Batsın bu dünya, biz yeniden kurarız

Batsın bu dünya, biz yeniden kurarız

“Bu limanda görebileceğinin en kötüsünü gördüğünü, hiçbir şeyin o fırtınanın zalimliğiyle boy ölçüşemeyeceğini düşünmüştü. Şimdi anlıyor kötülüğün yalnızca orada suların içinde olduğunu sanmak meğer ne kadar aptalcaymış. Kötülük buradaydı, aralarındaydı, iki bacağının üstünde yürüyor, insan diliyle hükümler veriyordu.”

Berna Metin

Romanımızın başlangıç tarihi 24 Aralık 1617. Mekânımız Norveç’in kuzeydoğusunda küçücük bir ada, Kadınlar Adası. İsmi hep böyle değildi. Eskiden Vardo denilen bu ada şimdi üzerinde sadece kadınlar yaşadığı için bu yeni adıyla anılıyor. 17. yüzyılın başlarındayız, Norveç ve Danimarka henüz tek bir ülke ve her çağda olduğu gibi bu çağda da akıllara kazınıp tarihte iz bırakma derdine düşmüş bir kral tarafından yönetiliyor. 59 yıl boyunca hüküm süren iktidarında kanlı zaferler kazanmış olsa da Kral IV.Christian unutulmaz olma umudunu günden güne yitiriyor. Böyle durumları alt etmek için akla gelen ilk ihtimal hep bir düşman yaratmaktır. Çok değil günümüzden 4 yüzyıl önce olsa da “erkek siyaseti” pek de yol alabilmiş görünmüyor ve Kral IV.Christian o düşmanı “cadı”lar olarak seçiyor. Yani kadınlar, çoğunlukla kadınlar…

“Kocalarının topraklarına sahip olmak ve onlara karşı üstünlük sağlamak için fırtınayı çağırdılar.”

Norveç’in kuzeydoğusundaki bu küçük adada halkın tek geçim kaynağı balıkçılıktır. Kadınlar ağ örer, ağ yamalar, tek odalı ve asla güneşi göremedikleri pencerelerinde erkeklerin balıktan dönmelerini bekler. Büyük fırtınanın çıktığı tarihe kadar böyledir en azından. Adanın tüm erkekleri balık avındayken şimdiye dek kimsenin şahit olmadığı bir fırtına yaşanır. Denizden bir el çıkmış da tekneyi alabora etmiş gibidir, teknedeki tüm erkekleri öldürmek için sessiz bir şarkı söylenmiş gibidir, bu bir hava olayı değil Vardo Adası’nı erkeksiz bırakmak için özellikle yapılmış gibidir, bu olsa olsa bir cadının işidir.  

Kadınlar Adası, işte bu büyük fırtınanın yaşandığı 24 Aralık 1617’den sonraki kısacık dönemi anlatıyor. Adanın neredeyse tüm erkekleri fırtınada ölmüştür ve adadaki kadınların hayatta kalma mücadelesi böylece başlar. Yazar Hargrave, Kadınlar Adası için “neden ve nasıl öldükleri onları tanımlar hale gelmeden önce, insanlar ve nasıl yaşadıklarıyla ilgili…” diyor.

Bu soğuk adada hiçbir hayali olmadan yaşayan Maren, büyük fırtınada nişanlısını, kardeşini ve babasını kaybeder. Aslında adadaki her kadın tanıdığı bir erkeği kaybetmiştir. Büyük fırtına ardından büyük bir yas ve kaos getirir. Çağlar boyu ağ gibi örülmüş geleneklere ve kalbe işleyen inançlara göre kadınlar ne kadar zorlu işlerde çalışırsa çalışsınlar asla pantolon giyemez ve balığa çıkamazlar. Ucunda açlıktan ölmek bile olsa iktidar kadınların bu kurallara koşulsuz uymasını talep eder. Tek dertleri karınlarını doyurmak yani hayatta kalmaya çalışmak olan kadınlar ise bu geleneklere uymayı reddederler. Elbette adanın tüm kadınları değil, cesareti ve kendine inancı olanlar üstlenirler çağa başkaldıran bu görevleri. Hikâye böyle devam etseydi mutlu sonlu bir masal olabilirdi. Tıpkı Hargrave’in yazdığı ve onu prestijli ödüllere kavuşturan diğer anlatıları gibi. Ama bu hikâye bir başkaldırı anlatısı, erkek iktidara yöneltilen bir başkaldırı…

“- Sen cadı değilsin.

- Ne olduğum değil, onların ne olduğuma inandığı önemli.”

Kadınların başkaldırısına, cadı avıyla karşılık verilir. Rüzgar tılsımcılığı ve büyücülük yaptıkları gerekçesiyle kadınlar, kralın emri doğrultusunda yakılarak öldürülmeye başlanır. Tutulan mahkeme kayıtlarına bakılırsa fırtına sonrası o bölgede doksan bir insan ölüme gönderildi, bunların on dördü erkek, yetmiş yedisi kadındı. Mahkeme, elli iki cadılık duruşması yönetti ve bunların tümü ölümle sonuçlandı.

Fark ettiğim şu ki, 17. yüzyıl ve sonrasında “baş edilemeyen” kadına “cadı” damgası vurmak ve infazını istemek epey sıradanlaşmış. Kadınlar Adası’nda anlatılan hikâye ile günümüz arasında bağ kurmak çok da zorlayıcı değil. Bu romanda güzel olan da bu. Adada yaşayan umutsuz Maren’e el uzatıp onu iyileştiren, cadı mahkemelerinin yargıcı Absalom’un eşi Ursa idi. “Kadın kadının her çağda yurdudur” dersem yanılmış olmam.

Kadınlar Adası tarihten aldığı ilham ve kadınlardan aldığı güçle unutulmayacak bir hikâye anlatıyor. Norveç ve Danimarka bugün ayrı ayrı birer ülke, her ikisi de kadın başbakanlar tarafından yönetiliyor. 17. yüzyılda yakılan o cadıların torunları tarafından…

KÜNYE: Kadınlar Adası, Kiran Millwood Hargrave, çeviri: Anıl Ceren Altunkanat, İthaki Yayınları, Şubat 2021, 316 sayfa

DAHA FAZLA