Beethoven'ın sağlık dosyaları
Ludwig van Beethoven'ın başını sadece azalan işitme duyusu ağrıtmıyordu. Büyük besteci aynı zamanda ciddi şekilde hasta bir adamdı.
22-02-2021 01:25

Yazar: Johanna Kuroczik
Çeviren: Naci Pektaş
“Uğuldayan ve fısıldayan kulaklarım”
Ludwig van Beethoven'ın başını sadece azalan işitme duyusu ağrıtmıyordu. Büyük besteci aynı zamanda ciddi şekilde hasta bir adamdı.
“Ey beni husumetli, inatçı söz anlamaz veya insan düşmanı olarak gören veya bana ne kadar haksızlık yaptığını açıklayan insanlar; siz bunun gizli sebebini bilmiyorsunuz... Altı yıldan beri dermansız bir derde düştüğümü sadece düşünün.”
Ludwig van Beethoven aslında bu satırları yazarken, Nisan 1802'de Viyana yakınlarındaki Heiligenstadt'ta iyileşmiş olmalıydı. 32 yaşındayken kardeşlerine hitaben yazdığı ancak asla göndermediği “Heiligenstadtvasiyeti”nin başlangıcıdır. Doktoru ona kırsalda kalmasını tavsiye etmişti, ancak “çaresiz durumu” onu burada da umutsuzluğa sürükledi: “Birinin yanımda durup uzaktan bir flütün sesini duyarken benim hiçbir şey duyamadığımda, bunun nasıl bir aşağılanma olduğunu düşünün.”
Beethoven'ın sağırlığı tek kusuru değildi ama doktorların ve tarihçilerin bugüne kadar iç yüzünü araştırmaya çalıştıklarının en ünlüsüdür: Neden işitme duyusunu kaybetti?Karın ağrıları nereden kaynaklanıyordu? Frengiye mi yakalandı, alkol onu ölüme mi sürükledi? Özellikle 2020 yılı içinde bu konu üzerinde yeniden tartışmalar yürütüldü, zira Bonn’da doğan müzisyenin 17 Aralık 1770 tarihli vaftiz günü bu sene 250.yılını dolduracak. Ne zaman doğduğu tam olarak kesin değil, buna karşılık hastalık geçmişi daha çok biliniyor. Arkadaşlara ve doktorlara yazılan çok sayıda mektuptan, sağır müzisyenin çağdaşı olan notlar, resmi konuşma defterleri aracılığıyla sonunda sohbet ettiklerinden öğreniliyor.
SAĞIRLIK 20 YIL SÜRDÜ
“Kulaklarım gece gündüz durmadan fısıldıyor, uğulduyor... Enstrümanların, şarkı seslerinin yüksek tonlarını duymuyorum;...ve bu arada birisi bağırır bağırmaz, buna dayanamıyorum.”
Bu satırları Beethoven Haziran 1801'de çocukluk arkadaşı doktor Franz Wegeler'e gönderdiği mektuba yazdı. Bu, Beethoven'ın işitme probleminin çağdaş ilk kanıtı sayılıyor ve hemen ilk tıbbi bilgileri veriyor: Kulaktaki “fısıltı” bugün tinnitus-kulak çınlaması olarak adlandırılabilir, ayrıca aynı zamanda gürültü duyarlılığında başlayan yüksek frekans sağırlığı dikkati çekiyor. Bu veri, ani işitme kaybını veya işitme duyusunun daha önce aniden maruz kaldığı enfeksiyonu ifade ediyor. Belli kiBeethoven'ın sağırlığı 27 yaşında sol kulağında başladı ve yavaş yavaş ilerledi. 1802'de iyice kötüleştikten sonra işitme duyusu on yıl boyunca durmuş gibi görünüyor ama 48 yaşından itibaren muhtemelen tamamen sağır olmuştu. Ziyaretçilerinin sorularını yazdıkları yaklaşık 400 sohbet defterinden günümüze kadar elde kalan 139'u, bu bilgiyi bize aktarıyor.
Ama Ludwig van Beethoven işitme duyusunu neden kaybetti? Burada zaten frengi veya kafatasının kemiklerinin kalınlaştığı MorpusPaget hastalığı gibi bulaşıcı hastalıklar dahil olmak üzere çeşitli teşhisler öne sürülmüştür. Uzun süte Otoskleroz (iç kulak kireçlenmesi) olduğu düşünüldü. Sağlıklı işitmede ses işitme kanalının sonundaki kulak zarına çarptığında, arkasındaki orta kulakta bulunan küçük kemikçiklerde titreşim yaratır ve bu titreşimde daha sonra bunu iç kulağa iletir.Koklea denen kulak salyangozunun bulunduğu yer burasıdır ki, burada sözde tüy hücreleri elektriksel uyarıları tetikler ve bunları işitme siniri yoluyla beyne iletir. Bu süreç yalnızca saniyenin yüzde birinden daha az sürer, kulak en hızlı duyu organımız ve muhtemelen en hassas olanıdır. Otoskleroz hastalığında kulaktaki kemikçikler zarar görür. Yeni kemik dokularıyüzünden sertleşirler. Günümüzde küçük kemikçiğin protez ile değiştirildiği bir operasyonla süreç durdurulabilir.Otoskleroz nadiren her iki kulakta da oluşur ve kaçınılmaz tam işitme kaybına neden olmaz. Beethoven'un hastalığı bu olmadığına göre, neyi vardı?
AKIBETİ MEÇHUL KAFATASI KEMİKLERİ
Ekim ayı ortasında doğduğu Bonn kentindeki üniversite hastanesinde besteciye tıbbi açıdan yaklaşan bir sempozyum düzenlendi. Eşlik eden “İşiten ve Sağır Ludwig van Beethoven” adlı kitapta, doktorlar tüm kanıtlardan, Beethoven'in sağırlığının en olası nedeninin ilerleyen iç kulak işitme kaybı olduğu sonucunu çıkarıyorlar. Henüz açıklık kazanmamış nedenlerden dolayı bu hastalıkta iç kulakta bulunan duyu hücreleri ilk olarak yüksek tonlardan başlayarak işitme görevini yapamaz hale gelir. Bu, Beethoven'ın tasvirleriyle örtüşüyor çünkü o da ilk olarak yüksek sesleri duyamamaya başlamıştı. Freiburg Müzisyenler Tıbbı Enstitüsü'nün başkanı ve aynı zamanda Bonn'da sempozyumu da düzenleyen Kulak Burun Boğaz (KBB) Doktoru Bernhard Richter, “Nihai bir kesin tanıya asla ulaşılamayacağız” diyor. Zira Dr. Richter; Beethoven'ın kafatasının önemli kemiklerinin, içinde koklea'nın(kulak salyangozu) bulunduğusözde temporal kemiklerin, maalesef artık incelenemeyeceğini söylüyor.
Beethoven'a ölümünün ertesi günü, 26 Mart 1827'de otopsi yapıldı, daha sonraları en sonuncusu vefatından 60 yıl sonra olmak üzere mezarından iki defa çıkarıldı ve incelendi. Gerçi o zamanlar işitme duyusunun işleyiş şekli hakkında çok az şey biliniyordu, buna rağmen daha o zaman ilk klinik şefi Johann Wagner ünlü müzisyenin işitme duyusuyla ilgilendi ve otopsi raporunda kan damarlarının özellikle geniş, kafatası kemiklerinin alışılmışın dışında kalın ve işitme sinirinin tahrip olduğunu kayıtlara geçirdi. Temporal kemikler, yani kulağın iç kısımlarını saran kafatasının kemik parçaları testere ile kesildi ve “alındı”. Alınan bu kısmın akıbeti bugün meçhuldür.
FRENGİ HASTALIĞINI İŞARET EDEN BİR ŞEY YOK
Aslında o zamanlar araştırma olanağı hiç yoktu. Bugün yakın tarihli cesetlerle uğraşan patologlar hassas mikroskoplar ve bilgisayarlı tomografilerden yararlanırlar. Gerektiğinde laboratuvarda bakterilerin DNA kalıntılarından frenginin etmeni olan pallidumun alt türlerinden treponemapallidum gibileri ispatlanır.
Buna rağmen ıstıraplarına karşı bestecinin nelere katlandığı konusunda bilinen çok şey var. Sözde tedaviler için çok para harcadı ve sürekli bir doktordandiğerine koştu. Onların direktifleri üzerine çaylar içti, Tuna Nehri’nde ılık sularda yıkandı, badem yağlı pamuğu veya yaban turpunu kulağına soktu, tenine cildi tahriş eden bantlar yapıştırttı hatta kulaklarının içine tellerin konduğu ve elektrik şoku verildiği “galvanik tedaviden” bile çekinmedi. Gayet tabii bunların hiç faydası olmadı ve meşhur mekanik ustası ve metronomun mucidi Johann Nepomuk Mälzel'in onun için yaptığı çorba kepçesi biçimindeki başlıklı, metalik kulak tüpüne muhtaç oldu. En azından müzik titreşimlerini hissetmesi için, kuyruklu piyanosuna Beethoven'ın dişleri arasına sıkıştırdığı tahta çubuk konulmuştu.
Beethoven'in sağırlığından bu kadar utanmış olması sadece mesleğinden kaynaklanmıyordu: 19. yüzyılda, sağır insanlar aptal ve gülünç olarak görülüyordu, öyle ki duymaya yardımcı olacak çeşit çeşit kibar aletler tedavüldeydi. Bunlar örneğin erkekler için baston, kadınlar için yelpaze olarak kamufle edilirdi. Bugün olsa Beethoven'a koklea-implantı olan, kulak arkasında taşınan ve akustik sinyalleri cilt altına yerleştirilmiş elektrik sistemine taşıyan ses işlemcisiyle donatılırdı. Bu cihazlar sinyalleri doğrudan kulak salyangozuna ve dolayısıyla işitme sinirine iletiyor. Böyle bir implant doğal işitme ile aynı şey değildir ve bununla Beethoven müziğinin tüm inceliklerinin tadını çıkaramazdı.
BESTE YAPARKEN EN KÜÇÜK SORUNU SAĞIRLIKTI
Beste yapımında Beethoven'ı tam işitme kaybı engelleyemedi. En ünlü eserlerinden bazıları Missa Solemnis, daha sonraları bestelediği Yaylı Çalgılar Dörtlüsü ve tabii ki Dokuzuncu Senfoni’yi kendisi hiç duymadı. Müzik bilimiyle uğraşanlar için bu büyük bir sürpriz değil: Beethoven mükemmel bir müzik kulağına sahipti ve tonlamaları sezebiliyordu. Bernhard Richter, “diğer rahatsızlıkları yüzünden kompozisyon becerileri muhtemelen daha sık kısıtlanmıştır” diye tahmin yürütüyor.
Bundan başka bu dahi aynı zamanda hasta bir insandı da. Çocukluğunda geçirdiği çiçek hastalığı yüzünde kalıcı yara izi bırakmıştı ve yaşamı boyunca karın ağrıları ve ishalden mustarip olmuştu. Yazdığı birçok mektubunda şiddetli karın ağrılarından şikayetçi olmuştur. Bugün muhtemelen huzursuz bağırsak sendromundan söz edilebilir. Ayrıca parmaklarındaki iltihaplanmalar ve göz ağrıları onu etkiledi. Ayrıca daha 1821'de karaciğerde bir iltihaplanmayı işaret eden sarılıktan bahsediyor, sonuçta Beethoven daha sonra karaciğer yetmezliğinden öldü.
GERİSİNİ ALKOL HALLETTİ
Bunun tipik bir örneği, otopsi raporuna göre vücudunu kaplamış olan peteşi-purpura adı verilen ciltte toplu iğne başı büyüklüğündeki kırmızı noktalardır. Raporda karaciğer küçülmüş, karın “alışılmamış derecede sıvıyla şişmiş” olarak tasvir ediliyor. Siroz nedeniyle Beethoven'ın karın boşluğunda birikmiş sıvı ölümünden önceki günlerde dört defaalınmıştır. Her seferinde alınan sıvı on litreden fazlaydı. Beethoven'in alkol tüketimi kesinlikle bunda belirleyici bir rol oynadı. Aslında içki içen bir aileden geliyor, babası bununla tanınıyordu ve büyükannesi alkolik olması nedeniyle bir manastıra bile yerleştirilmişti. Beethoven bugün bazen gösterildiği gibi iflah olmaz alkolikten daha çok muhtemelen alkolü zevkine içiyordu. O zamanlar günlük bir şişe şarap ve daha fazlası zaten alışılmış bir durumdu, örnek olarak Goethe de benzer biçimde oldukça çok içiyordu.
Doktorlar kronik hasta Beethoven'ın alkol kullanmasını yasakladı ancak o hiçbir şekilde tedavilere itaat eden biri olmadı. Vefatından birkaç hafta önce Mainz'e acil bir mektup yazdı: “Ama şimdi çok önemli bir rica ile geliyorum. Doktorum bana çok güzel, eski Ren şarabı içmemi reçeteme yazdı ... Hulasa az sayıda şişe alırsam ...” Elbette doktoru ona şarap reçetesi yazmamıştı, muhtemelen daha çok Beethoven'ın karşı konmaz sonunu biliyorduve buna müsaade etmişti. Ölüm döşeğindeyken ziyaretçileri konuşma defterine ona yeterince şarabı olup olmadığını yazarak sordular. Teorik olarak karaciğer nakli ona bugün yardımcı olabilirdi ama şüphesiz bu, aynı zamandaalkolden vazgeçmek anlamına gelecekti. Ama Beethoven'ı her zaman kötü sağlığına rağmen hayatta tutan şarap aşkı değildi.Heiligenstadt'da yazdığı vasiyetnamesinde, “Az bir şey eksikti ve kendi hayatımı kendim sonlandırdım” diye yazıyor, “Sadece o, beni burada tutan sanattı, ah, kendimi yapmak zorunda hissettiğim şeyleri tamamlayıncaya kadar bu dünyayı terk etmem bana imkânsızgöründü ve böylece bu sefil hayatı güç bela sürdürdüm”.
Kaynak: Frankfurter Allgemeine Zeitung
İLGİLİ HABERLER
‘Yaratıcılık’ nasıl popüler bir kapitalist kelimeye dönüştü
"Gustavus Stadler’in belirttiği gibi, yaratıcılık, sosyal süreçten ziyade “indirgenemez özgünlüğün” meyvesi olarak görülen 19. yüzyıl “yetenek” ve “ilham kaynağı” fikirleriyle yakından uyumluydu. Girişimcinin hevesinin gösterdiği gibi, indirgenemez özgünlüğün bu hayali hâlâ bizlerle birliktedir. Bazen, güneşin altında gerçekten de yeni bir şey yoktur."
01-03-2021 02:00

Yazar: John Patrick Leary
Çeviren: Selin Yegin
SHAKESPEARE VE WEWORKi’ÜN ORTAK NOKTASI NEDİR?
“Yaratıcı” ve türevleri; hayal gücünü, estetik uygulamayı ve dini inancı özel kazanç arayışına bağlayabilen, modern kapitalizmin kelime hazinesinin çok yönlü bir parçasıdır. Yaratıcılığın soy ağacındaki en eski kelime, ilk anlamı tam olarak “Hristiyan” kelimesine karşılık gelen “yaratılış” kelimesidir. Bu, evrenin yaratılışını ifade eden bir terimdir. “Yaratıcı” kelimesinin en yeni şekillerinden biri, normalde özgün bir düşünür veya fikir için kullanılan ve sıfat olan yazılı şekildir. Yaratıcı artık bir sayım ismidir (eski ve ağır sanayilerin bulunduğu küçülen şehrine taşınabilecek olan yaratıcıları düşün) ve aynı zamanda da bir kitle ismidir (hesap hizmetleri, üretim için telefondayken yaratıcı olun demiştir). Pek çok insan, yaratıcılığın mutlu bir yaşam için çok önemli bir insan özelliği olduğu konusunda muhtemelen hemfikirdir, ancak bu isim nispeten yeni bir sözcüktür. Daha da yeni bir gelişme ise yaratıcılığın kapitalist piyasaların bir özelliği olduğu düşüncesidir. Ve Amerika Birleşik Devletleri'nde siyasi bir deyim olan “iş yaratıcıları,” anlamsız bir boşluktan işler yarattığı düşünülen kapitalistin hayırsever bir şekilde verdiği emrini aydınlatmak için yaratılışın kalan ilahi ışığının bir kısmını ödünç alır.
Eğer yaratılış kutsalsa, yaratıcılık kesinlikle insandır. “Yaratıcının” etimolojik tarihindeki en önemli çelişki, dini ve seküler anlamları arasında oluşan mücadeledir. 19. yüzyılın sonlarına gelmeden önce, insanların “yaratılış” diye adlandırılan bir şeye bir dereceye kadar katılabiliyor olması, kendi açılışlarını yapmak yerine sadece orijinal, büyük harfle başlayan Yaratılış’ın saflığını tahmin etmek içindi. Ecclesiastesii “güneşin altında yeni bir şey yok” diyerek insanların yaratıcı kibre eğilimleri olduğunu hatırlatmıştır. Buna ek olarak St. Augustine, “yaratılan yaratamaz” (creatura no potest creare) diyerek böyle bir gücün yalnızca Tanrı’da bulunduğunu, yarattıklarında bulunmadığında ısrar etmiştir. “Yaratıcı” kelimesinin tarihinde aslında iki belirleyici ayrım vardır: İlahi ile insan yaratılışı arasında olan ilki, şimdi de önceden de yaratıcılığın bir insan özelliği haline geldiğinde, estetik ve üretken şekilleri arasında bir ayrılık olacağını öne sürdü. Bu ikinci anlaşmazlığı, “Yaratıcılık” kelimesinin, Shakespeare’in olağanüstü yeteneği üzerine yazılmış bir makaleden alınarak Oxford İngilizce sözlüğünde verilen en eski örneğini aşağı yukarı 1875 yılında olduğunu söyleyebiliriz.
Yaratıcılık; üretimden ziyade hayal gücünün, emekten çok sanatın bir eseriydi. Sanat ve zanaat arasındaki bu ayrımın sonuçlarından biri; yaratıcılığı sezgisel, olağanüstü, tarihsel olarak erkek bir dehanın alanı olarak değerlendirmek olmuştur. Bu sırada “üretken yaratıcılık” sanat değil, emektir ve bu yüzden de “yaratıcılık” unvanını nadiren edinir. Bu, beden işçisinin veya çiftçinin güya hayal gücünden yoksun emeği ve toplumsal yeniden üretimin genellikle kadınlarla ilişkilendirilen çalışmalarıdır. Buradaki çalışmada bariz sınıf ve cinsiyet ön yargıları vardır. Sert topraktan mahsul çıkartmaya çalışmak veya sınırlı malzemelerle aile yemeği hazırlamak genellikle yaratıcı bir eylem olarak görülmezken, hasat edilmiş mahsuller ile restoran yemeği pişirmek çoğu kez öyle görülür. Diğer farklılıklar oldukça keyfidir. Çocuk piyeslerinin, Shakespeare’in olduğu gibi mükemmel olduğu düşünülmemektedir. Yine de yaratıcı olarak nitelendirilebilirler çünkü sezgisel gibi gözükürler. (En azından, yetişkinlere göre öyle.)
Günümüzde ekonomik söylemde “yaratıcının” yaygın popülaritesi, kreatif ile üretken arasındaki bu eski boşluğun kısmen kapandığını göstermektedir. Yaratıcı sanatçının kendine has, alışılmadık, hatta muhalif duruşu artık gayrimenkul geliştiricileri tarafından kovalanan ve kişisel gelişim yazarları tarafından girişimci ruhuna benzer şekilde desteklenen bir ekonomik varlıktır. İngilizcede ekonomik bir değer olarak “yaratıcılığın” popülaritesinin izi, iki önemli kaynağa kadar sürülebilir. Bunlar, 20. yüzyıl ekonomisti ve “yaratıcı yıkımın” kuramcısı olan Joseph Schumpeter ve The Rise of the Creative Class kitabı 2000’lerin başındaki en meşhur ve en etkili kent politikası metinlerinden biri haline gelen Toronto Üniversitesindeki akademisyen Richard Florida’dır. Marx ve Engels, Komünist Manifesto adlı kitapta şunları yazmışlardır: “Burjuvazi, üretim araçlarında ve dolayısıyla üretim ilişkilerinde ve onlarla toplumun tüm ilişkilerinde sürekli bir şekilde devrim yapmadan var olamaz.” 1942’de yazdığı Kapitalizm, Sosyalizm ve Demokrasi klasiğinde Schumpeter, yukarıda bahsedilene bir noktaya kadar katılmıştır. Schumpeter, Marx’ın kapitalizmi algılayışını yıkıcı ve aynı zamanda dönüştürücü tarihsel bir süreç olarak paylaşmıştır, ancak Marx’ın sömürüyle motive edilen sınıf mücadelesi tarihini, öngörü sahibi girişimciler tarafından yönlendirilen evrimsel bir süreç olarak farklı bir açıdan ele almıştır. Schumpeter, kapitalizmin yeni piyasalar açarak ve eski endüstriyel süreçleri yıkarak “ekonomik yapıyı kendi içinden sürekli olarak köklü bir şekilde değiştirdiğini, eski olanı durmadan yok ettiğini, sürekli yeni bir tane yarattığını” yazmıştır. Bu süreç, Schumpeter’in “yaratıcı yıkım” dediği şeydir.
Buradaki “yaratıcı” yeni üretim tarzları, yeni piyasalar ve yeni ürünler üretme çalışmalarını ifade eder, ancak aynı zamanda bir şeyleri yeni bir biçimde yapmak için hüner, öngörü ve sezginin gerektiği bir sanat dokunuşuna sahiptir. Yine de bireysel işçilerin psikolojilerinin üretken tarafını tanımlamaya gelince, ABD’de 20. yüzyılın son yarısına kadar yaratıcılık hâlâ köşe ofislerinden çok sanatçıların stüdyosuna aitti. Sarah Brouillette; langırt masaları, parlak renkler ve görünürde çalışanların yaratıcılıklarını ve sadakatlerini geliştirmek için tasarlanan diğer avantajlar gibi günümüzün ilerici ofis kültürünün bilinen ekipmanlarının, 1943’te ortaya attığı “ihtiyaçlar hiyerarşisi” teorisiyle ünlü olan psikolog Abraham Maslow’a ne kadar borçlu olduğunu göstermiştir. Brouillette, Maslow için şunları yazmıştır: “O, tüm iş kültürünü, işçilerin girişimci kişisel tatminleri için çıkış noktası ve kaynağı olarak hayal etmeye başladı.” Florida’nın diğer çeşitler (ekonomik ve teknolojik) ile bütünleşmiş olarak gördüğü “sanatsal yaratıcılık” kavramı, “sanatın” “kendini ifade etmeye” eşit olduğu varsayımı üzerine kuruludur. Bu varsayım, “yaratıcılığın” kendisi gibi evrensel ve zamansız bir fikirle karıştırılan, tarihsel açıdan spesifik olan bir varsayımdır.
Bu gerçekten de ABD ve Latin Amerika modernizminin birçok akademisyeninin gösterdiği gibi, ABD’nin Soğuk Savaş dönemindeki jeopolitik çıkarlarına da uygun gelen, sanatçının eşsiz benliğini ifade etmeye yönelik, tek ve kendine özgü sanatsal çalışmanın özellikle yenilikçi anlayışıdır. Kendi yaratıcılık tarihinde Rob Pope, yaratıcılığın Soğuk Savaş döneminde kullanımına dair iki örnek daha ekler. ABD’li psikolog Carl Rogers, ABD gibi varlıklı bir ulusun merdiven tırmanan gelenekçi kişilere değil, “özgür bir biçimde yaratıcı ve özgün olan düşünürlere” ihtiyacı olduğunu savunmuştur. Gri Sovyet sistemi ikinciyi teşvik etseydi, ABD’nin çok renkli kapitalizmi yaratıcı özgür düşünürlere ihtiyaç duyardı. J.P. Guilford, 1959’da komünizmi yenecek olanın sadece daha yeni ve daha iyi silahlar değil, algılanan kültürel güç olduğunu savunmuştur.
Yaratıcı sanatçının kendine has, alışılmadık, hatta muhalif duruşu artık bir ekonomik varlıktır.
Florida, bu nispeten yeni fikrin, yaratıcılığın doğallığına ve zamansızlığına güçlü bir şekilde inanmaktadır. Kendisi bunu şöyle tanımlıyor: “Bizi diğer tüm türlerden ayıran şey.” Florida, yaratıcı kapitalistleri Schumpeter’in girişimci teorisinde olan sosyal bir türden, Amerikan çalışan nüfusunun üçte birini oluşturduğunu düşündüğü bir sosyal sınıfa yükseltir. Bu sınıfa mensup insanlar arasında bilim insanları, mühendisler, mimarlar, sanatçılar, müzisyenler, öğretmenler yani kısacası “ekonomik işlevi; yeni fikirler, yeni teknoloji ve yeni yaratıcı içerik yaratmak olan” herkes vardır. Yaratıcı sınıf; uyumsuzluk, liyakate değer vermek, toplumsal çeşitlilik arzusu, kentsel yaşamın kolaylaştırdığı şans eseri karşılaşma olan “serendipityiii” arzusu gibi belli zevk ve tercihleri paylaşır.
Şehir hayatına uyum, aslında, yaratıcı sınıfın en değerli tercihlerinden biridir ve Florida’nın fikirleri, toplumsal refah veya altyapıya önemli bir kamu harcaması yapılmadan boşalan şehir merkezlerini yeniden doldurmak için bunlardan yararlanmaya söz vermiştir. Küresel kuzeydeki çeşitli sanayi sonrası şehirlerde yaşayan politikacılar, The Rise of The Creative Class’ın başarısından ortaya çıkan danışmanlığın hevesli müşterileri olmuşlardır. Florida’nın açıklamalarında Williams’ın yaratıcı ile üretken yaratıcılık arasında tanımladığı boşluğun izini çok az bulacağız. Florida’nın yazdığına göre yaratıcılık, “yeni teknolojilerin, yeni endüstrilerin, yeni zenginliğin ve diğer tüm iyi ekonomik şeylerin aktığı yazı tipidir.” Sanat, müzik ve eşcinsel dostluğu artık kendi başlarına bağımsız bir değer değil, aksine yüksek ücretli bilgi işçilerine hitap etmelerine bağlı değerlerdir.
Peki neden şimdi yaratıcılık? Florida’nın en sert eleştirmenlerinden biri olan Jamie Peck, 1970’lerden bu yana sanayiyi ortadan kaldıran şehirlerin mevcut ekonomik kalkınma seçenekleri konusunda kıtlıkla karşı karşıya kaldıklarını savunmuştur. Sadece gittikçe artan mobil şeklindeki işler için değil, aynı zamanda şehirlerin kendilerinin meta haline geldiği tüketici ekonomisindeki yerler için birbirleriyle yarışmaya başlamışlardır. Kapsamlı şehir planlamasından vazgeçen şehir yönetimleri, bunun yerine Peck’in bu tüketici pazarında bir potansiyele sahip “kentsel kısımlar” olarak adlandırdığı şeye odaklanmışlardır. Bunlar; tiyatroları, arenaları, tarihi mimarisi, işin bol olduğu şehir merkezlerine yakınlığı veya başka bir pazarlanabilir özelliği sebebiyle pazarlanabilir cazibesi olan dar bölgelerdir. (Çoğunlukla bu kentsel kısımlar, banliyö doğumlu yaratıcıların sözde kaçtığı üretken ve amaca yönelik gelişmeler haline gelir. Tıpkı Detroit’in şehir merkezinin kuzeyindeki Potemkin köyündeki sadece bir pazarlamacının sevebileceği, hatta anlayabileceği kentliliğe bir övgü olan, sıra dışı adı “The District Detroit” olan yeni yaratıcı sınıf gibi.) Yaratıcı şehir, mobil bir orta sınıfın bu tüketici ekonomisine işçi ve sakin olarak katılabileceği bir yer hâline gelir. Florida’nın düşüncesine göre, yaratıcılık rejiminde kişinin ekonomik ve yaratıcı faaliyeti arasında büyük bir benzerlik olduğu için, her saat ekonomik bir özne olarak burjuvazi kent yaşamının tanıdık litürjisinde “yaşar, çalışır ve oynarsınız.” Bir zamanlar muhalif veya radikal görünebilecek sanatsal faaliyetler bile (Florida, rap müziğinin büyük bir hayranı olduğunu iddia ediyor) sadece şehrin “yaratıcı indeksini” (kendisinin geliştirdiği bir metrik) destekler.
Brouillette, “oysa klasik liberal kanaat, ne olduğumuzla sahip olduğumuz şeyin karıştırılmaması gerektiğini varsayar,” sözlerini dile getirir. Neoliberaller, “ekonomik rasyonalite ve güvenilirliğin birliği, bohem olanla karşı tarafın burjuva olduğu bu mükemmel evlilikten” yanadırlar. Sanatçının ekonomik dışı değerleri ve piyasanın öncelikleri artık özerk ve çok daha az muhalif değil, uyumlu olarak ele alınmaktadır. Brouillette’nin vurguladığı gibi, yaratıcı sınıfın yükselişini, sanatsal hayal gücünün bir zamanlar saf olan alanının piyasa tarafından sömürgeleştirilmesi şeklinde okumak yanlış olacaktır. Sözde yaratıcı sınıf olanın yükselişi, yaratıcılığı bozan iş insanlarının iyiler ve kötüler hikayesi değildir. Bu, pek de masum olmayan sanatçılar ve yazarlar, başka bir deyişle, seyirciler için çok gurur verici olurdu. Aksine, iş dünyası, “sanatkârlığın” ne anlama geldiği hakkındaki keşfedilmemiş fikirlere değer vermiştir ve sınıfa bağlı, bireyci “sanatçı” fikrini piyasa hedeflerine dönüştürmüştür. Sanatkârlığın bu anlamları yıllar içinde karmaşık şekillerde gelişmiştir, ancak yaratıcılığın ekonomik kullanımında dolaşan anlam, 19. yüzyılın sonlarındaki “yaratıcılık” kelimesinin kökenine kadar uzanmaktadır. Daha sonrasında Gustavus Stadler’in belirttiği gibi, yaratıcılık, sosyal süreçten ziyade “indirgenemez özgünlüğün” meyvesi olarak görülen 19. yüzyıl “yetenek” ve “ilham kaynağı” fikirleriyle yakından uyumluydu. Girişimcinin hevesinin gösterdiği gibi, indirgenemez özgünlüğün bu hayali hâlâ bizlerle birliktedir. Bazen, güneşin altında gerçekten de yeni bir şey yoktur.
Kaynak: Literary Hub
i Şirketlere ortak çalışma alanları sağlayan bir girişim
ii Eski Ahit kitaplarından biri
iii Tesadüfen güzel şeyler keşfetme
Fransa’nın Lyon şehrinde okul yemekhanelerinden mahrum kalan hayvan yetiştiricileri öfkeli
Hayvan yetiştiricileri hükümet içinde anlaşmazlıklara yol açan bir karara karşı belediye binası önünde protesto gösterisi düzenledi.
01-03-2021 01:35

Çeviren: Ayça Gürdal
Onlarca çiftçi, Rhône bölgesinde bulunan Ulusal Çiftçi Birlikleri Federasyonu’nun (FDSEA) çağrısı üzerine 22 Şubat Pazartesi sabahı Lyon sokaklarında gösteri yürüyüşü yaptı. Yetiştiriciler, Belediye Başkanı Grégory Doucet’in (Avrupa Ekolojisi Yeşiller Partisi EELV), yeni tip koronavirüs (Covid-19) kaynaklı sağlık nedenleriyle Paskalya tatiline kadar, yani yedi hafta boyunca, okul yemekhanelerinde et çıkmasını durdurma kararını protesto etti.
Ete izin yok ama balık veya yumurtaya var. "Tek ve etsiz menü çıkarmak, Lyon'un okul yemekhanelerinde her gün dağıtılan 29.000 yemeğin servisini kolaylaştırmak anlamına gelir, çünkü yemekhanedeki çocuklar arasında iki metre mesafe bırakmak zorundayız. Lyon Belediye Başkanlığı Sözcüsü, bunun aynı anda çok daha az öğrencinin yemek yemesine sebep olduğunu doğruluyor. Et geçici olarak menülerden kaldırıldı, çünkü normal zamanlarda da Lyon’lu küçüklerin yarısı etsiz yemek tercih ediyor."
Bu, yetiştiriciler tarafından çok kötü karşılanan bir seçimdi. Bir protestocunun pankartında “Meralarımızdaki et=Sağlıklı çocuklar" yazılıydı. Yetiştiriciler, içinde bulundukları kötü duruma dikkat çekmek için Galya'nın başkentinde belediye başkanı ofislerinin önünde küçük bir çiftlik kurdular. Rhône kıyısında daha kırsal bir ortam yaratmak için bazılarına inekler veya keçiler de eşlik etti.
Sabahın sonunda, Belediye’nin Yerel Gıda Ürünlerinden Sorumlu Belediye Meclis Üyesi Gautier Chapuis bir çiftçi heyetini belediyede karşıladı. Lyon Belediye Başkanlığı Sözcüsü, "Başkanımız bunun istisnai bir önlem olduğunu belirterek yetiştiricilerin içlerini ferah tutmalarını istedi. En kısa zamanda eti tekrar menülere koyacağız ve dolaylı dağıtımını teşvik edeceğiz" dedi. Ancak çiftçiler bu açıklamayla ikna olmadı. Rhône bölgesi FDSEA Başkanı Pascal Girin, "Sağlık protokolünün argümanı, vejetaryen menünün olacağı yönündeki seçim vaadini faaliyete geçirmek için arkasına saklandığı bir bahanedir" açıklamasını yaptı.
Kasaplar ise bu siyasi kararı kınıyor. Fransız Kasap, Kasap-Şarküteri ve Hazır Yemek Şirketleri Konfederasyonu (CFBCT) Başkanı Jean-François Guihard, "Fransız şarküteri ürünlerinin kalesi olan Bocuse şehrinde belediye, kayırma yoluyla çocukları etten mahrum bırakmayı tercih ediyor. Oysa mütevazı çevrelerden gelen bazı öğrenciler için, günün tek dengeli yemeği buydu" diye belirtiyor.
‘İDEOLOJİ ÇOCUKLARIMIZIN TABAĞINDA’
Tarım Bakanı, pazar günü Twitter'dan duruma tepki gösterdi. Julien Denormandie tweetinde, "Çocuklarımızın tabağına ideoloji koymayı keselim! İyi büyümeleri için gerekenleri verelim. Et de onlardan biri. Rhône valisinin görevine el koydum" cümlelerini dile getirdi. Bakana göre belediyenin kararı, okul yemeklerinde beslenme kalitesiyle ilgili olan 30 Eylül 2011 tarihli kararnameye ters düşmekteydi. Tarım Bakanı’na katılanlar, "Kararname metni, okul yemekhanelerinde servis edilen yirmi öğünden en az dördünün et içermesi gerektiğini çok net bir şekilde göstermektedir. Sağlık güvenliği sebepleri etin servisini nasıl engeller?" diye belirtiyor.
Gérard Collomb başkanlığındaki bir önceki belediyenin de geçen mayıs ayında aynı seçimi yaptığı dikkatlerden kaçmayan bu karar, diğer hükümet bakanlarının karşı tepkisine yol açtı. Bu hafta sonu, Lyon Belediye Başkanı tarafından tedbirin resmen açıklanması üzerine, diğer bakanlar da kararı İçişleri Bakanı Gerald Darmanin gibi kınayarak, "Bu, Fransız çiftçilere ve kasaplara karşı kabul edilemez bir hakarettir" dedi. Bakanlar kararın, "Yeşiller Partisi'nin halk sınıflarını dışlayan ahlaki ve elitist politikasının sembolü" olduğunu söylediler.
Bu pazartesi günü, konuşmalar oldukça farklıydı. Eski bir Avrupa Ekolojisi Yeşiller Partisi (EELV) Milletvekili olan Ekolojik Geçiş Bakanı Barbara Pompili, "Etin balık, yumurta ve baklagillerle yer değiştirebileceği bilindiği için ‘vejetaryen olmak dengesiz bir beslenme şeklidir' gibi eskimiş klişe düşüncelerin varlığından üzüntü duyduğunu" açıkladı. Sağlık Bakanı Olivier Véran, Lyon'a yaptığı bir gezide, "tartışmaya gerek olmadığını" düşündüğünü söyleyerek ortamı yatıştırmaya çalıştı. Julien Denormandie tarafından görevine el koyulan valinin durumunun ne olup olmayacağı konusunda bilinmezlik devam ediyor.
Kaynak: Le Figaro
Molière, Panthéon’a girmek zorunda mı?
Ölümünden yaklaşık 350 yıl sonra Molière, en çok sahnelenen yazarlardan birisi ve eserleri (Kibarlık Budalası, Gülünç, Scapin’in Dolapları, Adamcıl, Cimri, Hastalık Hastası, vs.) iz bırakmaya devam ediyor.
01-03-2021 01:16

Çeviren: Kumru İlgin
Paris Belediye Başkanı Anne Hidalgo, yeni panteonizasyon ile ilgili tüm kararları alan Emmanuel Macron’a gönderdiği bir yazıda bu talebi belirttiğini duyurdu.
Ocak 2022’de Jean-Baptiste Pauquelin’in (daha bilinen adıyla Molière) doğumunun 400. yıl dönümü olması nedeniyle bu talep, 2019’da aktör Francis Huster tarafından gündeme getirildi. Paris Konseyi’nin üçüncü gününde ise Changer Paris grubundan seçilen Milletvekili LR Brigitte Huster tarafından görev devralındı.
"Kültür ve tiyatro başkenti Paris bu çağrıyı desteklemek zorunda" sözleriyle değerlendiren Milletvekili Huster "Molière tiyatrosunun zamanının ötesinde karakterinin ve eserinin asıl yerinin, Fransız beşeri bilimler alanında ustalaşmış Émilie Zola, Victor Hugo veya Alexandre Dumas gibi büyük insanların arası olduğunun sembolik bir kabulüdür. Bir komedyenin Panthéon’a ilk girişi gösteri ve kültür dünyasına güçlü bir sinyal olacak" dedi.
Anne Hidalgo’nun Yazı İşlerinden Sorumlu Yardımcısı Laurence Patrice, bir devlet yetkisinin söz konusu olduğunu hatırlatarak Cumhurbaşkanı'na, keza Kültür Bakanı Roselyne Bachelot’ya da "bu talebi desteklemesi için" bir dilekçe göndermeyi önerdi.
Paris’in 5. Bölgesi’nde Sainte-Geneviève tepesine egemen ve yüz yılı aşkın süredir nekropol (anıt mezar) olan Panthéon’da "Fransız Büyüklerden" yaklaşık 80 isim (askerler, politikacılar, yazarlar, bilim insanları) yatıyor.
5 yıllık görev döneminin başlangıcından beri Macron, eski sürgün ve Başkan Simone Veil’in eşi ile 2018’de, ardından mücadeleci yazar ve "Ceux de 14" başyapıtının sahibi Maurice Genevoix’nın panteonizasyonunu geçen Kasım'da kutladı.
Panthéon’a yeni isimler almak için dilekçeler düzenli olarak hazırlanıyor. Bu bağlamda, şairin torunlarının isteği üzerine yayımlanan bir talebe rağmen Cumhurbaşkanı, Arthur Rimbaud’yu Panthéon’a almak fikrini reddetti.
Kaynak: La Presse
Grev stratejisi
"İşçiler grevlerde özellikle militan ve asi bir ruh hali içerisindedir. Grev dönemlerinde devrimci fikirlere oldukça açıklardır. Her şeyden önce mücadelelerinin tam anlamını öğrenebilecekleri ve öğrenmeleri gereken zaman budur. İşçilerin sınıf bilincini uyandırmak, sınıf mücadelesini ve işçi sınıfının tarihsel misyonunu anlayacak şekilde eğitmek, grev stratejisinde her zaman öncelikli olan meseledir."
01-03-2021 00:51

Yazar: William Z. Foster
Çeviren: Ceren Berk
Grevler, küçük ve zayıf olduklarında dahi, işçilerin kapitalizmden kopmasını sağlar. Eski muhafazakâr sendikacıların “sermaye ve emeğin çıkarları birdir” sloganının kanlı canlı birer reddidirler. İşçiler ve patronlar arasında işçilerin ürününün paylaşımına dair uzlaşmaz çekişmenin ifadeleridir. Bunlar, kapitalizmi ortadan kaldıracak nihai mücadelenin habercisi olan büyük sınıf savaşındaki çatışmalardır.
İşçiler grevlerde özellikle militan ve asi bir ruh hali içerisindedir. Grev dönemlerinde devrimci fikirlere oldukça açıklardır. Her şeyden önce mücadelelerinin tam anlamını öğrenebilecekleri ve öğrenmeleri gereken zaman budur. İşçilerin sınıf bilincini uyandırmak, sınıf mücadelesini ve işçi sınıfının tarihsel misyonunu anlayacak şekilde eğitmek, grev stratejisinde her zaman öncelikli olan meseledir.
Grevler pek çok türde ve niteliktedir. Losovsky 13 türü kendiliğinden, örgütlü, saldırgan, savunmacı, dayanışma, aralıklı, yerel, bölgesel, endüstriyel, genel, uluslararası, ekonomik, politik olarak sıralar. Diğerlerinden de bahsedilebilir. Belirli bir ülke veya dönemdeki grevlerin niteliği, kapitalist sistemin durumu tarafından belirlenir.
Kapitalist bir sistemin gelişme sürecinde üç geniş grev türüne dikkat çekilmelidir. İlki, İngiltere'deki Çartist hareket, erken Fransız grevleri, modern sömürge ülkelerindeki grevler ve benzeri gibi kapitalizmin büyümeye yeni başladığı ülkelere özgü, karışık hedeflerle harekete geçen umutsuz ayaklanmalar dizisidir.
İkinci tip, tipik olarak güçlü kapitalist büyüme ve gelişme döneminde (savaş öncesi Avrupa ve bugünkü ABD), işçilerin kapitalist sistem çerçevesindeki koşullarını kalıcı olarak iyileştirme umuduyla mütevazı talepler için grev yaptığı örgütlü zanaat veya endüstriyel grevdir.
Üçüncü tip ise Almanya'daki savaş sonrası grevler ve İngiliz genel grevi gibi işçilerin, aşağı yukarı açıkça, kapitalist sistemi yıkmaya ve proleter bir toplum düzeni kurmak için yaptıkları ve gerileyen bir kapitalist sistemin tipik özelliği olan devrimci kitle grevidir.
1 - EKONOMİK VE POLİTİK GREVLER
Marx’ın deyişiyle "Her ekonomik mücadele siyasal bir mücadeledir”. Bu son derece doğrudur, çünkü en küçük grevlerin bile siyasi nedenleri ve sonuçları vardır. Ancak grevlerin siyasi niteliğinin derecesi değişiklik gösterir. Kapp Darbesi sırasında Alman genel grevi gibi kapitalizmin gerilediği dönemlerde grevler oldukça politik iken, günümüz [1920’ler -e.n.] ABD’dekiler, hızla siyasi bir görünüm kazanmalarına rağmen yine de ağırlıklı olarak ekonomiktir.
Patronlar, özellikle kilit sektörlerde olan ve kriz dönemlerinde devlet gücünün tamamını işçilere karşı kullananlar, grevlere giderek daha fazla siyasi bir karakter veriyor. Bu nedenle, grev stratejimizin zorunlu bir aşaması mücadele eden işçiler arasında siyasi bir bilinç ve faaliyet geliştirmek olmalıdır.
Birincil hedefimiz işçilerin mevcut dağınık, kör grevlerinin amaçlarını açıklığa kavuşturmak, onları salt ekonomik amaçların üzerine çıkarmak ve hepsini bütün kapitalist sisteme karşı geniş bir siyasi saldırı altında birleştirmektir. Bu nedenle, eski kapitalist partilerden kopuş için savaşmalı ve her grevi, işçilerin kitlesel siyasi partisi olan işçi partisini yaratacak hareketi ilerletmek için kullanmalıyız.
Bu yol bizi grevlerin artan siyasi karakterini tanımayı ve işçileri mücadele için gerekli bilinç ve siyasi örgütlerle donatmayı reddeden muhafazakâr sendika bürokrasisiyle şiddetli bir çatışmaya götürüyor. Sağcı sendika liderlerinin grevlerimizi tamamen ekonomik bir temelde tutma politikası işçileri silahsızlandırır ve mücadelede başarı için ölümcüldür.
Liderlerin, kapitalistler tüm hükümet gücünü işçilere karşı kullanırken bile, inatla grevin siyasi karakterini tanımayı reddettiği İngiliz genel grevindeki deneyim, bu tehlikeyi ve işçileri bilinçli siyasi eylem ile örgütlenmeye teşvik etme gerekliliğini yeterince göstermektedir.
2 - GENEL GREV
İngiliz işçilerinin yakın zamandaki genel grevlerinde [1926 -e.n.] yaşadıkları acı deneyimler, işçi sınıfı grev stratejisinde genel grevin oynayacağı rol sorusunu keskin bir şekilde yeniden gündeme getiriyor. İngiliz grevine alenen ihanet eden gericiler, genel grevin yararsız olduğunu, kapitalizme karşı mücadelede etkin bir şekilde kullanılamayacağını var güçleriyle haykırıyorlar.
Ancak böyle bir mantık yanıltıcıdır. Kapitalizme doğrudan saldırmaya ilke olarak karşı çıkan bu reformistler, her zaman genel grev gibi sert bir silahı reddettiler ve onu gözden düşürmek için en ufak bir bahaneyi ele geçirmeye çok hevesliler. Gerçekte, genel grev, işçilerin en güçlü silahlarından biridir. Ancak akıllıca ve cesurca kullanılmalıdır.
Doğru kullanmak için gereken ilk şey, devrimci anlamının tamamen anlaşılmasıdır. Belirli bir ülkenin işçileri, Büyük Britanya'da olduğu gibi derin bir kriz içinde tüm kritik ve temel sektörlerde genel grev ilan ettiğinde, egemen sınıfa ve onun devletine doğrudan bir meydan okumuş olurlar. Devlet kaçınılmaz olarak ordu, polis, faşist örgütler ve benzeri tüm silahlı kuvvetlerini onlara karşı kullanacaktır.
Genel grevin başındakiler, kapitalistlerin grevi kırmak için bu şiddetli yöntemleri kullanacaklarını önceden anlamalı ve mücadele için işçilerin tüm siyasi gücünü seferber ederek bu tür yöntemlere karşı koymaya hazır olmalıdır. Özellikle orduyu kendi saflarına çekmeye veya etkisiz hale getirmeye çalışmalılar.
GENEL GREV TEHLİKELERİ
Genel grev, grevin siyasi karakterini tanımayı reddeden reformist liderler ya da sadece grevcilerin kollarını kavuşturmasıyla kazanılabileceğine inanan sendikalist vizyonerler tarafından yönetiliyorsa vay haline. Her iki durumda da kapitalistler grevi parçalara ayıracak ve işçilere ezici bir yenilgi vereceklerdir. Genel grev oyuncak değildir. En önemli devrimci silahlardan biridir.
En cesurları dâhil olmak üzere, işçi sınıfı stratejistleri, genel grevi akıllıca kullanmayı öğrenmelidir. Muhafazakârların bir genel grev hareketine yönelmelerinin tehlikesi, önce gelişimini yavaşlatacakları ve onlara rağmen gerçekleştiğinde ona ihanet edecek olmalarıdır. Solcu liderlerin genel grev silahını kullanmasındaki bir tehlike ise, kapitalizmle savaşma hevesi içinde işçileri henüz anlamadıkları ya da hazırlıklı olmadıkları meseleler için sonuna kadar savaşmaya çağıracak olmalarıdır.
İkinci eğilim için birçok örnek verilebilir. Örneğin Fransa'da, Fransız sendikalizminin altın çağında (1910-14), münferit sendikaların ticari taleplerini desteklemek için birkaç genel grev çağrısı yapıldı. İlk başta, işçiler her şeyden çok disiplin meselesi olarak oldukça iyi iş çıkardılar ancak bu tür birkaç deneyimden sonra "grevden yoruldular" ve periyodik genel grev çağrılarına yanıt vermeyi reddettiler, bu da sendikalar için feci sonuçlar doğurdu. I.W.W de [Dünya Sanayi İşçileri Sendikası -e.n.], bu ülkede işçileri anlamadıkları ya da özel olarak ilgi duymadıkları talepleri desteğe çağırarak benzer hatalar yaptı.
Solun bir diğer hatası da, süresi belirli grevlerin daha uygun bir politika olduğu dönemlerde, süresiz genel grev çağrısı yapmaktır. Bu hatanın tipik örnekleri Seattle genel grevi ve Tom Mooney'i kurtarmak için yapılan ulusal grevdi. Her iki durumda da, belli bir süre için oldukça başarılı protesto veya gösteri genel grevleri gerçekleştirilebilirdi. Süresiz genel grev çağırısı bir hata oldu, çünkü işçilerin bu tür uzun soluklu mücadelelere yeterince ilgi göstermemesi grevlerin çökmesine yol açtı.
3 - ZANAATKÂR VE ENDÜSTRİYEL GREVLER
Grev stratejisinin önemli değerlendirmelerinden biri, grevlerin ve sendikaların geleneksel zanaat temelinden sanayiye doğru genişlemesidir. İşçilerin ideolojik kavrayışlarının salt ekonomik ve çıkarcı yaklaşımlardan politik ve devrimci olana doğru yükseltilmesi gerektiği gibi, örgütleri ve mücadeleleri de genişletilmelidir.
Zanaat sendikacılığı ve zanaat grevleri artık Amerikan kapitalizmiyle baş edemiyor. İşçilerin savaş cephesi, bir endüstriyi veya tüm endüstri grubunu kapsayacak şekilde genişletilmelidir. 1922'deki demiryolu atölyesi tamircileri grevinde, on altı demiryolu zanaat sendikasından dokuzunun işte kalıp yedi sendikanın grevini kırmaya yardımcı oldurması gibi durumlar, işçi sınıfına karşı işlenen bir suçtur.
Sanayinin rekabetçi durumunda işçiler, en azından vasıflı zanaatkârlar söz konusu olduğunda zanaat grevini etkili bir şekilde kullanabilirler ve kullanırlar. Ancak sermayenin tekelleşmesi, sanayinin merkezileşmesi ve becerinin ortadan kaldırılmasıyla, vasıflı işçilerin çıkarlarını korumak için bile olsa zanaat grevleri geçersiz hale gelir. Vasıfsız örgütsüzlerin işçi sendikalarına olan talebinin artmasıyla vurgulanan sektöre göre örgütlenme sorunu, vasıfsızlar kadar vasıflılar için de yakıcı bir gereklilik haline gelir. Amerikan endüstrisinde zanaat grevi neredeyse modası geçmiş durumda. Amerikan emperyalizminin gelişmesiyle patronların muazzam zenginleşmesi ve güçlenmesiyle güncelliğini iki kat yitirmiştir.
Hala rekabetçi olan tekstil sektöründe ve inşaat ve baskı gibi yerel zanaatlarda, işin tamamının veya çoğunun yerinde yapılması gereğinin sendikalara özel bir avantaj sağladığı durumlarda, zanaat grevi hala devam ediyor ve bazı etkileri var. Ancak bu endüstrilerde bile hızla işe yaramaz hale geliyor. Büyük, oldukça organize endüstrilerde ise bu neredeyse geçmişte kaldı.
Modern ve etkili grev türü, ulusal endüstriyel grevdir. Muhafazakâr sendika liderleri bile bunu en azından kısmen kabul etmek zorunda kalıyorlar ve çeşitli federasyon türlerini yamalayarak bir tür endüstriyel örgütsel cephe benimsiyorlar.
Ulusal endüstriyel grevlerin en yakın örnekleri, 1919'da çelik işçileri, 1920 ve 1922'de kömür madencileri ve 1921'de konserve fabrikası işçilerininkilerdir. Demiryolu grevlerinin ve ücret hareketlerinin çoğu aynı eğilimi gösterir.
Böylesine geniş mücadeleler, daha önce bu endüstrilerde kullanılan dar, yerelleşmiş grevlerin yerini alıyor. Eğilim, çok çeşitli iş kollarından daha fazla sayıda işçiyi dâhil ederek ve patronlara karşı tek eylem çağrısında bulunarak tüm endüstrilerde patronların artan gücüne karşı koymaktır.
T.U.E.L.'nin [Sendika Eğitim Birliği -e.n.] içinde ve çevresinde örgütlenen solcular, şimdilerde sınıflar arası iş birliği ve patronlara karşı mücadele etmeme programlarıyla gerici sendika liderleri tarafından kontrol edilen bu genişleme eğilimini yoğunlaştırmalı. Grev stratejimizin önemli bir noktası, zanaat grevinin ortadan kaldırılması ve ulusal sanayi grevinin geliştirilmesi olmalıdır.
Bu, işçi sendikalarının bir zanaattan endüstriyel temele doğru genişlemesini ve örgütsüz milyonların sendikalara seferber edilmesini gerektirir. Solun “Birleş” ve “Örgütsüzü örgütle” sloganlarının gerçekleşmesi, ABD’de günümüz koşullarında başarılı bir grev stratejisi için hayati bir önkoşuldur.
*Trade Union Educational League tarafından yayınlandı. (1926)
Kaynak: Marxist.org
Psikolojinin kökenleri
"Psikolojinin ilk yıllarında ortaya çıkan teorilerin bazıları şu an basit, zamanı geçmiş ya da yanlış görülse de bunlar psikoloji alanını şekillendirmiş ve insan zihni ve davranışını anlamamıza büyük katkılar sağlamıştır."
01-03-2021 00:32

Yazar: Kendra Cherry
Çeviren: Muhammed Eroğul
Günümüzde psikoloji, disiplininin zengin ve çeşitli tarihini yansıtırken, psikolojinin kökenleri; alanının çağdaş kavramlarından önemli ölçüde farklılık göstermektedir. Psikolojiyi tam olarak anlayabilmek için kökenlerini ve tarihini araştırmaya zamanınızı ayırmanız gerekmektedir. Psikoloji nasıl oluştu? Ne zaman ortaya çıktı? Psikolojinin ayrı bir bilim olarak değerlendirilmesini sağlayan kişiler kimlerdi?
PSİKOLOJİNİN TARİHİNİ NEDEN ARAŞTIRMALIYIZ?
Modern psikoloji birçok önemli konuyla ilgilenmekte; sinirsel seviyeden kültürel seviyeye kadar olan insan davranışına ve zihinsel sürecine göz atmaktadır. Psikologlar, ölümden önce başlayan ve ölüme kadar devam eden insan problemlerini incelemektedir. Psikolojinin tarihini anlayarak bu başlıkların nasıl ele alındığını ve bu zamana kadar neler öğrendiğimizi daha iyi anlayabilirsiniz.
Psikoloji, ortaya çıktığından beri birçok soruya maruz kalmıştır. Psikolojinin nasıl tanımlanması gerektiğine dair ilk soru, fizyoloji ve felsefeden ayrı bir bilim olarak ele alınmasını sağlamıştır.
Psikologların tarih boyunca karşılaştığı diğer soruların birkaçı ise şu yönde olmuştur:
-Psikoloji gerçekten bir bilim midir?
-Psikologlar; kamu politikasını, eğitimi ve diğer insan davranışlarını etkilemek için araştırma yöntemini kullanmalılar mı?
-Psikoloji gözlemlenebilir davranışlar üzerine mi yoksa iç zihinsel süreç üzerine mi yoğunlaşmalı?
-Psikoloji çalışmak için hangi araştırma yöntemleri kullanılmalıdır?
-Psikoloji, hangi başlıklar ve problemlerle ilgilenmelidir?
FELSEFE VE FİZYOLOJİNİN GEÇMİŞİ
Psikoloji 1800’lerin sonuna kadar ayrı bir disiplin olarak kabul edilmezken, tarihteki ilk bulguları Antik Yunan zamanına kadar uzanabilmektedir. 17. yüzyılda, Fransız filozof Rene Descartes zihin ve bedenin insan deneyimini oluşturmak için etkileşime giren iki varlık olduğunu söyleyen düalizm (ikicilik) fikrini ortaya atmıştır. Doğanın ve yetiştirilmenin göreceli katkıları gibi psikologlar tarafından bugün hala tartışılan birçok konunun kökeni bu eski felsefi akımlara dayanmaktadır.
Peki fizyolojiyi felsefeden ayıran şey nedir? İlk filozoflar gözlem ve mantık gibi yöntemler kullanırken, günümüz psikologları insan düşünceleri ve davranışları hakkında çalışmalar yapıp sonuç almak için bilimsel yöntemler uygulamaktadır. Fizyoloji ayrıca, psikolojinin ayrı bir disiplin olarak kabul edilmesine katkıda bulunmuştur. Beyin ve davranış üzerindeki ilk fizyolojik araştırma, psikoloji üzerinde bilimsel yöntemlerin insan düşüncelerine ve davranışlarına uygulanmasına katkı sağlayan önemli bir etkiye sahiptir.
PSİKOLOJİ AYRI BİR DİSİPLİN OLARAK ORTAYA ÇIKIYOR
1800’lerin ortasında, Wilhelm Wundt adındaki Alman bir fizyolog, tepki sürelerini araştırmada bilimsel araştırma yöntemlerini kullanmaktaydı. 1873’te yayınladığı “Psikolojik Fizyolojinin İlkeleri” adlı kitabında, fizyoloji bilimi ve insan düşüncesi ile davranışı arasındaki önemli bağlantılarının çoğunun ana hatlarını çizdi.
Daha sonra 1879’da Leipzig Üniversitesi’nde dünyanın ilk psikoloji laboratuvarını açtı. Bu olay genellikle ayrı ve farklı bir bilimsel disiplin olarak psikolojinin resmi başlangıcı olarak kabul edilir.
Wundt, psikolojiyi insan bilinci üzerindeki araştırma olarak kabul ediyordu ve iç zihinsel süreçleri incelemek için deneysel yöntemler uygulamaya çalıştı. İntrospeksiyon (iç gözlem) olarak bilinen bir süreci kullanması günümüzde ne güvenilir ne de bilimsel olarak görülürken, psikoloji alanındaki ilk çalışması gelecekteki deneysel yöntemlere zemin hazırlamaya yardımcı olmuştur.
Yaklaşık 17 bin öğrenci Wundt’ın psikoloji derslerine katılmıştır ve yüzlercesi psikoloji alanında derece yapmakla uğraşıp Wundt’ın psikoloji laboratuvarında çalışmalar yapmıştır. Psikoloji ilerledikçe Wundt’ın etkisinin azalmasına rağmen, psikolojiye olan katkıları tartışmaya açık değildir.
PSİKOLOJİNİN İLK DÜŞÜNCE EKOLÜ: STRÜKTÜRALİZM (YAPISALCILIK)
Wundt’ın en ünlü öğrencilerinden biri olan Edward B. Titchener, psikolojinin ilk büyük “düşünce ekolünü” kurmayı hedefliyordu. Yapısalcılara göre, insan bilinci daha küçük parçalara bölünebilirdi. İç gözlem olarak bilinen bir yöntemi kullanarak eğitimli denekler, en temel duyum ve algılara karşı tepkilerini yok etmeye çalışacaklardı.
Yapısalcılık; bilimsel araştırmalardaki vurgusuyla öne çıkmasına rağmen yöntemleri güvenilmez, sınırlayıcı ve özneldir. Titchener 1927’de vefat ettiğinde, yapısalcılık da onunla toprağa gömüldü.
WILLIAM JAMES’İN FONKSİYONALİZMİ (İŞLEVSELCİLİK)
Psikoloji, Amerika’da 1800’lerin başından ve sonuna doğru bir parlama yaşamıştır. William James bu dönemde ortaya çıkan önemli Amerikalı psikologlardan biriydi ve onu Amerika’da “psikolojinin babası” yapan “Psikolojinin İlkeleri” adlı ders kitabını yayımlamıştır.
Kitabı, kısa sürede psikolojide standart bir yazı haline geldi ve fikirleri işlevselcilik olarak bilinen yeni bir düşünce ekolünün temeli olarak iş gördü. İşlevselciliğin odak noktası, davranışın insanların çevrelerinde yaşamalarına yardımcı olmak için temelde nasıl çalıştığı ile ilgiliydi. İşlevselciler, insan zihni ve davranışı üzerinde çalışmak için doğrudan gözlemleme gibi yöntemler kullanıyorlardı.
Bu ilk düşünce ekollerinin ikisi de insan bilincine yoğunlaşmıştı fakat bakış açıları tamamen farklıydı. Yapısalcılar, zihinsel süreçleri en küçük parçalara ayırmaya çalışırken, işlevselciler bilincin sürekli ve değişen bir süreç olarak var olduğuna inanıyorlardı.
İşlevselcilik hızla diğer düşünce ekolünün önüne perde çekerken, psikologları ve insan düşüncesi ile davranışı teorilerini etkilemeye devam edecekti.
PSİKANALİZİN ORTAYA ÇIKIŞI
Bu noktaya kadar, psikolojinin bilinçli insan deneyimi üzerindeki yerinden bahsedildi. Avusturyalı bir doktor olan Sigmund Freud psikolojinin yönünü bilinç dışı zihnin önemini vurgulayan bir “kişilik teorisi” önererek önemli ölçüde değiştirdi.
Freud’un histeri (sinir bozukluğu) ve diğer rahatsızlıklardan muzdarip hastalarla yaptığı klinik çalışma, erken yaştaki çocukluk deneyimleri ve bilinç dışı dürtülerin yetişkinlikte kişiliği ve davranışı etkilediği sonucuna ulaştırdı.
“Günlük Yaşamın Psikopatolojisi” adlı kitabında Freud, bilinç dışı düşüncelerin ve dürtülerin nasıl ifade edildiğinden bahsetmektedir, ki bunlar çoğunlukla Freudyen Sürçme olarak bilinen dil sürçmeleri ve rüyalar yoluyla gerçekleşmektedir. Freud’a göre psikolojik bozukluklar bu tür bilinç dışı çatışmaların aşırı veya dengesiz bir hale gelmesinin sonucudur.
Sigmund Freud tarafından öne sürülen psikanalitik teorisi 20. yüzyıl düşünce biçimi üzerinde önemli bir etkiye sahiptir ve sanat, edebiyat ve popüler kültürün yanı sıra birçok psikoloji dalını etkilemiştir. Freud’un düşüncelerinin çoğuna bugün şüpheyle bakılmasına rağmen psikolojiye olan katkısı tartışmaya açık değildir.
BEHAVİORİZMİN (DAVRANIŞÇILIK) YÜKSELİŞİ
Psikoloji, davranışçılık olarak bilinen yeni bir düşünce ekolünün yükselişe geçmesiyle 20. yüzyılın başları boyunca önemli ölçüde değişikliğe uğramıştır. Davranışçılık, önceki bakış açılarından çok farklıydı ve hem bilinçli hem de bilinç dışı zihin üzerindeki önemi reddetmekteydi. Bunun yerine davranışçılık gözlemlenebilir davranışa odaklanarak psikolojiyi daha bilimsel bir disiplin hâline getirmeye çalışmıştır.
Davranışçılık, ilk olarak Ivan Pavlov adlı bir Rus fizyoloğun çalışmasıyla başladı. Pavlov’un köpeklerin sindirim sistemi üzerindeki araştırması, davranışların koşullandırma yoluyla öğrenilebileceğini öneren “koşullu öğrenme” sürecinin keşfini sağlamıştır.
Pavlov, bu öğrenme sürecinin çevresel uyarma ve doğal bir uyarma arasında bağlantı kurmak için kullanılabileceğini göstermiştir.
John B. Watson adındaki Amerikalı bir psikolog kısa sürede davranışçılığa kendini adayan en önemli kişilerden biri olmuştur. Watson, 1913 tarihli “Psychology as the Behaviorist Views It” adlı makalesinde bu yeni düşünce ekolünün temel ilkelerini ele almıştır ve daha sonra 1927’te yayımlanan “Behaviorism” adlı kitabında bir tanım sunarak şu sözleri yazmıştır:
“Davranışçılık insan psikolojisinin ana konusunun insanlığın davranışı olduğunu kabul eder. Davranışçılık, bilincin ne kesin ne de elverişli bir kavram olduğunu iddia eder. Her zaman bir deneyselci olarak eğitilmiş davranışçı, bilincin varlığına olan inancın; batıl inançların ve büyünün yoğunlukta olduğu eski zamanlara dayandığını kabul eder.”
Davranışçılık önemli etkiler bırakmış ve bu düşünce ekolü 50 yıl boyunca hüküm sürmüştür. B.F. Skinner adlı bir psikolog, davranışçı bakış açısını; cezalandırma ve pekiştirmenin davranış üzerindeki etkisini gösteren “edimsel koşullandırma” kavramıyla ilerletmiştir.
Davranışçılık, psikolojide zirvedeki rolünü kaybetmesine rağmen, davranışsal psikolojinin temel ilkeleri günümüzde hala kullanılmaktadır.
Davranış analizi, davranış değişikliği ve token ekonomisi gibi tedavi edici teknikler çoğunlukla çocukların yeni yetenekler öğrenmesine ve uyumsuz davranışların üstesinden gelmesine yardım etmek için uygulanır. Buna karşın koşullandırma ise ebeveynlikten eğitime kadar birçok durumda kullanılabilir.
PSİKOLOJİDE ÜÇÜNCÜ GÜÇ
Davranışçılık ve psikanaliz 20. yüzyılın ortalarına kadar hüküm sürerken, yüzyılın ikinci yarısında hümanist (insancıl) psikoloji olarak bilinen yeni bir düşünce ekolü ortaya çıktı. Psikolojide çoğunlukla “üçüncü güç” olarak ifade edildiği için, bu teorik bakış açısı bilinçli deneyimleri vurguluyordu.
Amerikalı psikolog Carl Rogers bu düşünce ekolünün kurucularından biri olarak kabul edilmektedir. Psikanalistler bilinçsiz dürtülere ve davranışçılar çevresel faktörlere odaklanırken, Rogers özgür irade ve kendi kendini yönetme gücüne güçlü bir şekilde inanmaktaydı.
Abraham Maslow adındaki psikolog da insancıl psikolojiye ünlü “ihtiyaçlar hiyerarşisi” teorisiyle katkı sağlamıştır. Bu teori, insanların giderek karmaşıklaşan ihtiyaçlar tarafından motive edildiğini öne sürmekteydi. En temel ihtiyaçlar giderildiğinde, insanlar daha üst ihtiyaçların peşinden gitmeye motive oluyordu.
BİLİŞSEL PSİKOLOJİ
1950’ler ve 1960’larda bilişsel devrim olarak bilinen bir akım psikolojinin yerini almaya başladı. Bu süre boyunca bilişsel psikoloji, psikoloji çalışmalarına üstün bir yaklaşımla psikanalizin ve davranışçılığın yerine geçmeye başladı. Psikologlar hala gözlemlenebilir davranışla ilgileniyorlardı, fakat zihnin içinde neler döndüğünü de merak etmiyor değillerdi.
O zamandan beri bilişsel psikoloji, araştırmacılar algı, hafıza, karar verme, sorun çözme, zekâ ve dil gibi şeyleri çalışmaya devam ettiği için psikolojinin baskın bir alanı olarak hayatta kalmıştır. Manyetik rezonans görüntüleme (MR) ve tomografi gibi beyin görüntüleme araçlarının tanıtılması araştırmacıların insan beynini daha yakından ve beynin daha derin noktalarını incelemesine yardımcı olmuştur.
PSİKOLOJİ İLERLEMEYE DEVAM EDİYOR
Psikoloji tarihinin bu kısa özetinde gördüğünüz üzere, Wundt’ın laboratuvar kurmasıyla resmiyete kavuşmasından beri bu disiplinde önemli ölçüde değişim ve büyüme gözlemlenmiştir. Hikâye tabii ki burada son bulmuyor.
Psikoloji 1960’tan beri evrimleşmeye devam etti ve yeni fikirlerle bakış açıları ortaya çıktı. Psikolojideki son araştırmalar, davranış üzerindeki biyolojik etkilerden sosyal ve kültürel etkenlerin önemine, insan deneyimlerinin birçok yönüyle ilgilenmeye devam etmektedir.
Psikologların çoğunluğu günümüzde kendilerini tek düşünce ekolü ile ifade etmezler. Bunun yerine, genellikle çeşitli teorik geçmişlerden gelen fikirlerden yararlanarak belirli bir uzmanlık alanına veya bakış açılarına odaklanırlar. Bu seçici yaklaşım, gelecek yıllarda psikolojiyi şekillendirmeye devam edecek yeni fikirlerin ve teorilerin ortaya çıkmasını sağlamıştır.
PSİKOLOJİ TARİHİNDE KADINLAR
Herhangi bir psikoloji yazısı okuduğunuzda böyle yazıların neredeyse tamamen erkeklerin katkıları ve teorileri sayesinde yazılmış olduğunu düşünüyor olabilirsiniz. Bunun sebebi kadınların psikoloji alanındaki ilgisizlikleri değil, kadınların o zamanlarda akademik eğitim ve uygulamalardan dışlanmasıdır.
Çalışmaları bazen görmezden gelinse de psikolojiye önemli katkılarda bulunan kadınlar vardır.
Öne çıkan kadın psikologlardan bazıları:
Okulu kadın olduğu için diplomasını vermeyi reddetse de Harvard’ta doktorasını yapmış Mary Whiton Calkins; William James, Josiah Royce ve Hugo Munsterberg gibi zamanın önemli düşünürleriyle beraber çalışmıştır. Karşılaştığı zorluklara rağmen, Amerika Psikoloji Birliği’nin ilk kadın başkanı olmuştur.
Psikanaliz alanına önemli katkılar yapmış olan Anna Freud, birçok koruma mekanizmasını açıklamış ve çocuk psikanalizinin kurucusu olarak bilinmektedir. Erik Erikson dahil olmak üzere diğer psikologlar üzerinde etki bırakmıştır.
Gelişim psikoloğu olan Mary Ainsworth bağlanma anlayışımıza önemli katkılarda bulunmuştur. Çocuklar ve bakıcıları arasındaki bağları incelemek için “Garip Durum” değerlendirmesi olarak bilinen bir teknik geliştirmiştir.
YAZARDAN TAVSİYE
Psikolojinin nasıl bir bilim olduğunu anlamak için, gelişimini etkileyen tarihsel olaylarının bazılarını öğrenmek gerekir.
Psikolojinin ilk yıllarında ortaya çıkan teorilerin bazıları şu an basit, zamanı geçmiş ya da yanlış görülse de bunlar psikoloji alanını şekillendirmiş ve insan zihni ve davranışını anlamamıza büyük katkılar sağlamıştır.
Kaynak: verywellmind
Sovyet sinema tarihinin ilk Oscar ödülünü konu alan ‘İlk Oscar’ filminin çekimleri başladı
Sergei Mokritsky’nin yönetmen koltuğunda oturduğu filmin başrollerini Tikhon Zhiznevsky, Anton Momot, Daria Zhovner ve Andrey Merzlikin paylaşıyor.
26-02-2021 13:09

İleri Haber / Çeviri: Şamil Orhan
Rusya’nın Kaluga bölgesinin Medyn kentinde Sovyetler zamanında çekilmiş görüntülerle “Alman askerlerinin Moskova yakınlarındaki yenilgisini” konu alan Moscow Strikes Back (Rusça: Разгром немецких войск под Москвой) belgeselinin yapımını anlatacak olan “İlk Oscar” filminin çekimlerine başlandı. Belgesel, Sovyet sinema tarihindeki ilk ödülünü sinema akademisyenlerinden aldı.
Filmde konu edinilen Moscow Strikes Back belgeseli, ABD’de 1942 yılında 15. Akademi Ödülleri’nde “En iyi belgesel” ödülünü aldı. Ayrıca aynı sene en iyi belgesel dalında “National Board of Review" ödülüne ve en iyi savaş gerçeği filmi dalında New York Film Eleştirmenleri Ödülü’ne layık görüldü. Belgesel, Sovyetler Birliği’nde yine 1942’de Stalin Ödülü olarak bilinen Sovyet Oscarı'nı aldı.
Sergei Mokritsky’nin yönetmen koltuğunda oturduğu filmin başrollerini Tikhon Zhiznevsky, Anton Momot, Daria Zhovner ve Andrey Merzlikin paylaşıyor.
Moscow Strikes Back, 1941 sonbaharında Alman birlikleri saldırdığında çekilmek yerine cepheye giden acemi operatörler Lev Alperin ve Ivan Maisky’yi konu ediniyor. Operatörler, kanlı savaşa tanıklık ederek Moskova cephesini konu alan belgesellerini bir kasete çekiyor ve bu kaset Oscar Ödülü’ne layık görülüyor.
Karakterlerin kurgusal olduğu fakat filmin gerçek yaratıcılarının biyografilerinden esinlenildiği İlk Oscar filminin ilk gösterimi, savaşın 80. yıl dönümü vesilesiyle şubat ve nisan ayları arasında 2022 yılı içerisinde yapılacak.