Behçet Çelik’le söyleşi: Belleğin Girdapları

Behçet Çelik’le söyleşi: Belleğin Girdapları

“Hoşnutsuzluklarımızı ne kadar yüksek sesle ifade edersek kendimizi daha kıymetli hissedermişiz gibi bir algı içindeyiz”

Dilek Yılmaz

Behçet Çelik’in son romanı Belleğin Girdapları, geçtiğimiz Haziran ayında İletişim Yayınları etiketiyle raflarda yerini aldı. Romanın adsız kentli erkek anlatıcısı, artık devam edemez hale geldiğinde, hayatının akışını bütünüyle değiştirmeye karar vererek reklam ajansındaki işini bırakıp şehrin uzak ucunda bir varoşa taşınıyor. Köyden, kentten, kasabadan serpintiler taşıması nedeniyle anlatıcının Serpmetepe adını verdiği bu mahallede, roman kahramanı kendi belleğinin girdaplarında gezinirken okur da kendi aynasında bir sorgulamada buluyor kendini

Kentte kurulan zoraki bağların bir kez oluştuktan sonra bütünüyle sökülüp atılmasının mümkün olmadığına dair bir kabûlümüz var sanki.  Bir taraftan süreklilikle gitme hayali kurarken, bir taraftan da o güne kadar biriktirdiklerimizin peşimizden geleceğine dair düşüncenin peşimizi bırakmaması... Karakterin de tutunup tutunamayacağına dair bir merak okurda haliyle uyanıyor. Öncelikle sormak istediğim, yola çıkarken sonuna dair bir netlik var mıydı?

Yazmaya başlarken romanın kurgusunun ana hatlarını çizmiş değildim kafamda. Biraz yazdıkça olaylar gelişti. Benim oradaki düşüncem şuydu, şehirden artık kalamadığı için gidiyor, kaçıyor. Bunu başka yerlerde de söyledim. Romanın anlatıcısında ne yapacağına, ne edeceğine dair bir belirlilik yok. Ben de aşağı yukarı aynı noktadaydım masanın başına geçtiğimde. Başlarken sadece gitmesini planlamıştım. Romanı uzunca bir zamanda yazdım, ilk notlarını almamdan bitirmeme kadar beş altı yıl geçti. Bu kadar uzun sürmesinin bir nedeni de kafamda hikâyeyi yürütemememdi. Başka sebepler de vardı ama bir sebep de oydu. Yani yazdıkça hikâye ilerledi ve sonra da yazdıkça ortaya çıktı.

Roman kişileri yanımızdan yöremizden birilerini akla düşürüyor, kendi tercihlerimizi de hakeza.  Okur anlatıcıyla bazı bölümlerde bütünleşiyor, yer değiştiriyor. Okuru da aynaya bakmaya mı çağırdınız? Bilerek kendimizi mahkûm ettiğimiz bir mecburiyetler silsilesine başkaldırı çağrısı olarak da okunabilir mi bu gidiş?

Yazarken böyle bir sonuç doğuracağını çok kestirerek yazmadım ama sonuçta anonim bir kişi sayılabilir, özellikle belirli bir çevrede yetişmiş, yaşamış olan insanlar için. Doğrusu okuyanlardan, ben de kendi geçmişimle hesaplaşmak durumunda kaldım yorumu çok geldi. Bu kadar beklemiyordum. Ben başka yerlere vurgu yapılacağını düşünürken herhalde öyle bir ihtiyaca karşılık geldi ya da hakikaten herkesin kaçsam mı, kaçabilir miyim, gidebilir miyim mi sorusunu sorduğu bir dönemde benzer bir sorunun peşinden gittiği için böyle bir sonuç doğurdu.

Fotoğraf: Naime Narin

Yolun Gölgesi’nde yer alan bir öykünüzde “edebiyatın sözü zamansız ve yersizdir, bu nedenle zaman ötesi ve bu dünyaya aittir, diye geçirdi içinden inanmayarak; kocaman bir yalandı bu da, çaresizlikti,” diyor karakter. Romanın bugünün hikâyesi olduğu belli ama yerin dahi adını anlatıcının koyduğu isimle biliyoruz, kendisinin adı zaten yok. İsimsiz bırakmaya dair ne söylemek istersiniz? 

Birincisi pek çok yazdığım şeyde ben mekânlardan söz etmiyorum.  Bazı yazarlar vardır; cadde, sokak, mekân isimleri zikreder, ben onu yapmıyorum. Herkes kendi yaşadığı, bildiği yerlerde kendisini hissedebilsin isterim. Bir de burada şöyle bir şey var; oraya Serpmetepe adını koyarken şehirden bir parça, kasabadan bir parça, köyden bir parçanın karıştırılıp bu yere serpildiğini düşünüyor. Aslında Serpmetepe bizim şu anda bulunduğumuz Kadıköy’ün göbeğinden çok farklı bir yer de değil. Burası da Serpmetepe’ye dönüşmüş durumda. Biraz bunların da görülebilmesiydi isim vermemekteki düşüncem. Bazı isimler var, bazı isimler yok. Mesela kırtasiyecinin ismi yok, kişinin ismi yok, ihtiyaç duymadım orada bir şey yapmaya. Günlük hayatta da biraz öyledir ya, bir dükkân sahibinin adını bilmeyiz,  onu yaptığı uğraşla anarız. O da kafasında öyle anıyor. O anonimliği ben seviyorum, sanki metne girmeyi kolaylaştıran bir şey var bu anonimlikte. Ben İstanbul dediğim zaman İstanbul’u bilmeyen biri için böyle bir mesafe olacak sanki. O mesafeyi kaldırabilirmişim gibi geldi. Bir taraftan da şehrin merkezine üç vasıtayla gidilecek kaç şehir var Türkiye’de. Buranın İstanbul olduğu, buranın İstanbul’un uç yerlerinden birisi olduğu düşünülüyor. Cezaevine yakın olması sebebiyle, Silivri mi, diye soran oldu. Şunu söyleyeyim, roman bir fikir olarak ilk aklıma geldiğinde –on yıldan daha çok oluyor– Ümraniye Cezaevi bilinen bir yerdi ve ben o cezaevine yakın Hekimbaşı taraflarını kafamdan geçirmiştim. Ama şehir de çok hızlı değiştiği için koyduğumuz kerterizlerin de çok uzun bir ömrü yok.

Karakteri şehirle varoş arasında bir bölgeye çekmenizin sebebini sorsam… Dertler kendi periferisinde mi çözülür? Mutlak bir inziva mümkün mü?

Bu da bir yorum ve çok uzaklaşamıyor da olabilir ayrıldığı muhitlerden. Dikkat ederseniz part time bile denemeyecek şekilde dışarıdan iş yapmayı sürdürüyor. Keza şehre iş için arada gidiyor. Bir özlem duyuyor, bir ayrılmama hâli de var. Oralarda yaşamış, orada bir hayat sürmüş, çok uzaklaşamıyor da yani. Kendince bir altın çözüm bulmuş oluyor; yani hem gitmiş, hem gitmemiş olacak, hem de benzerleriyle bir arada olmayacak. Ama tabii ki olaylar öyle cereyan etmiyor. Aslında mutlak bir inziva istiyor. Biz de çoğu zaman bir kıyı kasabasına gitmek isteriz. Orada bizim gibi şehirden kaçmış, yine bize benzeyen insanlar olacaktır. Hatta diyelim ki Ege köyünün yerlileri bile bize bazı duyarlılıklar açısından daha yakın gelecektir. Bu kişi ise gittiği yerde hiçbir ortaklığı olmayan insanlar olsun, dolayısıyla onların arasına girmesin istiyor. Toplumun içine girdiğindeki kendi halinden de rahatsız. Böyle bir imkân olmasın istiyor. Şunu da tabii mutlaka belirtmek lazım, önüne bir fırsat çıktığı için de gidebiliyor. Orada bir tanıdık vasıtasıyla ucuz bir ev buluyor. Çünkü işi bıraktığı zaman geçimini sağlaması zor. Bugün kaçma düşlerinin yarım kalmasının bir nedeni de maddi şeyler. Bu düşük bütçeli bir kaçış planlıyor. Bir yandan da aklından hiç geçmemiş Ege kasabası gibi bir yere gitmek, çünkü onun için orası da kaçtığı insanlarla dolu ve biliyor ki orada da yapamayacak. Ne aradığını bilmiyor ama nelerden, kimlerden kaçtığını biliyor. Onların olmayacağı bir yere gitmek istiyor.

Öykü mü, roman mı? Birini tercih etmek durumunda olsanız belirli biri ağır basar mı?

İkisini de yazmayı seviyorum. İkisinin de beni mutlu eden ve zorlayan yanları var. Birinden birini bundan sonra artık yazmayacaksın deseler herhalde romandan vazgeçerdim. Öykü çünkü daha uzun zamandır yazdığım ve neticesini de daha çabuk gördüğümüz bir şey. Ama hakikaten roman yazmayı seviyorum. Çok zorluyor, yoruyor ama bir kurguyu uzunca bir zaman zihinde tutmanın, bir paralel hayat gibi onu da bir yandan yaşamanın ayrı bir yoğunluğu ve tadı var. Okur olarak roman okumayı da öykü okumayı da ayrı ayrı severim.

“İşi gücü bir şeyler yazmak olanlar nasıl olup da kelimeleri art arda sıralayabiliyorlar?” diyor yazmaya kafa yorduğu dönemde anlatıcı. Ben size sorsam, nasıl olup da kelimeleri art arda sıralayabiliyorsunuz, sıralamadan evvel yazmaya dönük görme diye bir şey var mı, yazılacaklar nasıl birikiyor?

Bunu bazen soruyorlar. Herhalde geçmiş okumalarımızdan geliyor ve bir birikimle oluyor. Bir de dille artı bir ilişki oluyor yazmayı bir şekilde kendisine meşgale edinmiş olanlarda. Dille bu ilişki bazen kelime oyunları şeklinde tezahür ediyor, bazen kendisi için küçük bir şeyler yazma isteği şeklinde. Birileri başkalarına da okutma ihtiyacı duyuyor… Kelimeler sanırım düşünceler nereden geliyorsa oradan geliyor,  ama o düşünceleri bir daha forma sokma, biçime koyma çabası var yazıda. Ben de tam olarak bilmiyorum. Ben biraz şöyle diye de düşünüyorum; bu iş aslında çalışma işi, okurken ve yaşarken bir sürü izlenimler bize geliyor ama en sonunda bilgisayarı açtığımızda ya da kâğıdı önümüze aldığımızda, o zaman yazmaya başlıyoruz ve bir yerden sonra yazdıklarımızı eğip bükerek daha iyi anlatabilme isteğine giriyoruz. İlhamdan ziyade bu bir çalışma işi bence. Ama mutlaka ki kelimelerle insanın arasının iyi olması gerekiyor. Bir gün işime yarar diyerek yapmıyorsunuz ama oturduğunuz zaman hiç olmadık bağlantılar kurabiliyorsunuz. Onu getiren de o metinde daha önce yazdıklarınız ya da o sıra aklınızdan geçenler. Son zamanlarda genç arkadaşlarla birkaç kez karşılıklı sohbet imkânımız oldu. Özellikle lise çağındaki arkadaşlarda şunu görüyorum, benim ilk yazdığım şey sahici, ben onun üzerinde çalışırsam onun sahiciliğini bozarım. Ben de edebiyatın böyle bir şey olmadığını, bir çalışma işi olduğunu, bir kurgu işi olduğunu; aksine o ham malzemeyi ne kadar işlersek buradan bir şey çıkacağını anlatmaya çalışıyorum. Okuduklarımız, yaşadıklarımız bize bunu işlemeyi öğretiyor ve o arada işte o kelimeler bir yerlerden çıkıp geliyor.

Çok virgüllü, uzun cümleler hâkim…

O sayıp dökme bölümlerini virgülle ayırmak daha çok akışı sağlıyor. Virgüllerle ayrılmış ara cümlelerle ilerleyen cümleler kurarken acaba böyle bir anlatım biçimiyle kişinin ruh halini verebilir miyim, diye düşündüm. Çünkü virgülle ayrılmış ana cümle içinde zihinde bir sıçrama var. Parantezler ve tireler de var, hatta bir yerde kendisine de söylüyor, yazarsam böyle yazarım ancak, diyor, ama romanın genelinde daha çok dikkat çeken uzayıp giden sayıp dökme, art arda sıralama cümleleri oldu.

Bir roman taslağı genel olarak nasıl oluşuyor?

Öncelikle bir konsantrasyon istiyor roman yazmak, hem de uzun bir zamana yayılan bir konsantrasyon istiyor. Benim bunda bulduğum formül daha önce yazdıklarımı defalarca kez okumak. Romana 2013-2014 gibi başladım, bir miktar yazdıktan sonra uzunca bir ara verdim, o arada da iki tane öykü kitabı çıktı. Ama o arada bile daha önce yazdığım bölümleri tekrar tekrar çıkış alıp okuyarak çalıştım. Daha sonra yoğun çalıştığım dönemde de sürekli geriden gelip okuyarak devam ettirdim, çünkü metnin bir atmosferi var, o atmosferi sağlayan da dil. Sürekliliği korumak için dönüp dönüp bakmak gerekiyor. İlk romanım Dünyanın Uğultusu’nu yazarken kafamda üç kişiyi içeren bir kurgu vardı ve olaylar uzunca bir zamana yayılacaktı. Öykünün yetmeyeceğini düşünmüştüm ve acaba becerebilir miyim diyerek pek kimselere söylemeden romanı yazmaya başlamıştım. Çok uzunca bir süre bir kurguyu kafada taşımanın ayrı hoş ve zor yanları var. Çalışma tarzım o şekilde. Tabii, iki yıl ara verdikten sonra döndüğümde, ki olası gideceği yerlerden başka yerlere gidiyor roman haliyle, ben değişiyorum, Türkiye değişiyor... 2015’te bitirebilseydim bu romanı, herhalde çok başka bir şey olurdu, andıran yanlar olurdu ama farklı bir roman olurdu.

"Herkes her şeyi biliyordu, daha önemlisi bildiğinin bilinmesini istiyordu; herkes haklıydı, ama bu yetmiyordu hiçbirine, başkaları da kendilerine hak versin diye tutuşuyorlardı, çıldırmak üzereydiler. Kalabalıklara haykıramayacakları için milim milim, santim santim mücadele ediyor, karşılarına çıkana haldır huldur anlatıp duruyorlardı. Kulaktan kulağa yayılırdı böylece haklılıkları, işitenler, öğrenenler başkalarına anlatmasalar da, birer birer çoğalacaktı sayıları, onlara haksızlık edenler tek başlarına kalacak, utanacaklardı." Böyle bir paragraf var. Nedense sosyal medyayı her açtığımda kapıldığım hisse tercüman olan bir kesit. Sesini duyurmak için avaz avaz bağırma haline dair ne söylemek istersiniz, siz gündelik hayatta bu avazı duyuyor musunuz?

Elbette duyuyorum. Yani orada bağırmak bir volüm yüksekliği değil, ışıkları kendi üstüne tutmak daha çok. Narsistik bir durum aslında, şu ya bu şekilde zedelenmiş benlikleri taşkın ruh halleriyle onarma çabası, kendini övme ihtiyacı.  Burada alttan alta başkalarına değil, aslında kendimize şov yapıyoruz. Sesimizin yüksekliğinin sebebi aslında o kadar kötü durumda değilim, bunu yapıyorsam bir sebebi var demek gibi bir şey. Ama tabii seslerin de çok yükseldiği bir gerçek. İçerikten bağımsız olarak da ben buyum ben şuyum, kendini övme ve kendini ortaya koyma çabası. Bu belki sosyal medya çağında bize bulaşmış bir şey de olabilir. Selfie çağında insan benliği biraz daha dışavurumcu hale geliyor olabilir. Hoşnutsuzluklarımızı ne kadar yüksek sesle ifade edersek sanki kendimizi daha kıymetli hissedermişiz gibi bir algı içindeyiz.

Uzun zamandır yazan birisiniz; son dönemde edebiyatın yazma değil yapma faaliyetine, performans gösterme çabasına dönüştüğü yolundaki yorumlara katılır mısınız?

Yazmak değil de zaman zaman amaç yazar olmakmış gibi geliyor. İçinden taşan bir dert, vesaire falan değil de… Böyle bir değişim var. Anlatma isteği çok. Edebiyat zaman zaman çok iştahlı bir şekilde anlatmaya indirgenebiliyor, çünkü o anlatıcının da dinleyicisi var. Dolayısıyla o şekilde yazılmış metnin okuyucusu da var ama bir yandan da her zaman için edebiyat devam ediyor. Yazarların üzerinde şöyle bir baskı var sanki, araya biraz uzunca bir zaman girince bir daha yazmayacak mıyım diye. Böyle bir telâşı duymuyorum ama hani çok oldu, ses çıkmadı senden sorularına da muhatap oluyorum. Bu bazen insana iyi de geliyor, motive edici bir şey. Şu da var, yazan insan sayısı artıyor, genç bir kuşak arkadan geliyor. Ne yalan söyleyeyim, bazen şunu da hissediyorum, 50 yaşına geldi bu adam hâlâ niye yazıyor diyenler de olabilir gibi geliyor. Açılın, onlara yol açın diyenler de olabilir. Ama şöyle bir şey de var, mesela ben bazı kitapların çıktığından sosyal medyadan haberdar oluyorum. Dolayısıyla bugün sosyal medyayı takip etmeden edebiyat ve yayın dünyasını takip etmek çok kolay değil. Kitap eklerinin falan çoğunun miadı doldu gibi. Gelgelelim sosyal medyada yazan kişinin nasıl bir performans göstereceği meselesi de var. Bunun da farklı tarzları var. Herhalde biraz daha sahici olanlar fark ediliyordur gibi geliyor bana. Edilmiyorsa da o artık çağın genel bir sorunu, sadece edebiyatın değil.

Yazarlık ne zaman başlar, yazanın yazarım dediği anda mı, okurun artık yazarsın dediği zaman mı?

Ya da yayıncının :) Yazarlık değil de, bir metni yazmış olmak mühim. Ben içime sinen bir metni yazdığım gün biraz daha farklı hissederim kendimi ama bu farklılık ben artık yazar oldumdan ziyade ben bugün iyi bir şey yaptım, bu yazdığım üç sayfalık öykü hakikaten içime sindi deyip hemen bir iki yakınıma okutarak bunu paylaşma arzusuna girerim. Kendini yazar hissetmek bu toplumda bir yerde çok matah bir şey gibi görünüyor ama bir yerde çok sakil de kalabiliyor. O yüzden dışarıdan tanıştırılırken yazar diye tanıştırılmak ilk anda bana cazip gelen ya da beni havaya sokan bir şey değildir, hatta rahatsız olurum çok zaman.

Kentli insanın derdinin çokça yazılıp çizildiğine dair eleştirilere nasıl bakıyorsunuz?

Okuyanlar kentli, yazanlar kentli, dolayısıyla da kentin daha çok yer alması beni yadırgatmıyor. Edebiyatta mesele tema değil, mesele başka bir şey. Yani konuyu buralara getirdiğiniz zaman başka tezlere de yol açıyor, niçin işçi sınıfı anlatılmıyor, niçin müslümanlar anlatılmıyor ve saire. İkincil meseleler bunlar bence. Nasıl anlattığınız önemli, ne anlattığınız değil. Ama şöyle bir şey de var; şehrin belli yerlerinde sıkışıldığına dair tartışmalar edebiyat sosyolojisi açısından bakıldığında bu gibi saptamalar daha değerli yerlere de götürülebilir bizi. Bunu tartışmak faydasız demiyorum ama bu biraz sosyolojik bir değerlendirme sanki. Beri yandan özünde biricik olanın peşinden giden edebiyatı toptancı, genelleyici değerlendirmelerle tartışmak algı kaymalarına da yol açabilir. Topyekûn kötüleme ya da topyekûn benimseme… Böylesi değerlendirmeler edebiyatın ihtiyaç duyduğu nüansların, ayrıntıların görülmemesine neden olabiliyor. Demin dedim ya, sadece anlatma iştahına dayanan metinlere giderek artan bir ilgi var. Edebiyatı mesela sadece böyle bir iştah mıdır değil midir diyerek tartışmak yerine, şehrin belli kesimlerindeki belli bir hayat tarzının anlatılıyor olması üzerinden tartışmak esas meseleleri gözden kaçırmamıza neden oluyor gibi. Nasıl anlatıldığını didiklemek bence daha mühim.

KÜNYE: Belleğin Girdapları, Behçet Çelik, İletişim Yayınları, 2019, 266 sayfa.

DAHA FAZLA