi Parti partisi üyeleri olarak başlattığımız dayanışma kampanyasına yurttaşlarımızın gösterdiği yoğun ilgi ve destekle topladığımız battaniye, kuru gıda, çocuk bezi vb. birçok ürünü ihtiyaç sahiplerine ulaştırmayı başardık. Bu durum örgütlü bir yapının ne kadar önemli olduğunu en iyi anlatan tecrübelerden biridir benim için.
Bu sürede devleti gördüm burada. Biz edinebildiğimiz bir araç ile içeride kalan ve AFAD, Kızılay gibi geniş yardım gruplarının atlayabildiği insanlara mümkün mertebe ulaşmaya çalışırken, bir saat kadar İzmir Valisini ve geniş konvoyunu beklemek zorunda kaldık. Belediyenin kriz masası dışında devletin burada oluşturduğu hiçbir kriz masası görmedik. Ancak bakanların ve devlet büyüklerinin büyük konvoylarla ve lüks araçlarla, kolluk kuvvetlerinin halkı itip kakarak açtıkları yollardan medyaya birkaç fotoğraf vermek için afet bölgesine nasıl ilerlediğini gördük.
Yıkılan binada canı pahasına çalışan AFAD’ın çoğu gönüllü işçilerden oluşuyor. Kızılay adına çalışan gençlerin tamamı gönüllü, İzmir İtfaiyesi’nin çoğu komşularımız. Kendi özlük hakları için direnen Soma işçileri burada. Bayraklı’daki Mansuroğlu Mahallesi’nde şu an büyük bir dayanışma var ama bu, devletin imkânlarıyla değil halkın kendinden verdiği bir dayanışma.
Konu televizyon kanallarında gözüken Rıza Bey Apartmanı veya Doğanlar Apartmanı’ndan çok daha vahim. Birçok binada çatlaklar ve derin yarıklar var. Bu binaların birçoğunda önlem alınmamış durumda ve önünden insanlar geçiyor, altında bekliyor; bazılarının altındaki kafeler ve iş yerleri açık. Bu durumda dahi kolluk kuvvetleri halen siyasilerin, devlet büyüklerinin korumalığını yapıyor. Yarın büyük bir başarı öyküsü yazılacak. Belki bazı binalar yıkılıp yeniden yapılacak, büyük müteahhitlere yepyeni rant alanları açılacak. Ama şu unutulmamalıdır ki burada bir başarı hikâyesi varsa bu, örgütlü veya örgütsüz halkın dayanışmasının başarısıdır.
İLGİLİ HABERLER
Özlem Yıldırım yazdı | Beden ve Ruh filminin incelemesi
"Beden ve Ruh, yapaylıkla, şiddetin normalleştirilmesiyle çevrili günlük yaşamlarında kendilerine ve insanlara yabancılaşmış, yalnız iki karakter olan Maria ve Endre’yi merkezine almıştır. Bu karakterler yine yapay kurallarla çevrilmiş günlük yaşamlarında birbirine yaklaşamamış önce rüyalarında, günlük yaşamlarındaki ortamın zıttı bir ortamda buluşmuşlardır. Bu buluşma onları birbirine yaklaştırmıştır."
07-03-2021 10:30

Ildiko Enyedi’nin yazıp yönettiği 2017 yapımı “Beden ve Ruh” filmi 67. Berlin Film Festivali'nde Altın Ayı ödülünü kazanmıştır. Başrollerinde Alexandra Borbély ve Morcsányi Géza’nın olduğu film Macaristan yapımıdır. Yönetmen olarak tanınan ve aldığı ödüllerin yanında senarist olarak da oldukça ün salmış bir kişi olan Enyedi, yönetmen ve senaristliğin yanı sıra, Budapeşte Tiyatro ve Sinema Sanatları Üniversitesinde eğitim vermektedir.
Beden ve Ruh filminde, rüyalar, yabancılaşma ve kapitalist düzen içinde ilişkilerin doğallığını yitirmesi; yalnız ve sıkıntılı iki karakterin duygusal ve fiziksel yakınlaşma süreci içinde anlatılmaktadır. Merkezine aldığı karakterler ve sorunlar göze alındığında sanat sinemasın bir örneğidir çünkü sanat sineması anlatısı psikolojik olarak karmaşık karakterlere ve onların yabancılaşma, iletişim eksikliği gibi sorunlarına odaklanmaktadır.
OLAY ÖRGÜSÜ
Beden ve Ruh, iki geyiğin karlı bir ormanda su içtiğini göstererek başlamaktadır. Ormandaki bu geyikler ara ara filmde gösterilmektedir. Film bir mezbahada finans müdürü olarak çalışan Endre ile oraya denetmen olarak gelen Maria’nın hikâyesini konu edinmektedir. Endre bedensel engeli bulunan bir karakterdir. Maria ise sosyal becerisi düşük olan bir karakterdir. İkisi de göründüğü kadarıyla yalnızdır. Maria işyerine geldikten sonra Endre’nin dikkatini çekmiştir ve ona karşı hisleri olduğu görülmektedir.
Endre’nin arkadaşı olarak nitelendirilebilecek tek kişi iş arkadaşı Jeno’dur. Jeno’nun eşi de aynı işletmede çalışmaktadır. Jeno Endre’yle yemek yerken “kadın yerini bilmeli” gibi cinsiyetçi ifadelerde bulunmaktadır, bu sırada gelen eşine ise herhangi bir erkek egemen tutum sergilememektedir. Yine başka bir yemekte Endre’ye, eşiyle yatıp yatmadığını sormuştur ve Endre inkar etmemiştir. Jeno zaten iş yerinden birçok kişiyle eşinin yattığını bildiğini söylemiştir. Eş ve arkadaşlık ilişkilerinin yozlaştığı görülmektedir.
Maria takıntı derecesinde titiz, prosedürlere bağlı, sosyal becerileri zayıf, çekingen ama hafızası çok güçlü bir kadındır (Endre’nin ona söylediği her cümleyi sırasıyla hafızasında tutmuştur). “Normal” görülmeyen davranışları yüzünden de sıkça işyerindeki diğer çalışanlar tarafından alay edilmektedir. İş yerinde yaşanan bir hırsızlık olayı için (mezbahada hayvanlar üzerinde kullanılan çiftleşme tozu çalınmıştır) çalışanlarla psikolog görüşmesi gerçekleştirilmiş, bu görüşme sekansıyla filmin başında gördüğümüz geyiklerin ormanda su içme sahnesi anlam kazanmıştır. Psikolog görüşmelerde çalışanlara rüyalarını sormuştur ve Endre ile Maria birebir aynı rüyaları anlatmıştır. Bunun bilinçli bir şaka olduğunu düşünen psikolog Endre ile Maria’ya durumu anlatmış ve aynı rüyayı anlatmalarının kasıtlı olduğunu itiraf etmelerini istemiştir. Birbirlerinin aynı rüyayı gördüklerinden haberdar olmayan Endre ve Maria için de bu durum çok şaşırtıcı olmuştur ve bir süre bu gerçeği inkar etmişlerdir.
Endre ve Maria, rüyalarında buluşmaktadırlar ve bu rüyalarda kendilerini geyik olarak bulmaktadırlar. Bunu fark ettiklerinde önce inanmakta zorlanmışlar ama sonra rüyalarını yazıp birbirlerine verdiklerinde ikna olmuşlardır. Bu durum iki karakteri birbirine yaklaştırmıştır. Ama Maria için fiziksel yakınlık da duygusal yakınlık kadar zordur. Kendi bedenini tanımayan Maria için bir keşif süreci bu noktadan itibaren başlamıştır. Maria -sosyal garipliği dâhilinde- görüştüğü çocuk psikoloğuyla konuşmuş, görüntüler izlemiş, çiftleri gözlemlemiş, bedenini tanımaya çalışmıştır. Kendini Endre ile birlikte uyumaya ve fiziksel yakınlığa hazır hissettiğinde bunu Endre’yle paylaşmış ama Endre, arkadaş kalmanın daha iyi olacağını söylemiştir.
Maria, fiziksel ve duygusal olarak kendini açmaya hazır hissederken Endre’nin geri çekilmesi Maria’da sarsıntı yaratmıştır. Bu değişim süresinde edindiği alışkanlıklardan biri müzik dinlemektir ve hoşlandığı bir aşk müziğini açıp banyoya girmiş ve bileğini kesmiştir. Maria bir süre sonra çalan telefonuna bakmak için vakit kaybetmeden banyodan çıkmıştır –arayan Endre’dir- ve Endre ile görüşmeyi planlamışlar, birbirlerine sevdiklerini söylemişlerdir.
Bu telefon ile Maria’nın hayatı kurtulmuştur. Birlikte oldukları günün ertesi sabahı kahvaltı sahnesine geçilmiştir, fiziksel ve duygusal olarak birbirlerine kendilerini açan bu iki karakter, gece hiç rüya görmediklerini fark etmişlerdir ve bu sahnede ilk kez Maria’nın içten gülüşü görülmektedir.
FİLMDEKİ ZİHİNSEL MEKÂN VE FİZİKSEL MEKÂN ARASINDA BİR KARŞILAŞTIRMA
Hikâyenin geçtiği mekân bir mezbaha işletmesidir. İşçilerin davranışlarına ve üretime dair prosedürlerin, kuralların olduğu; beyaz ışık kullanımı ve mekân tasarımıyla seyirciye hissettirilmektedir. Kesimhane sahnelerinde, öldürülen hayvanların işletmenin beyaz zemininde akan kanları göze çarpmaktadır. Burada yaşanan şiddet normalleştirilmiştir.
Rüyaların geçtiği mekân ise karlı bir ormandır. Yapay değil doğal kurallar geçerlidir. Hayvanlar sakince ölmeyi beklememekte, sadece yaşamakla ilgilenmektedirler ve özgürdürler. Bu sahnelerdeki ortam ferah ve huzur vericidir.
İki mekânda da hayvanlar vardır ama ilkinde tutsak ve ölmeyi bekleyen ikincisinde özgür ve yaşamaları için gerekenleri yerine getiren hayvanlardır. İki mekânda da beyaz zemin göze çarpmakta ama ilk mekânda zemin endüstrinin bir parçası ve şiddetle kana bulanan bir yerken, ikincisinde doğanın, yaşam veren toprağın üzerine serdiği kar örtüsüdür. Bu açıdan benzer görünenler aslında birbirlerinin zıttı anlama sahiptir.
RÜYA
Rüya motifi bu film için kilit roldedir. Aynı işyerinde çalışan iki karakter yaşadıkları düzen, sınırlar ve prosedürlerin etkisiyle bir araya gelememiştir, ancak doğal bir mekânda, ormanda, yapay sınırların olmadığı bir yerde buluşmuşlardır. Bu buluşma rüyalarında gerçekleştiği için rüya motifine daha dikkatli bakmak gerekmektedir.
Rüya konusunda en geçerli açıklamaları psikanalizin kurucusu ve psikiyatrist olan Sigmund Freud yapmıştır. Analitik psikolojinin kurucusu ve psikiyatrist olan Carl Gustav Jung’un da rüyalar konusunda ciddi çalışmaları ve deneyimleri mevcuttur. Sigmund Freud 1900 yılında Viyana’da rüyalar üzerine kapsamlı bir çalışma yayınlamıştır ve bu çalışmanın sonuçları şöyledir (Jung, 1909, Çev, 2015):
Rüya, sanıldığı gibi anlamsız veya rastgele çağrışımlar değildir. Freud’a göre yaptığımız her şey gibi rüyaların da anlamı vardır. Ampirik gerçekler bu teoriye karşı çıkmaktadır çünkü rüyalar tutarsızlık ve anlaşılmazlık hissettirmektedir. Rüyalar kişiye ve onun psikolojisine özeldir (Jung, 1909, Çev, 2015). Freud’a göre rüyalar bastırılmış arzuların bilinçdışındaki karşılığıdır, bu bağlamda rüyalar arzu giderilmesi şeklinde tarif edilebilmektedir. Freud, rüyalar için imkânsızın gerçekleşmesine izin verir ve uyanık hayatın ketlerini bir kenara kaldırır demektedir (aktaran Snowden, 2012).
Rüyalar –Freud’un öngördüğü gibi- arzu gidermesi olarak görüldüğünde Beden ve Ruh’ta rüyalarda buluşan Maria ve Endre’nin yalnızlıktan, yapay kurallardan, doğanın sömürülmesinden uzaklaşmak arzusunda oldukları söylenebilmektedir.
Yıllar boyu her yıl 2 bin rüya analiz ettim ve bu konuda ciddi bir deneyim kazandım diyen Jung da rüyalarla ilgili görüşlerini derlemiştir. O derlemelerdeki görüşlerinden bazıları şöyledir (Jung, 1916, Çev, 2015):
“… dikkatli bir gözlemci, rüyaların süregelen bilinç durumundan tamamen kopuk olmadığını anlamakta zorlanmayacaktır; çünkü neredeyse her rüyada, kökeni daha önceki gün ya da günlerde deneyimlenmiş izlenimlere, düşüncelere ve ruh hallerine dayanan bazı detaylara rastlanabilir. Bu ölçüde belirli bir süreklilik mevcuttur; ancak ilk bakışta bu süreklilik geriye doğrudur. Yine de, rüya sorunsalına yeteri kadar ilgi duyan herkes, rüyalarda ayrıca ileri doğru bir süreklilik olduğunu da görebilir; çünkü rüyalar, batıl inançlara sahip olduğu ya da anormal oldukları düşünülen insanların bile bilinçli zihinsel yaşamında ara sıra da olsa önemli etkiler bırakırlar. Sonradan gerçekleşen bu etkiler aşağı yukarı belirgin ruh hali değişimlerine dayanmaktadır” (Jung, 1916, Çev, Ecdaroğlu, 2015, s35-36).
Beden ve Ruh, Jung’un bu görüşlerini doğrular niteliktedir. Karakterler güncel sorunları ve arzuları üzerinden zihinlerine yansıyan rüyalar görmektedirler ancak bu rüyalar yalnızca geriye yönelik arzuları göstermemekte, karakterlerin geleceğini de etkileyen bir olguya dönüşmektedir. Endre ve Maria arasındaki yakınlaşmanın itici gücü bu rüyalar olmuştur.
YABANCILAŞMA
Endre ve Maria’nın yalnız ve donuk günlük hayatını yabancılaşma kavramı ile açıklamaya çalışmak mümkündür. Yabancılaşma, uzaklaşma ve ayrılma şeklinde tanımlanabilmektedir. Bu kavram Marksizm açısından büyük öneme sahiptir. Doğadan kopan, kendine ve emeğine yabancılaşan insandan söz eden Marx, 1844 El Yazmaları’nda yabancılaşmaya dair şunları söylemektedir:
“…insandan kendi üretiminin nesnesi koparılıp alındığında, yabancılaşmış emek insanı kendi türsel hayatından, kendi gerçek türsel nesnelliğinden koparıp almış olur ve onun hayvanlar karşısındaki üstünlüğünü, organik olmayan bedeninin, doğanın elinden alınması elverişsizliğine dönüştürür” (Marx, 1844 El Yazmaları, Çev, Murat Belge, 2013, Birikim Yayıncılık, s82).
İnsanın türsel varlığına yabancılaşması, onun diğer insanlara da yabancılaşmasına neden olur (Aydoğan, 2015). İnsanlar kendilerinden, işlerinden, arkadaşlarından ve hayattan uzaklaşır, ayrılır (Berger, 2018). Endre ve Maria et endüstrisinde çalışmakta ve günlerinin çoğunu bu işletmede geçirmektedir. Kapitalizm öncesi toplumlarda da hayvanlar beslenmek üzerine avlanmıştır ancak endüstrileşmeyle beraber hayvan öldürmek, öldürenin karnını doyurmak için yaptığı belki de zorunlu görülebilecek bir eylem değildir artık. Burada amaç karın doyurmak değil, ihtiyaçlarını karşılamak üzere bu endüstrilerde iş bölümü dâhilinde çalışmak ve bir yandan da kar üretmek, işletme sahibini zengin etmektir. Bu işletmelerde hayvanların av içgüdüsü yok edilmiştir. Filmde gördüğümüz gibi daha fazla para kazanmak için çiftleşme tozları kullanılmaktadır. Burada olan artık ihtiyaç dâhilinde, hayatta kalmak için yapılan bir avcılık değil kar üretmek için yapılan sistematik bir öldürme, tutsak etme ve hayvanların doğal güdülerine yapay müdahaleler yapma işlemidir. Filmde karakterler, doğaya, emeklerine, kendilerine ve diğer insanlara yabancılaşmıştır. Marx, insanın emeğine yabancılaşmasına dair şunları söylemektedir:
“…Onun için çalışması gönüllü değil, zorlamadır; zorla çalıştırılır. Dolayısıyla bir gereksemenin doyurulması değildir; sadece, çalışmanın dışındaki bazı gereksemeleri doyurmak için bir araçtır. Yabancı özelliğini gösteren bir olgu da fiziksel ya da başka türlü zorlamalar ortadan kalkar kalkmaz, vebadan kaçarcasına kaçılır işten. Dışsal emek, insanı kendine yabancılaştıran emek, kendini kurban etme, alçatmadır. Son olarak, çalışmanın işçi için dışsal özelliğini gösteren bir başka olgu, işin işçiye değil başka birine ait olması, işçinin çalışırken kendine değil başkasına ait olmasıdır”(Marx, 1844 El Yazmaları, Çev, Murat Belge, 2013, Birikim Yayıncılık, s78).
KARAKTER KAVUŞMASI VE DİYALEKTİK
Endre ve Maria rüyalarında buluşmuşlar ve bu buluşma onların yakınlaşmasının ilk adımı olmuştur. Ama bu buluşma onlar için bir kavuşma niteliğinde değildir. Aralarındaki mesafe, sınırlar; hayatlarındaki sıkıntılar hala devam etmektedir. Onlar için kavuşma, fiziksel birliktelikleriyle gerçeğe dönüşmüştür.
Hikâye boyunca sıkıntılı gördüğümüz karakterler bu birlikteliğin ardından yaptıkları kahvaltıda ilk kez içten bir şekilde mutlu görünmektedirler. Zihinsel olan buluşma tek başına yeterli olmamıştır ve nihai kavuşmanın tamamlanabilmesi için maddi (bedensel) birliktelik gerekli olmuştur. Bu durum ideayı asıl gerçeklik olarak gören Platoncu ve Hegelci görüşü reddeder niteliktedir. Zihinsel buluşma, kavuşmanın itici gücü olsa da bu kavuşmayı sağlayan maddi birlikteliktir. Hegel’in ideaya atfettiği görüşlerine karşılık Marx şöyle demektedir:
"Benim diyalektik yöntemim, Hegelci yöntemden yalnızca farklı değil, onun tam karşıtıdır da. Hegel için insan beyninin yaşam-süreci, yani düşünme süreci —Hegel bunu "Fikir" ("Idea") adı altında bağımsız bir özneye dönüştürür— gerçek dünyanın yaratıcısı ve mimarı olup, gerçek dünya, yalnızca "Fikir"in dışsal ve görüngüsel (Phenomenal) biçimidir. Benim için ise tersine, fikir, maddi dünyanın insan aklında yansımasından ve düşünce biçimlerine dönüşmesinden başka bir şey değildir" (Marx, Kapital, Almanca İkinci Baskıya Son Söz, 2011, Sol Yayınları, s27).
Endre ve Maria’nın rüyalarına yansıyan arzuları, yaşadıkları maddi koşulların sonucudur (kendilerini doğada özgür ve yalnız olmayan hayvanlar olarak görmeleri, hayvanların tutsak edildiği bir işletmede çalışmalarının ve yalnızlıklarının etkisiyledir), bu açıdan bu ilk buluşma her ne kadar zihinsel bir süreçte gerçekleşse de yaşadıkları fiziksel süreçlerin bilinçlerindeki yansımasını temsil etmektedir. Maddeden doğan bu zihinsel buluşma yine maddesel birliktelikle sonuçlanmış ve karakterlerin kavuşması bu bütünleşmeyle gerçekleşmiştir. Filmin bu perspektifi Marx’ın diyalektik materyalizm savını destekler niteliktedir. Karl Marx’ın bu görüşleri, Friedrich Engels ile yazdığı Alman İdeolojisi’nin “Feuerbach” başlıklı kısmında şöyle özetlenmektedir:
Fikirlerin, anlayışların ve bilincin üretimi, her şeyden önce doğrudan doğruya insanların maddi faaliyetine ve karşılıklı maddi ilişkilerine (Verkehr), gerçek yaşamın diline bağlıdır. İnsanların anlayışları, düşünceleri, karşılıklı zihinsel ilişkileri (geistige Verkehr), bu noktada onların maddi davranışlarının dolaysız ürünü olarak ortaya çıkar” (Marx ve Engels, Alman İdeolojisi (Feurbach), Çev. Sevim Belli, 2013, Sol Yayınları, s44-45)
TOPLUMSAL CİNSİYET DAYATMASI
Jeno’nun Endre ile eşi (Endre, Juno’nun eşiyle yattığını reddetmemiştir) ve kadınlar hakkında (kadınların yularını tutacaksın, yerlerini bilmeliler gibi ifadeler kullanmıştır) konuştuğu sahneler eşler arası ilişkinin de arkadaş görünen insanlar arasındaki ilişkinin de yozlaştığını ve toplumsal cinsiyet bağlamında Jeno karakterinin üstüne yüklenen “erkek” algısından ötürü cinsiyetçi görüşler savunduğunu göstermektedir. Toplumsal cinsiyet biyolojiyle değil kültürel normlarla ilişkilidir ve öğrenilmiş davranışlar olarak tanımlanır (Ryan, 2012). Sistemin ve geleneklerin cinsiyetler üzerine yüklediği rolleri açıklamakta kullanılan bir perspektiftir. “Erkeklik, bir biyolojik cinsiyet olarak erkeğin toplumsal yaşamda nasıl duyup, düşünüp, davranacağını belirleyen, ondan salt erkek olduğu için beklenen rolleri ve tutum alışları içeren bir pratikler toplamıdır” (aktaran Özdemir, 2019, Atay, “Erkeklik” en çok erkeği ezer!”, 2004).
Jeno’nun söylemlerinde de toplumsal cinsiyet rollerinin erkeğe biçtiği “kadından üstün olma” rolünü üstlenmeye çalıştığı ama bunun bir dayatmadan öteye gidemediği ve aslında Jeno’nun ondan “beklenen” bir baskın karakter olmadığı görülmektedir.
SONUÇ
Beden ve Ruh, yapaylıkla, şiddetin normalleştirilmesiyle çevrili günlük yaşamlarında kendilerine ve insanlara yabancılaşmış, yalnız iki karakter olan Maria ve Endre’yi merkezine almıştır. Bu karakterler yine yapay kurallarla çevrilmiş günlük yaşamlarında birbirine yaklaşamamış önce rüyalarında, günlük yaşamlarındaki ortamın zıttı bir ortamda buluşmuşlardır. Bu buluşma onları birbirine yaklaştırmıştır.
Zihinsel ortamda gerçekleşen yakınlaşmaları bedensel kavuşmayı getirdiğinde, karakterler içten bir mutluluğu tatmışlardır. Yaşadıkları bu yapay dünyada artık yalnız değillerdir ve bu onlar için hayati önem teşkil etmiştir.
KAYNAKÇA
Aydoğan, E. (2015), Marx ve Öncüllerinde Yabancılaşma Kavramı, Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sosyal Bilimler Dergisi.
Berger, A. A. (2018), Marksist Çözümleme, Çev. Nilüfer Pembecioğlu, Medya Çözümleme Teknikleri, Ankara: Nobel Akademik Yayıncılık Eğitim Danışmanlık Tic. Ltd. Şti.
Jung, C. G. (2015), Rüyalar, Çev. Aylin Ecdaroğlu, İstanbul: Pinhan Yayıncılık.
Marx, K. (2011), Kapital, Çev. Alaattin Bilgi, Ankara: Sol Yayınları.
Marx, K.- Engels, F. (2013), Alman İdeolojisi (Feuerbach), Çev. Sevim Belli, Ankara: Sol Yayınları
Marx, K. (2013), 1844 El Yazmaları, Çev. Murat Belge, İstanbul: Birikim Yayınları.
Özdemir, H. (2019), Toplumsal Cinsiyet Perspektifinde Erkeklik ve Kadınlık Algısı: Bir Alan Araştırması, Asya’dan Avrupa’ya Uluslararası Sosyal Bilimler Dergisi.
Snowden, R. (2011), Freud- Kilit Fikirler, Çev. Melis İnan, İstanbul: Optimist Yayım ve Dağıtım.
Mehmet Torun yazdı | HOD mu yakın Toronto mu?
"HOD köyü; Çoruh vadisinde ılıman iklimi gereği zeytin, nar, incir, üzüm, kızılcık vb. meyvelerin ve türlü sebzelerin yetiştiği şirin bir köyümüzdür. Doğanın bahşettiği madenlerin köy ve yöre için şans mı yoksa sorun mu olduğu önümüzdeki süreçte görülecektir. Ancak, bugüne kadar izlenen politikalar ve uygulamalar izlendiğinde sonuç belli gibidir. Şirket, doğası gereği maksimum kazanç elde etmek için her türlü yola başvuracak, işletme dönemi sonunda yaklaşık 12 milyon tonluk bir kirli atığı bırakıp gidecektir. Her ne kadar yasada işletme sonunda sahada rehabilitasyon zorunluluğu konulmuşsa da bunun pratikte nasıl yapılacağı tartışma konusudur."
06-03-2021 16:29

Maden Mühendisi Mehmet Torun
HOD (Madenli), Artvin’in bir köyü. Toronto ise Kanada’da. Bu iki ismi ortaklaştıran konu altın-gümüş-bakır madeni. HOD köyü, Türkiye’nin kuzeydoğusundaki Doğu Pontid metalojenik kuşağı içinde yer alan altın-bakır cevherleşmesi içinde yer alır. Daha doğrusu maden HOD köyü sınırlarında.
Kanada kökenli bir şirket; bu madeni işletmek üzere harekete geçmiş, doğal olarak (yerli ve milli) yerli bir firmayı işe ortak etmiştir. 2015 yılında yapılan sondaj çalışmalarıyla elde edilen yüksek tenör rakamlarına sahip cevherleşme yapısı bu projeyi önemli hale getirmiştir. Cevher, oldukça yüksek oranda altın, gümüş ve bakır içermektedir. Tonda 170-200 gramlara çıkan altın, tonda 10 grama yakın gümüş ve ortalama %3 oranında bakır bulunmaktadır. Günümüzde tonda 1(bir) gram altın üretimi bile ekonomik olmaktadır. Yani oldukça kârlı bir işletme olacağı görülmektedir.
Yapılan projeye göre işletme ömrü boyunca yüksek tenörlü altın içeren bakır konsantresi üretilecektir. Yani bakır, altın ve gümüş birlikte kazanılacaktır. Bunun yanı sıra cevher zenginleştirme ve kırma eleme tesisi, taş ocağı, kil ocağı, atık depolama tesisi, hazır beton tesisi projesi gibi tesisler proje kapsamındadır.
Çok uluslu şirketler, dünyanın her yerinde benzer şekilde madenleri üretip kaynakları kendi ülkelerine, şirket ortaklarına aktarmaktadır. Bunu yaparken “sosyal sorumluluk” adı altında yöre halkının bazı ihtiyaçlarını (!) karşılamakta kısaca şirin gözükmeye çalışmaktadır. İşsizliğin yoğun yaşandığı yörelerde istihdam yaratacağını, çevre duyarlılığının yüksek olduğu yörelerde çevre ile uyumlu çalışacağını söylemekte bunu da yandaş medyayı ve basını kullanarak, kamuoyu oluşturarak gerçekleştirmektedir. Bazı sözde sivil toplum örgütleri de bu şirketlere payanda olmaktadır. Sonuçta halkın ortak malı olan madenleri tüketerek ürettiği artı değeri kasasına koymaktadır.
Mevcut Maden Kanunu’na göre işletmeler olumlu Çevresel Etki Değerlendirmesi (ÇED) raporu almak durumundadır. Ancak kanundaki bazı istisnalar kullanılarak bu rapordan kurtulmaya çalışılmakta, mecbur kalındığında ise bir şekilde çözüm bulunmaktadır.
Şöyle ki; kanunda 25 hektarın üzerindeki alanlar için ÇED raporu istendiğinde bazı şirketler 24,50 hektarlık alanlar için müracaat etmekte ve ÇED den muaf olmaktadır. Bu basamak geçildikten sonra kapasite artışı istenerek alan genişletilmektedir. Daha sonra patlayıcı madde kullanımı için başvurulmakta ve izin alınmaktadır. Bilahare diğer yan tesisler için izinler alınarak süreç tamamlanmaktadır. Oysa proje bir bütündür ve başından itibaren planlanması ve buna göre değerlendirilmesi gerekir. İşletme daha sonra gelişip büyüyecekse bunun da ciddi ve bilimsel gerekçesiyle birlikte projelendirilmesi söz konusudur.
HOD köyü; Çoruh vadisinde ılıman iklimi gereği zeytin, nar, incir, üzüm, kızılcık vb. meyvelerin ve türlü sebzelerin yetiştiği şirin bir köyümüzdür. Doğanın bahşettiği madenlerin köy ve yöre için şans mı yoksa sorun mu olduğu önümüzdeki süreçte görülecektir. Ancak, bugüne kadar izlenen politikalar ve uygulamalar izlendiğinde sonuç belli gibidir. Şirket, doğası gereği maksimum kazanç elde etmek için her türlü yola başvuracak, işletme dönemi sonunda yaklaşık 12 milyon tonluk bir kirli atığı bırakıp gidecektir. Her ne kadar yasada işletme sonunda sahada rehabilitasyon zorunluluğu konulmuşsa da bunun pratikte nasıl yapılacağı tartışma konusudur.
Bu nedenle alternatif maliyet analizlerinin iyi yapılması gerekmektedir. İşletmenin uzun vadede getirdikleri ile götürdükleri iyi hesaplanmalı, geri dönüşü olmayan yanlışlıklara işin başında müdahale edilmelidir.
15-20 yıl sonra maden işletmesi kapandığında umarım tüm bu soruların yanıtları olumlu olur ve keşke denmez.
Şimdi yazının başlığına dönelim. Size hangisi daha yakın?
Onur Bütün yazdı | Egemen erkekliğin mühim teçhizatı: Psikolojik şiddet
"Türkiye’de psikolojik şiddet romantik ilişkilerden aileye, çalışma yaşamından bakımevlerine kadar görülen yaygın bir şiddet türü olarak karşımıza çıkıyor. Bu bağlamda standart ölçüm araçları yerine, o çalışmaya ait öznel ölçüm araçlarına ihtiyaç duyan, pozitivist yaklaşımın yanı sıra, ilişkisellik ve disiplinlerarası yaklaşımlara da ihtiyaç duyulan bir çerçevede ele alınması gereken özellikler de taşıyor."
06-03-2021 16:19

Onur Bütün
Teçhizat; silah dışındaki savaş gereçleri, donatı anlamına gelen bir sözcük. Kadına yönelik fiziksel şiddetin zemininde işleyen psikolojik şiddet, bir tür potansiyeli işaret etmesi bakımından savaş teçhizatı gibi düşünülebilir. “Psikolojik savaş” tabiri de bu bağlamda iyi bir benzerlik kuruyor “psikolojik şiddet” tanımıyla… Bir kadını kaba dayakla, silahla, bıçak ya da sopayla döverek korkutabilir, onu aşağılayarak ve bin bir çeşit yöntemle değersizleştirerek özgüvenini yok edebilirsiniz. Her iki yöntemde de korku, suçluluk duygusu, tedirginlik veya utanç gibi duygular harekete geçebilir. Psikolojik şiddeti anlamanın zorluğuna karşılık, kadınların psikolojik şiddeti sezgilerine, duygularına göre tanımlayabileceği, eşitsizlik gördükleri, korku hissettikleri bütün ilişkilerde psikolojik şiddet olabileceğini düşünmek gerekiyor. Şiddetin normalleştirilmesi tuzağından uzaklaşarak, şiddetin sorumluluğunu faile teslim etmekse önemli bir adım.
Toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin faili eril tahakküm, ürettiği şiddet türlerini son derece inatçı bir bağlamda, kültürel ve devlet destekli yürütüyor. Üstelik bazı kültürlerde ve devlet yapılarında çok güçlü bazılarında biraz daha zayıf görünümlere sahip. Erkek egemen bilinçli tercih, tüm şiddet türlerinde kadınlar ve queerlerin üzerinde tahakküm kurmak için kullanılıyor.
TODAP’lı (Toplumsal Dayanışma İçin Psikologlar Derneği) feminist psikologlarla, psikolojik şiddet üzerine yürüttüğümüz tartışmalarda görünmeyen bu şiddet türünün, “Nasıl ölçülebileceği, farkındalığın arttırılabileceği ve kadınlar/erkekler cephesinden nasıl algılandığı” gibi temalara odaklandık. Yaptığımız toplantılardaki tartışmaları yansıtan başlıklardan bazıları şöyle;
-Psikolojik şiddetle ilgili akademi içi veya dışı çalışmaları görünür kılmak.
-Feminist kolektif çevirilerle psikolojik şiddet üzerine dünya literatüründe yürütülen tartışmaları Türkçeye kazandırmak.
-Feminist psikoterapinin kadınlar ve queerler için anlamını tartışmaya açmak.
-Psikolojik şiddetin işlendiği film, belgesel vb. araçlarla farkındalığı arttırmak.
PSİKOLOJİK ŞİDDET ÖLÇÜLEBİLİR Mİ?
“Türkiye genelinde yapılan geniş örneklemli araştırmalar kadına yönelik şiddet türleri içerisinde psikolojik şiddetin %44 görülme sıklığı ile en yaygın şiddet türlerinden biri olduğunu (Jansen, Yüksel ve Çağatay, 2009; Yüksel-Kaptanoğlu ve Çavlin, 2015), kadının eylem ve aktivitelerini kontrol etmeye yönelik davranışlar da dahil edilirse bu oranın %70’lere kadar çıkabildiğini göstermektedir (Jansen ve ark., 2009). Genellikle isim takma, aşağılama, küçümseme, sözel şiddet, bağırma, tehdit etme, kıskançlık, yalıtma, duygusal ve/veya fiziksel olarak uzaklaşma, hileli yönlendirme (manipulation) gibi baskılayıcı ve kontrolcü eylemleri içeren bir şiddet türü olarak tanımlansa da aslında psikolojik şiddetin kapsamı ve ölçümüne ilişkin tartışmalar güncel alan yazında önemli bir yer tutmaktadır (Follingstad, 2011; Maiuro, 2001).”(1)
Şiddet türlerini; karakol, mahkeme gibi devlet aygıtlarına yansıyan rakamların yanı sıra, feminist araştırmacılar birer “araştırma nesnesi” olarak kabul edip çalışıyorlar. Özel olarak psikolojik şiddetin görünmezliği ya da fark edilmesinin zorluğunun ardında yatan çoklu nedenler silsilesi, araştırmalara konu olurken bazı zorluklar çıkarıyor. Pozitivist yaklaşım, çalışma nesnesine odaklanırken toplumsal alanda gözlenebilir olma kriterine dikkat eder. Psikolojik şiddet yaşayan bireyler üzerine geliştirilen anketler, derinlikli görüşmeler gibi yöntemleri standart görüşme sorularına, akıl yürütme zincirlerine dönüştürmek zordur. Yukarıdaki alıntıda psikolojik şiddetin yaygınlığına dair öğrendiğimiz bilgi bu şiddet türünün hem görünür olmasına hem de farkındalığın artmasına neden olmamıştır, aksine psikolojik şiddet yakın ilişkilerde ve kamusal alanda olağanlaşabilmiştir.
“Psikolojik şiddet, şiddetin fiziksel formlarını içermeyen türlerinin tanımlanmaya başladığı 1980’li yıllardan (Follingstad ve Edmundson, 2010) günümüze psikolojik saldırganlık, psikolojik istismar, psikolojik kötü muamele, duygusal şiddet veya duygusal istismar gibi kavramlar altında da çalışılan özel bir şiddet türüdür. Ancak diğer şiddet türleri ile karşılaştırıldığında fiziksel parametrelerin yokluğuna bağlı olarak tanımlanması en zor şiddet türüdür (Rogers ve Follingstad, 2014).”(2)
Türkiye’de psikolojik şiddet romantik ilişkilerden aileye, çalışma yaşamından bakımevlerine kadar görülen yaygın bir şiddet türü olarak karşımıza çıkıyor. Bu bağlamda standart ölçüm araçları yerine, o çalışmaya ait öznel ölçüm araçlarına ihtiyaç duyan, pozitivist yaklaşımın yanı sıra, ilişkisellik ve disiplinlerarası yaklaşımlara da ihtiyaç duyulan bir çerçevede ele alınması gereken özellikler de taşıyor.
BEN MERKEZDEYİM, SEN İHTİYAÇLARIMI KARŞILAMAK İÇİN VARSIN!
Psikolojik şiddetin kadın ve erkek cephesinden algılanış farklılıklarının temelinde, alt başlığa çektiğim ana fikir bulunuyor. Erkek merkezli düşünüş biçimi ve kültür, kadınların yaşamını kontrol edebilen araçlara sahip. Eril bakış bu bağlamda her zaman bir patalojiyi temsil etmiyor. Başka bir biçimde söylersek, kadına psikolojik şiddet uygulayan erkeğin ruhsal aygıtında bir “hastalık” tanımı yapmak her zaman doğru olmayabilir. Zira hastalıktan çok bilinçli tercihle uygulanan bir şiddetten söz etmiş oluyoruz.
Psikolojik şiddet uygulayan erkeklerin; kendilerine eleştirel yaklaşmalarını sağlayacak olan mekanizmalar kurulu olmadığı için, terapi desteği almak, eleştirel erkeklik çalışmalarına dikkat kesilmek, duyguları paylaşmak gibi yollara başvurmaları gerekiyor.
Kadınların utanç duygusunu harekete geçiren bu saldırı biçimine bir örnek vermek yerinde olabilir. Sayısız vaka örneği üzerine düşünürken, kadında ağır tahribat yaratan örneklerden birini psikolog arkadaşım şöyle anlatmıştı;
Uzak mesafeli bir işte çalışan bir adam uzun sürelerle evden ayrı kaldığı için, eve her dönüşünde karısının vajina çevresindeki kıllarının uzunluğunu ölçerek kendisi evde yokken başka bir erkekle birlikte olup olmadığını anlamaya çalışıyormuş. Kadının yaşadığı tahribatı ve utanç duygusunu düşünmek bile yıpratıcı, bir de o kadının nasıl hissettiğini, bu davranışa karşı çıkacak koşullarının olup olmadığını, aynı sürece eşlik eden fiziksel şiddet, aşağılama, manipüle etme veya ekonomik şiddet yaşayıp yaşamadığını bilmiyoruz. Böyle o kadar çok örnek var ki, kimi zaman incelikle işlenmiş entelektüel bir yordamda, kimi zaman açık feodal bir kültürel iklimin manzarasında gerçekleşen psikolojik şiddet, “Hayır bunu söyleyemezsin!” ya da “Hayır bunu kabul etmiyorum!” gibi karşı çıkışlarla daha ilk andan itibaren bir öz savunma eyleminin başladığını bize anlatıyor.
Kadınları değersizleştiren bu pratiklere dikkat kesilip, feminist bir filtrelemeye sahip olmak bazen yıllarımızı alsa da, fark ettikçe kendimizi bu saldırılardan korumak konusunda yol kat ettiğimizi de belirtmek gerekiyor.
(1) Psikolojik Şiddetin Ölçümü: Psikolojik İstismar Profili’nin ve Kadına Kötü Muamele Envanteteri’nin Türkçe’ye Uyarlanması, İnci Boyacıoğlu, Mete Sefa Uysal, Canan Erdugan, Psikoloji Çalışmaları - Studies in Psychology Cilt/Volume: 40, Sayı/Issue: 1, 2020, s: 5
(2) A.g.e., s: 5
Muzaffer İlhan Erdost'u andık...
Evet, Mamak’ta çığlıklar yükseliyordu. Aynı çığlıklar dalga dalga dağları tepeleri aşarak tüm ülkeye yayılıyordu. Bu çığlıklar kardeşin kardeşe değil, kardeşlerin tüm insanlığa duyurmak istediği çığlıklardı.
05-03-2021 01:03

Hasan Çerçioğlu
Muzaffer Erdost’la Türkiye İnsan Hakları Vakfı'nda birlikte çalıştık. Onun için Muzaffer Erdost’u yakında tanırım. O bir yazardı, bir düşünürdü, bir edebiyatçıydı bir şairdi. Ama esas işi yayıncılık yapmaktı.
1961 Anayasası özgürlükçü bir ortam yaratmıştı. Bu özgürlükçü ortamda ülkemizde devrimci bir dalga yükselmiş, sol ve sosyalizmin kapısı açılmıştı. Muzaffer İlhan Erdost, önce Sol Yayınevi’ni, sonra Onur Yayınevi’ni kurmuştu. Bilimsel sosyalizmin yayınlarını bu yayın evinde basıyor dağıtıyordu. O günkü özgürlük ortamında aydınlar ve gençler arasında sol dalga hızla yayılıyordu. Ama yayınevinde kitaplar basılır basılmaz iktidar tarafından toplatılıyor yayınları yapanlar en ağır cezalara çarptırılıyordu.
1961 anayasası özgürlük ortamı yaratmıştı ama Türk Ceza Kanunun 141 ve 142. maddeleri, çeşitli suçlar hakkında hükümler koymuştu. Bunlardan birincisi, bir yandan komünist cemiyetler kurulmasını suç saymış, öte yandan, anarşizmi, diktatörlüğü, ırkçılığı ve millî duyguları yok etmeği ve zayıflatmayı amaç edinen cemiyetleri yasaklamıştı. 142. madde ise, birincisine paralel olarak, komünizm, anarşizm, diktatörlük, ırkçılık propagandalarını ve millî duyguları yok etmeğe ve zayıflatmaya yönelen propagandayı cezalandırıyordu. Bu koşullarda bağımsızlık, demokrasi ve sosyalim mücadelesi sürdürmek oldukça zordu. Sosyalizm demek işçi sınıfı iktidarı demekti. Emperyalizm ve egemen sınıflar ezilen emekçi sınıfların yani işçi sınıfının uyanmasına, ayağa kalkmasına, sosyalizm düşüncesine yönelmelerine, onların örgütlenmelerine tahammül edemiyor, buna fırsat vermiyordu. Bunu engellemek için en barbar yöntemleri kullanıyordu. Aydınları, yazarları, düşünürleri, gençleri komünizm propagandası suçlamasıyla topluyor, onlara ağır işkenceler yapıyordu. Buna paralel olarak dünyanın her yerinde aynı sistem devam ediyordu. İşte bu duruma direnmek, göğüs germek ve bedel ödemek gerekiyordu. Ülkemizde bu uğurda ödenen bedeller dünyada ödenen bedellerden daha az değildi. Aydınlarımız ve gençlerimiz nice bedeller ödediler. Kimi idam edildi, yüz binlerce aydınımız işkenceden geçirildi, kimileri sürgünde öldüler, kimileri de ölümcül durumdayken yurt dışında tedavi görmesi gerekirken onlara pasaport vermediler, göz göre göre ölümlerine sebep oldular.
12 Eylül işkencelerinden bedel ödeyenlerden biri de Muzaffer ve İlhan Erdost kardeşlerdi. Mamak Askeri Cezaevi'nde bir astsubay, yanında dört askerle odaya giriyor, erlerden İbrahim, Erdost’lara görüşlerini soruyor “Sol” yanıtını alıyor. Bu yanıta başını sallıyor İbrahim Keskin. Bu baş sallayış sola, solculara duyulan bir nefretin bir öfkenin bir kinin bir intikamın baş sallamasıydı. Çünkü ağa babalarından böyle öğrenmiş, böyle talimat almışlardı. İki er önde, iki er yanlarında ellerinde çantalar çıkıyorlardı merdivenli odadan. Kapı çıkışı boşluğunda eşyalarını aramak bahanesiyle Erdost’lar, durduruluyor. Erler aralarında görev ve iş bölümü yapmışlar gibi, iki er İlhan’ın başına, iki er de Muzaffer’in başlarına indiriyorlar coplarını, tekme tokatlarla ve dipçiklerle girişiyorlar!… Başlarında Şükrü Bağ flim seyreder gibi izliyordu onları.
“On yaşındaki bebeleri zehirlediniz, içerisi sizin zehirlediklerinizle dolu ”diyordu Şükrü Bağ. Onlara göre okumak öğrenmek, aydınlanmak hele solcu olmak zehirlenmekti. Karanlıkta kalmak bulanık sulardan avlanmak en iyisiydi.
İlhan daha eşyalarını toplarken erler Muzafferin kollarından çekip “Haydi, arabaya” diyorlar. Muzaffer tekme tokat ve coplardan kurtulmak için kapı çıkışına arkası yaklaştırılmış cezaevi arabasına bir an önce binmek istiyor. Bu arada arabanın arka basamakları içeri doğru eğrilmiş çekme halat kancasına basarak kendisini arabanın içine atıyor, iç bölümde sol yandaki sıraya oturuyor… Yine dışarıda tekme tokat sesleri duyuluyor. İlhan bir an önce içeri giriyor Muzafferin karşısına sağ köşeye geçip oturuyor. İki kardeş acı acı birbirlerine bakıp gülümsüyorlar… Bakışlarında acı vardı, hüzün vardı, çaresizlik vardı. Yanlarında dört asker paşalarından öyle emir almışlardı. İçeride dövdükleri yetmiyormuş gibi bu kez arabanın içinde iki er İlhan’a, iki er Muzaffer’e bir daha bir daha yanaşıp vuruyor, sanki öldürmek için emir almışlardı.
Evet, Mamak’ta çığlıklar yükseliyordu. Aynı çığlıklar dalga dalga dağları tepeleri aşarak tüm ülkeye yayılıyordu. Bu çığlıklar kardeşin kardeşe değil, kardeşlerin tüm insanlığa duyurmak istediği çığlıklardı.
“Uyuyan küçük kızımı uyandırmaya kıyamadan buraya getirdiler bizi, dövdürmeyin komutan “ diyordu İlhan. Başçavuş durdurmadı dövenleri, emir üstüne emir yağdırdı. Emir alan dört er vur deyince öldüresiye dövüyorlardı İlhan ile Muzafferi...
“Ölüyoruz yeter artık dayanamıyoruz” diyordu İlhan. Kim dinlerdi İlhanın çığlıklarını… Çığlıklar Mamak’tan yükselip Çorum’dan, Maraş’tan, Sivas’tan, kopartılan çığlıklara karışıyordu. Aynı çığlıklar gökyüzünde salkım saçak olup tüm ülke sathına yayılıyordu.
Koğuş kapısına beş adım kala geride yeniden sesler duydular. Bu sesleri duyar duymaz hızlandılar, “Kaçma it oğlu kaçma” diyerek yine yetiştiler. Kapı boşluğunda yetiştiler, İlhanla Muzaffer’e… İlhan yüzükoyun yere düştü. Kaşını bir taşın kıyısına vurdu. Öyle kaldı. Yavaş ve güçlükle doğruldu. Sonra koğuşa zor girdiler. Kısa bir süre öyle kaldılar. Koğuşta ranzaya öyle uzattılar. İlhan’ın yüzü gözü kan içindeydi.
“Nefes alamıyorum” diyordu İlhan. Bu, İlhan’ın son sözüydü. İşte İlhanla Muzafferin Sol Yayınları yüzünden faşistler tarafından başlarına gelenler. İlhan’ı öldürdüler, Muzaffer yaralı olarak çıkabildi. Muzaffer yılmadı, direndi, göğüs gerdi, bilimsel sosyalizm yayınlarını yayınlamaktan geri kalmadı. İlhan’ın adını kendi adına ekledi. Muzaffer İlhan Erdost olarak adlandırdı kendini. Kitabevinin adını da İlhan İlhan Kitabevi olarak değiştirdi. Ölünceye dek bu adlarla yaşadı, hiç geri adım atmadı Muzaffer, sosyalizm yolunda klasikleri yayınladı ve mücadelesini sürdürdü. Marksizm, sosyalist klasikler en çok okunan kitaplar oldu. Türkiye ezilen halkların işçi sınıfının uyanmasından örgütlemesinden Muzaffer İlhan Erdost’un payı büyüktür. Onu hiçbir zaman unutmayacağız. Ruhu şad olsun.
Volkan Şahin yazdı | Kuşatma altında kültür ve sanat
Pandemiyle birlikte ne yazık ki gerçek hayattaki olanaklarımız da ortadan kalktı. İnsanlar kabuklarına daha da çekildiler. Pandemi sonrasında kültür ve sanat hayatı nasıl şekillenecek, insanlar eski hayatlarına dönme arzusuna sahip olacaklar mı? Şimdilik bilemiyoruz.
18-02-2021 01:56

Volkan Şahin
“Kuşatma” kelimesi, onu okuyan herkesin zihinde askerî bir terim olarak canlanıyor. Bazen bir kent, bazen bir okul, bazen bir ev; içeride olanlarla dışarıda olanların uzlaşmazlıklarının bir tarafın yok olmasıyla biteceği son ana dair bir görüntü. Kuşatma mutlaka böyle olmak zorunda değil. Öylesi tarihsel anların dışında kuşatma, eski toplum biçimi ile onu bağrında gelişmeye başlayan yenisi arasındaki ilişkiyi de işaret edebilir. Bu ilişki türlü alanlarda türlü şekillerde görülebilir. Bizim yazımız bağlamında bu ilişki kültür ve sanat alanında olacak.
Kültür ve sanat tartışılırken ideoloji hakkında uzun uzadıya serimler yapılması beklenir. Ben de elbette öğrencisi olduğum Türkiye sosyalist hareketinin burjuva ideolojisi-proletarya ideolojisi ikiliğini merkeze aldığımı söyleyerek ilgimizi tamamen pratik sorunlara çekmek istiyorum.
Öyleyse öncelikle “kuşatma” ile ne kastettiğimi açıklamak zorundayım.
Sanatçılar İspanya’da Pablo Hasel, Türkiye’de Grup Yorum ve BEKSAV emekçileri örneğinde olduğu gibi, yani ister demokraside olsun ister ileri demokraside(!) yaşasınlar, devletlerin baskısı altındalar. Bu durum, Ruhi Su’ya, Victor Jara’ya, Nâzım Hikmet’e, Pir Sultan Abdal’a, kim bilir daha nice örneklerle çok daha gerilere götürülebilecek bir gerçeklik. Sanatçılar bunun farkında olarak eser verirler. Dolasıyla “kuşatma altında kültür ve sanat” başlığını attığımda anlatacaklarım bir devrimci sanat tarihi olacaktır. Ama öyle değil.
Tüm dünyada son 10 sene boyunca hızla hayatımıza giren sosyal medya, tedrici bir şekilde günlük alışkanlıklarımızda değişiklik yarattı. Meramımı anlatabilmek için yine biraz seçmeci davranmak zorundayım. Bilişsel, ruhsal hayatı düzenleyen nesnelerle fiziksel temasın kopması bunlardan biri. Ne demek istiyorum? Doğaya gitmenin yerini doğa resimlerine “like” atmanın, arkadaşlarla buluşup hoş beş etmenin, dertleşmenin, dayanışmanın yerini whatsapp gruplarında “geyik yapmanın” almasını vs.i İkincisi sosyal medyada karşılaştığımız her şeyin aslında kendi tercihlerimiz olmadığı gerçeği. Tamam. Platform algoritmaları bizim davranışlarımıza bakıp eğilimimizi belirleyerek bizi oralarda daha fazla vakit harcamamızı sağlayacak gönderilere boğuyor. Ancak dikkat edilirse bu gönderiler bir biçimde en çok reyting alan gönderiler oluyor. Bu da kendi içinde mantıklı mantıklı olmasına da, bütün kültür ve sanat eserlerine ulaşmayı olanaksız hale getiriyor. Özellikle bütçesiz, popüler kültürden uzak üretimler milyonlarca gönderinin arasında kayboluyor. Üçüncü ve son olarak dijital film platformlarıyla da birlikte her türlü kültürel faaliyetin son bulmasının kesinleşmiş olmasını alalım.
Öyleyse şimdi karşımızda biri eski, bir yeni iki ayrı durum var. İlkinde fiziksel temas, kültür ve sanat faaliyetlerini fark edebilme ve ona gitme arzusu; ikincisinde tamamen sanal ilişki, yok sayma (sanma?) ve yoksunluğunu çekmeme.
Eski durumda, yetmişlerden itibaren alırsak, toplumcu edebiyat, tiyatro, sinema, işçi koroları ve devrimci sanatçılar hem proleter kültürün geliştirilip yayılmasında hem de emekçilerin örgütlenmesinde büyük başarılar elde etti. Hem biçim olarak hem içerik olarak öyle gelişti ki, bence ileride sadece bu tarihi yabancı dillerde anlatmak gibi bir ödev bile tanımlayabiliriz. Bu tarihin Grup Yorum’un neredeyse milyona varan bir kitleye verdiği konserlerde zirveye çıktığını da belirtmek gerekir ki, gözümüzde bir görüntü canlansın.
Tüm bu tarih boyunca elde edilen başarının tutsaklıklarla, işkencelerle, Ruhi Su’da olduğu gibi ölüme terk etmelerle dolu olduğunu unutmayalım. Yani ortalık güllük gülistanlık değildi.ii Devrimci hareketin güçlü olduğunda da güçsüz olduğunda da devrimci sanatçılarla halk arasındaki fiziksel bağın hiç kopmadığını diğer bir kanıt olarak alabiliriz.
Günümüzde ise düzen dışı tüm sanatçılarla halk arasında bir kopma söz konusu. İşte başlıkta yer alan “kuşatma” sanatçılarla halkın fiziksel bağlantısını koparan tüm koşulları ifade etmektedir. Her şeyden önce burjuva ideolojisinin kültürel saldırılarını ve yozlaşma zeminini taşıyan sosyal medya bunlardan biridir. Onun yarattığı, insanları genelde toplumsal olandan, özelde teker teker birbirlerinden koparan yeni davranış alışkanlıklarıdır.iii
Henüz on yıllık olan bu ikinci durumda eski duruma ait yöntemlerin işe yaramadığını görmüş bulunuyoruz. Sosyalist hareketin kültür ve sanat alanına bakışını değiştirmesi gerekmektedir. Örneğin kültür merkezleri ister sık sık basılsın, ister bahçelerindeki ağaçların gölgesinde huzurla çay içilsin, ne yazık ki artık halkla buluşma olanağı sağlamıyor. Ünlü sanatçıların davet edildiği etkinlikler onları daha çok ünlü etmekten öte bir işe yaramıyor. Yapılan şarkılar dinlenmiyor. Kitaplar, dergiler zaten okunmuyor.iv
Pandemiyle birlikte ne yazık ki gerçek hayattaki olanaklarımız da ortadan kalktı. İnsanlar kabuklarına daha da çekildiler. Pandemi sonrasında kültür ve sanat hayatı nasıl şekillenecek, insanlar eski hayatlarına dönme arzusuna sahip olacaklar mı? Şimdilik bilemiyoruz. Bildiğimiz tek şey, kültür ve sanatı tek başına düşündüğümüzde iyimser olmamızı gerektirecek hiçbir verinin kalmadığı.
Bu durumda korkunç bir tabloyla karşı karşıya olduğumuz iddia edilebilir. İnsanlar her gün burjuva ideolojisinin, her türlü gericiliğin türlü “etkileşimlerine” maruz kalıyorlar. En bilinçli görebileceğimiz eski bir x dergisi okuru, “büyük resmi görebilmek adına” komplo teorilerine inanabiliyor. Bundan daha vahimi sol görüşlü insanlarımız muhalif kılıklı kimi ekonomistlerin “ilerlemecilik” adına paylaştıkları burjuva ahmaklıkların yayılmasına vesile olabiliyor. Liberal saçmalıklar sola sokulmaya çalışılıyor. Birileri örgütlense, bir protesto olsa “Silivri soğuktur” şakaları ortaya çıkıyor. “Elim kırılaydı da oy vermeseydim” diye röportaj veren emekçi halktan hacı amcalar veya türbanlı kadınlar “az bile çekiyorsunuz, müstahak size” ile “yine gider oy verirsiniz g.. kılları” arasında gidip gelen sosyal linçlere maruz kalıyorlar. İktidarın her hamlesi, goygoya vesile oluyor. Bu goygoylar fenomenlerden sıradan insanlara, oradan örgütlü sosyalistlere sirayet edebiliyor. Burada sayamadıklarımla birlikte tüm bu örnekler diğer koşullarla birlikte düşünüldüğünde, örgütsüz, tweet atma dışında hakkını arama yollarına gözlerini kapamış veya pratik beğenmeyen tipler yaratıyor.
Yazının sonlarına doğru dilimin sertleştiğinin farkındayım. Bir kuşatmadan bahsediyorsak onun olası sonuçlarının hafif olacağını söyleyemeyiz. Belki askeri anlamda kuşatma tarifimi yinelersem daha iyi anlaşılır: “İçeride olanlarla dışarıda olanların uzlaşmazlıklarının bir tarafın yok olmasıyla biteceği son ana dair bir görüntü.” Şimdi bizler sosyalist, devrimci, ilerici, toplumcu, halktan yana sanatçılar olarakv kuşatmanın içindeyiz. Yok olmamayı, kuşatmayı nasıl yarabileceğimizi bir başka yazıda paylaşmak istiyorum.
Sorunun sadece biz sanatçıları ilgilendirmediğini hatırlatarak…
DİPNOTLAR
i Whatsapp gruplarının sessize alınabildiğini unutmayalım
ii İbrahim Gökçek ve Helin Bölek’in konser hakkı için hayatlarını feda ettikleri ölüm orucunu anmamamın nedeni, dönem ayrımı içinde ikincisine denk gelmesi ve yazımızın meramı içinde hakkının yeterince verilemeyeceği kaygısıdır. Yoksa bu direniş Türkiye ölçeğinde değil, dünya ölçeğinde devrimci sanatçılığın doruk noktasını temsil etmektedir.
iii Sosyal medya, hele Twitter, insanların siyasi tepkilerini birbirlerine bağlı kalarak yaymalarına şimdilik müsaade etse de ortada gerçek bir bağ yoktur. Egemenler için bu bağın potansiyeli bile tehlikedir. Etkili olmalarının nedeni başka bir şey değildir. Bunu da not etmiş olalım.
iv İnsanların sosyal medyada hâlâ eski eserleri bulup takip etmeleri de başka bir vakıa. Onlara sorduğunuzda “artık hiçbir şey eskisi gibi değil” diyeceklerdir. Bizler de “doğrudur mesela siz” diye cevap verebilmeliyiz.
v Halkla buluşmayı popülerlik, para gibi kişisel çıkarları geride bırakarak kendine dert edenler, kendilerini nasıl tanımlarlarsa tanımlasınlar, bir olumluluk olarak alıp aynı kategoriye koyuyorum.
Mehmet Torun yazdı | ‘Zonguldak Büyük Madenci Grevi ve Yürüyüşü’ 30. yılında
17-02-2021 10:11

Maden Mühendisi Mehmet Torun
İnsanlık tarihi; ezenlerle ezilenlerin, sömürenlerle sömürülenlerin, zalimlerle mazlumların, haksızlarla haklıların, kötülerle iyilerin mücadelesinin tarihidir. Ezenler, zalimler, haksızlar, kötüler; zaman içinde geçici üstünlükler sağlamış olsalar da, sonunda kazanan hep insanlık olmuştur ve olacaktır. Çünkü insan varsa umut vardır, yaşam varsa mücadele vardır.
İnsanlık tarihi kadar eski olan madencilik tarihi de aynı zamanda mücadeleler tarihidir.
Özelleştirme-taşeronlaştırma-sendikasızlaştırmanın temellerinin atıldığı 24 Ocak 1980 kararları ile birlikte “Serbest Piyasa Ekonomisi” uygulamalarına girişildi. Bu uygulamanın eksik yönlerini 12 Eylül iktidarının tamamlaması bekleniyordu. KİT’lerin ıslahıyla başlatılan uygulamalarla gelişen sürecin sonunda, sektörde üretilen değerlerin %80’ini gerçekleştiren madencilik KİT’leri de “devletin küçültülmesi” söylemi ve “özelleştirme–kapatma” dayatmaları ile karşı karşıya bırakıldı. Bağımsızlığın ve devletleştirmenin sembolü EKİ (TTK) “bir verip yedi alan” kurum konumuna düşürüldü. Kömürün nereden olsa alınacağı, stratejik bir maden olmadığı savunularak, “en zararlı KİT’ler” içinde yer alan TTK, özelleştirme ya da tasfiye girişimlerinin başlıca hedefi haline getirildi. Bu plan büyük ölçüde tuttu, TTK “hazineden geçinen bir asalak” olarak görülmeye ve gösterilmeye başlandı.
1980 askeri darbesi ile birlikte ülkenin üzerine çöken sessizlik sonrası; 1986 NETAŞ Grevi ve devamındaki, ‘'1989 Bahar eylemleri'’, dipten gelen büyük bir dalganın habercisidir; 1990 ise, kamu kesimi TİS görüşmelerinin yılıdır. GMİS kurultayında, uzayan TİS sürecinde daha fazla beklemenin anlamsız olduğu düşüncesiyle, madencilerin greve çıkmaları kararı alınır ve 30 Kasım sabahı, ilk grev pankartı Gelik İşletmesi’ne asılır. Üye tabanının tam desteğini alan Genel Başkan Şemsi Denizer, sadece madencilere değil, bütün sınıfa seslenerek genel grev çağrısında bulunur: “Biz madenciler olarak ilk kıvılcımı çaktık. Grevimiz tarihin büyük grevlerinden biridir. Biz üretmiyoruz, Türkiye işçi sınıfı da üretmesin!...”
24 Şubat 1990’da tüm sivil toplum örgütlerinin katılımıyla yapılan büyük miting, daha sonra olacakların da habercisiydi. Maden işçisinin “onurlu ve insanca yaşam” isteyen haklı talebi, 1990 yılı boyunca direniş, toplantı, söyleşi, paneller ve tüm DKÖ’lerin ortak katılımıyla oluşan Temsilciler Kurulu tarafından, “Zonguldak’ın, Türkiye’nin kamburu olmadığı…“ tüm Türkiye’ye duyuruldu. Bu dayanışma, madencinin haklı ücret mücadelesinin yanı sıra, hükümetin gözden çıkarmaya kararlı olduğu TTK ve Zonguldak’ı yaşatma çabasıydı da... Bu nedenle, siyasi farklılıklar kalkmış; Zonguldak halkı birbiri ile kenetlenmişti. Yılların birikimiyle, bilinçli bir “tabanın sesi” hareketine de sahip olan GMİS üyesi 48 bin işçi, TİS görüşmelerinin tıkanması üzerine, 30 Kasım 1990’da greve başlamış, işveren de 4 Aralıkta lokavt ilan etmiştir. Zonguldak halkı da grevi aktif olarak desteklemiştir. Bu destekle, 4 Ocak 1991’de Zonguldak’tan Ankara’ya yürüyenler 100 bin kişiye ulaşmıştır. Sadece işçiler ve aileleri değil bir kent bir bütün olarak yürümektedir. Barikat ve tutuklamalarla engellenen ‘Ankara Yürüyüşü’, 08 Ocak 1991’de isteklerin yerine getirileceği sözü alınarak, Mengen barikatında bitirilmiştir. Grevin 57. gününde, 25 Ocak 1991’de “bir koyup üç alma” senaryolarının yazıldığı Körfez Savaşı nedeniyle, grevin 60 gün ertelenmesi kararı alınmış, 6 Şubat 1991’de ise TİS imzalanmıştır. Havzanın iki ay süren ilk grevine giden süreç böylece sonuçlanmış ve ‘Büyük Madenci Grevi’ olarak tanımlanmıştır.
Ülkemizin işçi sınıfı tarihi açısından, 15-16 Haziran Direnişi’nin ardından gelen en büyük mücadele deneyimlerinden biri, “89 Bahar Eylemleri” ve bu eylemlerin bir devamı olan “1990-91/Zonguldak Büyük Madenci Grevi ve Yürüyüşü”dür. Oya işler gibi örgütlenen 1990-91/Zonguldak Büyük Madenci Grevi ve Yürüyüşü, 12 Eylül sonrasının en önemli işçi direnişidir. Bu eylemler; ülkemizde demokratik ilerlemenin önünü açmış, toplumsal eşitlik ve özgürlük mücadelesinin yükselmesine neden olmuştur. Emek ve demokrasi mücadelesinde dünyadaki örneklerinin bir benzeri de ülkemizde madencilerin öncülüğünde bir kez daha gerçekleştirilmiş toplumsal, siyasi ve sosyal pek çok değişiklikleri beraberinde getirmiştir.
Sözümüzü saygıyla andığımız sevgili dostumuz, yoldaşımız, madencilerin abisi Serdar Ömer Kaynak’ın tespitleriyle bitirelim;
“Madencilerin bu mücadelesi asla bir yenilgi değildir ve gelinen nokta son kertedir. Buradan sonrasını yüklenecek olanlar sınıfın başka dinamikleridir. Bu dinamiklerin ne olduğunu anlayamayanlar ise, sınıf hareketinin çok gerisinde kalmaya mahkûmdur. Madencilerin şanlı mücadelesi, sınıfın yeni mücadelelerinde, direnişlerinde, eylemlerinde de etkisini göstermiştir. Türkiye’deki işçi eylemlerin çoğunda hedefin “Çankaya” olarak belirlenmesi, Ankara’ya yürümek istenmesi de hep madenci pratiğinin sonucudur. Tarih maddecidir. Madde ise asla kaybolmaz. Tarihte de hiçbir olay kaybolmaz, biçim değiştirip evrilir, dönüşür; doğrudan veya dolaylı da olsa, bir gün mutlaka etkisini gösterir; ya da birikir, ilerleyen süreç içinde yeni ve daha canlı gelişmelere hem gѐrminal, hem de gübre olur”.