Av. Eren Gönen yazdı | Saldırı altında adalet pratiği
06-02-2021 12:44

Av. Eren Gönen
Devletin yönetici koltuklarını işgal eden şahısların birçok yalanına bu zamana kadar şahit olduk. Dün ise devletin söylediği yalanların muhatabı olduk. Kameralar önünde doğruları söylememe gafletinde bulunan Ankara Emniyet Müdürlüğü amirlerinin söylediklerini teker teker boşa çıkardık. Ben ve iki meslektaşım emniyetin içerisinde diğer onlarca meslektaşım dışarıda saatlerce savunma hakkının kısıtlanmaması için mücadele ettik.
Pandemi koşulları sebebiyle bütün avukatları binaya alamayacaklarını söylediler. Bahçede bekleriz dedik. Diğer birimlere gelen şüpheliler bize saldırabilirmiş. Böyle bir gerekçe sundular. Emniyet Müdürlüğü'nde şüpheliler birilerine saldıracaksa bu saldırılacak kişilerin avukatlar olmadığı açıktır.
Gözaltına alındıktan sonra henüz daha araçlarda müvekillere bu zamana kadar hiç vermedikleri bir evrak verip bu evrakları imzalamaya mecbur tuttular. Eğer bu evrakları imzalamazlar ise hafta sonunu burada geçireceklerini ve ifadelerinin savcılıkta alınacağını söylemişler. Oysaki savcılığın talimatı açıkça ikmalen! İfadesini al bırak demiş.
Bu evraklarda görüşmek istedikleri avukatların isimleri yazıyormuş ve benim de olduğum 3 avukat eylemciler tarafından talep edilmiş. Oysaki bütün toplumsal gözaltı takibinde eylemciler hangi avukatın geldiğini bilemez ayrıca hiç tanımadığı bir avukat da parti veya başka bir vekalet ilişkisinden kaynaklı olarak gözaltı işlemlerine katılabilir. Müvekkillerin savunma hakkını kısıtlamalarına rağmen ve biz içeride Güvenlik Şube koltuklarında oturuyorken nezarethaneye inip gözaltındakilere utanmadan "Avukatlarınız burada değil. Sizlerin ifadelerine girmek istemiyorlar. Onlar yüzünden mağdur oluyorsunuz" deme cüretini gösterebiliyor.
Bir de biz oradayken ''Ya CMK'den avukat atayacağız ya da avukatsız ifade vereceksiniz'' de diyebiliyorlar. Aynı anda en fazla 3 avukatın içeri alınacağını daha fazlasına müsaade edilmeyeceğini söyleyen amir, ifadeye girmeyecek avukatın kampüs dışına çıkartılıp ifadeye gireceği zaman tekrar tekrar GBT ve kontrolden geçerek gireceğini, birden fazla müvekkili olan avukatın gerekirse saatlerce burada bekleyeceğini söyleyebiliyor. Araya baro yönetimi girdi. Avukat Hakları Merkezi'nden görevli meslektaşlar geldi. Toplumsal davalar ve hukuk araştırmaları merkezinden görevli meslektaşlarımız geldi. Ankara Cumhuriyet Başsavcı Vekili ile görüşüldü. Dışarıdaki meslektaşlar hukuksuzları tespit etti. Tutanaklar tutuldu.
Bütün bunlar olurken kanuna aykırı şekilde CMK'den avukat talep eden güvenlik şube amirine, Ankara Barosu tarafından avukatların orada olması gerekçesiyle atama yapılmayacağı bildirildi. Eylemcilerin yarısı ne olduğunu anlamayıp ve kendilerine söylenen yalanların da etkisiyle bizimle görüştürülmeden ve hak ihlallerini tespit etmeden serbest bırakılmışlar. Diğer yarısı ise emniyete giriş esnasında bizi gördüğü için amirlerin yalanlarına inanmamış bizimle görüşmek istemişler. Hatta yanımıza getirildiklerinde de "Avukatlar yüzünden mağdur oluyorsunuz" diyen amire, "Yalan söylüyorsunuz. Sizin yüzünden mağdur oluyoruz" deme cesaretini de kameralar önünde gösterdiler.
Sürekli yukarıdan talimat var, avukatları içeri almayacağız diyen güvenlik şube amiri gerek bizim gerekse de gözaltındakilerin kararlı duruşu neticesinde tam 7 saatin sonunda bütün taleplerimizi kabul etti! Bütün bu hukuk dışı manzaranın tamamen eylemcilere ve müdafiilere zorluk çıkarılmak amacıyla yapıldığı gün gibi ortadadır. Sadece bu ocak ayında her hafta gözaltılar nedeniyle gittiğimiz yer nedense birden bire usul değiştirmek istemiş. Ankara İl Emniyet Müdürlüğü bir yandan bizim de basın yayın organlarında haberler yaptırmamız nedeniyle her şeyin usulünce ilerlediği yönünde bir açıklama yaptı. Bir daha söylüyoruz ki külliyen yalan! (http://www.ankara.pol.tr/05022021-tarihli-basin-aciklamasi)
Bütün bu hukuksuz işlemler avukatlar tarafından ifade tutanaklarına geçirildi. Hukuk dışı işlemler ve uygulanan işkence için elbette suç duyurusunda bulunacağız. Bu konuda herhangi bir tereddütümüz bulunmamaktadır.
Kamera kaydı açılınca şov yapan ve açıkça doğruları söylememe gafletinde bulunan amirlerin yalanlarına karşı bir kısım tutanak ve video da ektedir.
Ne başımızı aşağı eğeceğiz ne de yalanlarınıza geçit vereceğiz. Yine gördük ki dayanışma yaşatır.
- https://www.facebook.com/photo?fbid=10158004646450949&set=a.10151033214825949
- https://www.facebook.com/730515948/videos/10158004403875949/
İLGİLİ HABERLER
ÇEVİRİ | Stanford hapishane deneyi
Zimbardo insan davranışlarını anlama konusundaki anlayışımızı ve toplumu nasıl ilerletebileceğimiz hakkında öğrendiğimiz şeylerin çalışmanın kötü taraflarıyla dengelenmesi konusunda tartışmacı davranıyor.
22-02-2021 01:04

Yazar: Saul McLeod
Çeviren: Muhammed Eroğul
ÇALIŞMANIN AMACI
Zimbardo ve çalışma arkadaşları, ABD hapishanelerinde bildirilen şiddetlerin gardiyanların sadist kişiliklerinden mi kaynaklandığını yoksa hapishane ortamıyla mı bir alakası olduğuyla ilgileniyorlardı.
Örneğin, mahkûmların hukuka ve düzene olan saygısızlıkları ve gardiyanların baskıcı ve saldırgan olmaları gibi iki taraf da kaçınılmaz tartışmalar yaratan kişiliklere sahip olabilir.
Öte yandan, mahkûmlar ve gardiyanlar hapishanelerdeki sosyal çevrenin güçlü yapısından dolayı saldırgan bir tavır sergileyebilir. Zimbardo, durumun, insanların mizaçlarından çok davranışlarının nedeni olduğunu tahmin etti.
PROSEDÜR
İnsanların cezaevi koşullarında oynadıkları rolleri incelemek için Zimbardo, Stanford Üniversitesi psikoloji binasının bodrum katını sahte bir hapishaneye çevirdi.
Hapishane hayatının psikolojik etkileri hakkındaki bir çalışmaya katılmaları için gönüllüler aramaya başladı.
Başvuran 75 kişiye, psikolojik problemleri, engelli, suç geçmişi ya da madde bağımlısı olan adayları elemek için mülakat ve kişilik testleri yapıldı.
Fiziksel ve zihinsel olarak sağlam, olgun ve anti-sosyal davranışlarda en az bulunan 24 adayın başvurusu kabul edildi. Çalışmanın başından beri adayların hiçbiri birbirini tanımıyor ve deneye katılmaları için günlük 15 dolar ücret ödeniyordu.
Adaylar oluşturulan sahte hapishane ortamında rastgele olacak şekilde mahkûm veya gardiyan rolüne atandı. Üç yedekten biri çalışmadan ayrıldıktan sonra geriye 10 mahkûm ve 11 gardiyan kaldı.
Mahkûmlara evlerinde, uyarılmadan ve direkt tutuklanıp karakola götürülmüş bir suçlu gibi davranılıyordu. Hepsinin parmak izleri alındı, fotoğrafları çekildi ve hapis cezası aldılar.
Daha sonra hepsinin gözleri bağlandı ve Zimbardo’nun hapishane olarak kullandığı Stanford Üniversitesi psikoloji bölümünün bodrum katına götürüldüler. Bodrum katında kapıları ve pencereleri demir parmaklıklarla kapatılmış, düz duvarlar ve küçük hücreler bulunuyordu. İşte bireyselleşme süreci burada başlıyor.
Mahkûmlara, hapishaneye vardıklarında kıyafetlerinin tamamını çıkartmaları ve kişisel eşyalarını teslim etmeleri istendikten sonra hapishane kıyafeti ve geceliği verildi. Kıyafetler baskılıydı ve üzerinde sadece numaralar bulunuyordu.
Üzerlerindeki numaraların amacı mahkûmları anonim hissettirmekti. Her bir mahkûma sadece numarasıyla seslenilebilirdi ve mahkûm kendisiyle diğer mahkûmlara ancak numarasıyla seslenebilirdi.
Giysileri sadece üzerinde numaralarının olduğu bir önlükten oluşuyordu ve iç çamaşırıdâhil üzerlerinde başka bir kıyafet yoktu. Ayrıca saçlarını örtmeleri için sıkı naylon bir şapka ve ayaklarının tekine bağlı kilitli bir zincir vardı.
Tüm gardiyanlar hâkî renginde bir üniforma giymişti, üzerlerinde boyunlarında bir düdük ve polislerden ödünç aldıkları copları taşıyordu. Gardiyanlar ayrıca mahkûmlarla göz teması kurmayı imkânsız hale getirmek için özel güneş gözlükleri takıyordu.
Üç gardiyan sekiz saatlik vardiyalar halinde çalışıyordu, diğer gardiyanlar hazırda bekliyordu. Gardiyanlara, hapishanede disiplini ve düzeni sağlamak adına gerekli olduğunu düşündükleri her şeyi yapabilme ve mahkûmlara saygılı olmalarını emretme yönünde talimat verildi. Fiziksel şiddet uygulamak tamamen yasaktı.
Zimbardo bir araştırmacı olarak mahkûmların ve gardiyanların davranışlarını gözlemliyordu ve hapishane müdürü rolünde oynuyordu.
BULGULAR
Kısa süre içerisinde hem mahkûmlar hem de gardiyanlar rollerini benimsedi. Gardiyanlar kendi rollerini daha kolay ve daha hızlı benimsedi.
OTORİTEYİ KANITLAMAK
Deneyin başladığı ilk saatlerde bazı gardiyanlar mahkûmları taciz etmeye başladı. Gece 2.30’da mahkûmlar sayım için düdükler çalınarak uyandırıldılar.
Sayımlar mahkûmları numaralarına alıştırmak için yapılıyordu. Daha önemlisi gardiyanların mahkûmlar üzerinde düzenli olarak üstünlüklerini göstermeleri için bir fırsattı.
Mahkûmlar da kısa zamanda gerçek mahkûm davranışlarını benimsemeye başladılar. Zamanın büyük bir çoğunluğunda hapishane sorunları hakkında konuşuyorlardı. Gardiyanlara birbirleri hakkında hikâyeler anlatmaya başlamışlardı.
Hapishane kurallarını çok ciddiye almaya başladılar ve tamamı sanki mahkûmların yararı için oradalar da küçük bir karşı gelme tamamı için büyük sonuçlar doğuracak diye düşünüyorlardı. Hatta bazıları gardiyanlarla beraber kurallara uymayan mahkûmların karşısında duruyorlardı.
FİZİKSEL ŞİDDET
Mahkûmlara küçük emirler veriliyor, hakaretlerle alay ediliyordu ve genellikle onlara insanlık dışı olan sıkıcı ve anlamsız işler yaptırılıyordu.
Şınav çekmek gardiyanların sıklıkla uyguladığı bir tür fiziksel şiddet türüydü. Mahkûmlar şınav çekerken gardiyanlardan biri mahkumların sırtlarına basardı ya da diğer mahkumları ötekilerin sırtına oturtup şınav çekmelerini isterlerdi.
BAĞIMSIZLIĞI KANITLAMAK
İlk gün sorunsuz geçtiği için, gardiyanlar ikinci günün sabahında çıkan isyana karşı şaşkın ve tamamen hazırlıksızlardı.
Deneyin ikinci gününde, mahkûmlar kafalarındaki şapkayı çıkardı, numaralarını söktü ve kapının önüne yataklarını koyarak hücrelerini kendilerine karşı siper olarak kullandı.
Gardiyanlar takviye çağırdı.Hazırda bekleyen üç gardiyan içeriye geldi ve gece vardiyasındaki gardiyanlar da gönüllü olarak çalıştı.
İSYANI BASTIRMAK
Gardiyanlar, cildi soğutan karbondioksitli su püskürten bir yangın söndürücü kullanarak karşılık verdi ve mahkûmları kapılardan uzak tutmaya çalıştı. Daha sonra gardiyanlar tüm hücrelere girdi ve mahkûmları soyup yataklarını çıkardı.
Mahkûm isyanının elebaşlarına hücre hapsi verildi. Daha sonra gardiyanlar,mahkûmları daha çok rahatsız etmeye ve gözlerini korkutmaya başladı.
ÖZEL AYRICALIKLAR
Üç hücreden biri “ayrıcalıklı hücre” olarak tasarlandı. İsyanda en az payı olan üç mahkûma özel ayrıcalıklar verildi. Gardiyanlar üniformalarını ve yataklarını onlara geri verdi ve saçlarını yıkayıp dişlerini fırçalamasına izin verdi.
Ayrıcalıklı mahkûmlar, yemek yeme hakları geçici olarak ellerinden alınmış diğer mahkûmlarınhuzurunda özel yemekler yemeye başladı.Bunun sonucunda mahkûmlar arasındaki dayanışma yıkılmış oldu.
İSYANIN SONUÇLARI
Birkaç gün geçtikten sonra, gardiyanlar ve mahkûmlar arasındaki ilişkiler değişmeye başladı –birinde değişim olursa diğerinde de değişim olur-. Sıkı bir kontrol sağlayan gardiyanları ve mahkûmların tamamen onlara bağlı olduklarını hatırlayın.
Mahkûmlar daha bağımlı hale geldikçe, gardiyanlar da onlara karşı daha alaycı hale geldi. Mahkûmları aşağılıyor ve bunu onlara fark ettiriyorlardı. Gardiyanların aşağılamaları arttıkça, mahkûmlar daha fazla itaat ediyordu.
Mahkûmlar itaat ettikçe, gardiyanlar agresifleşiyor ve kendine güveniyorlardı. Mahkûmlardan daha çok itaatkâr olmalarını istiyorlardı.Mahkûmlar,gardiyanlara karşıher konuda bağımlı hale geldi.Bu yüzden de mahkûmlar, gardiyanlara diğer mahkûmlar hakkında hikâyeler anlatmak gibi onları memnun etmenin yollarını arıyordu.
8612 NUMARALI MAHKÛM
Deneyin bitmesine 36 saatten kısa bir süre kalmıştı, fakat 8612 numaralı mahkûm,mantıklı düşünememe; kontrolsüz gelişen ağlamalar ve aşırı öfkelenmek gibi şiddetli bir duygusal çöküntü göstermeye başladı.
Gardiyanlarla görüştükten sonra, ona zayıf olduğu fakat onlar için casusluk yapabileceği teklif edildi. 8612 diğer mahkûmların yanına dönüp “Buradan çıkamazsınız, buradan kaçamazsınız!” dedi.
Kısa bir süre sonra 8612 deli gibi davranmaya, bağırmaya, küfretmeye ve öfke nöbetleri geçirmeye başladı. Psikologlar artık onun gitmesine izin vermeleri gerektiğini düşünmeye başladı.
MAHKÛMLARIN AİLELERİYLE GÖRÜŞMESİ
Bir sonraki gün, gardiyanlarmahkûmların ebeveynleri ve arkadaşlarıyla görüşmesi için ziyaret saati ayarladı. Gardiyanlar, aileleri hapishanenin durumunu gördüğünde oğullarını eve götürmek isteyebilecekleri konusunda endişe duyuyordu. Gardiyanlar mahkûmlara ziyafet çektirip müzik dinlettirdikten sonra duş aldırtıp iyice temizlenmelerini sağladı ve hücrelerini süpürdü.
Görüşmeden sonra mahkûmların kaçış planı yaptıkları hakkında bir dedikodu yayıldı.Mahkûmların kaçmasından korktukları için, gardiyanlar ve araştırmacılar Palto Alto polis karakolundan yardım istemeye karar verdiler.
Gardiyanlar tacizlerini bir üst seviyeye taşıdılar ve tuvaletleri mahkûmlara elleriyle temizletmek gibi sürekli temizlik işleri yaptırmaya zorladılar.
KATOLİK RAHİP
Zimbardo, mahkûm papazı olan Katolik bir rahibi hapishanenin durumunun ne kadar gerçekçi olduğunu değerlendirmek için onu davet etti. Mahkûmlardan yarısı kendilerini isimleriyle değil de numaralarıyla tanıttı.
Papaz tüm mahkûmlarla bireysel olarak görüştü ve buradan çıkmanın tek yolunun bir avukat ile görüşmek olduğunu söyledi.
819 NUMARALI MAHKÛM
Rahiple konuşurken 819 numaralı mahkûm, tıpkı daha önce serbest bırakılan iki mahkûm gibi büyük bir ruhsal çöküntüye girip deli gibi ağlamaya başladı. Psikologlar, mahkûmun ayağındaki zincirleri söktü, kafasındaki şapkayı çıkardı ve hapishane bahçesinin bitişiğindeki bir odaya gönderip dinlenmesini söyledi. Ona yemek yedireceklerini ve daha sonra da doktora görüneceğini söylediler.
Tüm bunlar yaşanırken gardiyanlardan biri diğer mahkûmları sıraya dizip yüksek sesle şunları söylettirdi:
“819 numaralı mahkûm kötü bir mahkûmdur. 819’un yaptığı şey yüzünden hücrem altüst oldu Sayın Ceza İnfaz Kurumu.”
Psikologlar 819’un bu sesleri duyabileceğini düşünüp bulunduğu odaya gittiğinde onu kontrolsüzce ağlarken buldular. Psikologlar deneyden ayrılabileceği yönünde onu ikna etmeye çalıştılar, fakat ayrılamayacağını çünkü diğer mahkûmların ona “kötü mahkûm” lakabını taktığını söyledi.
GERÇEĞE DÖNÜŞ
Tam o sırada, Zimbardo “Dinle beni, sen 819 değilsin. Sen... (ismi) ve benim ismim de Zimbardo. Ben bir psikoloğum, hapishane müdür değil ve burası da gerçek bir hapishane değil. Bu sadece bir deney ve buradakiler de tıpkı senin gibi öğrenci, mahkûm değil. Haydi, gidelim” dedi.
Aniden ağlamayı bırakıp kafasını kaldırarak hiçbir şey olmamış gibi “Tamam, haydi gidelim.”cevabını verdi.
DENEYİN SONU
Zimbardo deneyi iki hafta sürdürmeyi planlıyordu fakat mahkumların duygusal çöküntülerinden ve gardiyanların aşırı agresif davranışlarından dolayı altıncı günde durdurmaya karar verdi. Yakın bir zamanda Stanford’da doktora yapan Christina Maslach, gardiyanlar ve mahkûmlarla görüşme yapmaya geldi ve mahkûmlarıngardiyanlar tarafından tacize maruz kaldığını öğrendiğinde şiddetle karşı çıktı.
Öfkeyle dolan Maslach “Bu çocuklara yatığınız çok korkunç bir şey!” dedi. Dışarıdan gelip hapishaneyi gören 50’den fazla kişi arasından bunun etik kısmını sorgulayan tek kişi Maslach oldu.
Zimbardo 2008 yılında şu sözleri ifade etti: “Hapishanedeki rolüme ne kadar uzak kaldığımı fark etmem çok sürmedi. Bir araştırmacı psikologdan çok bir hapishane müdürü gibi hareket ediyordum.”
SONUÇ
Zimbardo ve çalışma arkadaşlarına göre, ‘’Stanford hapishane deneyi’’insanların oynamalarının beklendiği sosyal rollerenasıl kolayca ayak uydurduğunu, özellikle roller hapishane gardiyanlarınınki kadar güçlü bir şekilde kalıplaşmışsa, ortaya çıkardı.
Gardiyanlar yetkili bir konuma yerleştirildiği için, normal hayatlarındaki gibi davranmamaya başlıyordu.
“Hapishane” ortamı gardiyanların vahşi davranışlarını yaratmada önemli bir etkendi (gardiyan rolündeki adaylardan hiçbiri deneyden öncesadist eğilimler göstermiyordu).
Bu yüzden bulgular bu davranışların hapishane ortamından kaynaklandığını destekler nitelikteydi.
Bireyselleşme adayların davranışlarını, özellikle gardiyanlarınkini, açıklayabilir. Bu, bir grubun normlarıyla çokbütünleştiğinizde kimlik bilincinizi ve kişisel sorumluluklarınızı kaybettiğiniz bir durumdur.
Gardiyanlar,yaşanılan şeylerin onların kendi kararları olduğunu düşünmedikleri için çok sadist davranmış olabilirler. İşte bu da onlar için bir grup normuydu. Hatta giydikleri üniformadan dolayı kişisel kimlik bilinçlerini kaybetmiş de olabilirler.
Ayrıca, öğrenilmiş çaresizlik mahkûmların gardiyanlara olan itaatini açıklayabilir.Mahkûmlar, ne yaparlarsa yapsınlar başlarına gelen şeylerin küçük de olsa bir etkisinin olduğunu öğrendiler. Sahte hapishanede, gardiyanların öngörülemez kararları mahkûmlarınkarşılık vermekten vazgeçmesini sağladı.
Hapishane deneyi durdurulduktan sonra, Zimbardo adaylarla görüştü. Konuşmadan bir alıntı ise şu yönde oldu:
Adayların birçoğu çalışmaya gerçekten dâhil olduklarını ve kendilerini adadıklarını söyledi. Deney onlar için çok gerçekçi olmuştu. Gardiyanlardan biri: “Halime çok şaşırdım. Her birine farklı isimlerle sesleniyor ve elleriyle tuvaletleri temizlettiriyordum. Mahkûmları bir sürü olarak düşünüyor ve bir şey yaparlar diye kendimi onlara göz kulak olmak zorunda hissediyordum.” sözlerini ifade etti.
Gardiyanlardan bir diğeri ise: “Yetkili bir şekilde hareket etmek eğlenceli olabiliyor. Güç çok zevkli olabilir.” dedi. Başka bir gardiyan: “Kontrol sırasında ikinci hücredeki yatağı alt üst etmeye başladım. Mahkûm yatağı yeni düzenlemişti ve beni tutup bağırarak yatağı yeni düzenlediğini ve dağıtmama izin vermeyeceğini söyledi. Boğazımdan tuttu ve gülüyor olmama rağmen gerçekten korktum. Copumla saldırdım ve çenesine çok sert olmasa da vurdum ve kendimi ondan kurtardığımda çok kızmış bir haldeydim.”
Gardiyanların çoğu vahşice davranışlar sergilediklerine inanmakta güçlük çektiler. Çoğu, böyle bir yönlerinin olduğunu ya da böyle şeyler yapabildiklerini bilmiyordu.
Mahkûmlar da itaatkâr, korkak ve bağımlı davrandıklarına inanamıyordu. Bazıları normalde iddialı tipler olduğunu belirtti.
Gardiyanlara sorulduğunda, hapishanelerde genel olarak bulunan üç farklı türü tarif ettiler: Bazı gardiyanlar iyi, bazılar sert ama adil ve bazıları da acımasızdı.
ELEŞTİREL DEĞERLENDİRME
Gözlemlenen davranışlar çalışmanın bulgularını açıklayabilir.Gardiyanların çoğu, sonradan davranışlarının normal olduğunu iddia etti.
Gardiyanlar ve mahkûmlar rol yaptıkları için davranışları, gerçek hayattaki davranışlarını etkileyen aynı faktörlerden etkilenmiyor olabilir.
Bu, çalışmanın bulgularının hapishane yeri gibi gerçek hayata makul şekilde genelleştirilemeyeceği anlamına geliyor.Yani çalışmanın ekolojikgeçerliliği düşük bir boyutta.
Ancak, adayların olaylara karşı gerçekmiş gibi tepki verdiği yönünde önemli kanıtlar var. Örneğin, mahkûmlarınaraştırmacılar tarafından gözlemlenen özel konuşmalarının %90’ı hapishane koşullarıyla alakalıydı ve sadece zamanlarının %10’unu hapishanenin dışındaki hayat hakkında konuşarak geçiriyorlardı.
Gardiyanlar da nadiren molalarında kişisel hayatları hakkında konuşurdu. Ya mahkûmların sorunları hakkında ya da hapishane ile ilgili şeyler hakkında konuşuyor ya da hiç konuşmuyorlardı. Gardiyanlar işe zamanında gelir hatta ekstra bir ücret almadan mesai yaparlardı.
Mahkûmlar rahiple tanıştıklarında, isimleriyle kendilerini tanıtmak yerine numaralarıyla tanıttılar.Hatta bazıları, ondan bir avukatın gelip çıkmalarına yardım etmesini istedi.
Çalışma, ABD’li erkek öğrencilerden oluştuğu için nüfus geçerliliğinden de yoksun olabilir. Çalışmanın bulguları kadın mahkûmlarya da diğer ülkelerdekileriçin geçerli olamaz. Örneğin, ABD bireyci bir kültüre sahiptir ve sonuçlar Asya ülkeleri gibi toplulukçu kültürlere sahip olanlardan farklı olabilir.
Bu çalışmanın gücü, ABD hapishanelerindeki işleyiş biçimini değiştirmiştir. Örneğin, federal suçlarla suçlanan gençler artık yetişkin mahkûmlarla yargılanmadan önce onlara karşı olan şiddet riskinden dolayı hapishaneye alınmıyor.
Çalışmanın bir başka katkısı ise adaylara uygulanan şiddetin Amerikan Psikoloji Birliği tarafından etik kılavuzların resmi olarak tanınmasını sağlamış olmasıdır. Çalışmalar uygulanmadan önce artık bir kurumsal inceleme kurulu (ABD) veya etik kurulu (Birleşik Krallık) tarafından kapsamlı bir incelemeden geçmelidir.
Araştırma planlarının üniversiteler, hastaneler ve devlet kurulları gibi bir kurul tarafından gözden geçirilmesi gereklidir. Bu kurullar, olası fiziksel veya psikolojik şiddet riski göz önünde tutulursa araştırmanın potansiyel faydalarının haklı olup olmadığını inceler.
Bu kurullar araştırmacılardan çalışmanın tasarısını veya prosedürünü değiştirmesini isteyebilir ya da aşırıya kaçan durumlarda çalışmanın onayını tamamen iptal edebilir.
ETİK SORUNLAR
Zimbardo’nun kendisinin de deneyde ne olacağını bilmediği için çalışmanıntahmin edilmesi mümkün değildi, çalışma adayların tam olarak bilgilendirilmemiş olması ve onayının olmaması da dâhil olmak üzerebirçoketik eleştiri aldı.
Ayrıca, mahkûmların kendievlerinde “tutuklanmaya” karşı rızaları da yoktu. Polisten gelecek son onayın adayların katılmaya karar vermesine dakikalar kala verilmiş olduğu ve araştırmacıların “tutuklamanın” bir sürpriz olmasını istediği için mahkûmlara bu kısımların tamamından bahsedilmemişti.
Ancak bu, tüm katılımcıların imzaladığı Zimbardo’nun sözleşmesinin etik olmayan bir ihlaliydi.
Mahkûm rolündeki adaylar,aşağılanma ve stres olma olaylarını deneyimlemekten ve psikolojik şiddete karşı korunmadılar.Örneğin, bir mahkûmbaşa çıkılamayan ağlama, öfke ve bağırma krizlerinden dolayı 36 saat sonra deneyden çıkarılmak zorunda kalındı.
Ancak, Zimbardo’nun savunmasında mahkûmların yaşadığı duygusal çöküntünün önceden tahmin edilemeyeceği söyleniyordu. Çalışmanın onayı Naval Araştırma Ofisi İnsan Deneyleri Psikoloji Bölümü ve Üniversite Kurulu tarafından verilmişti.
Bu kurul da mahkûmların aşırı tepkilerinin yaşanmasını beklemiyordu. Adayları, daha az strese sokacak ancak aynı zamanda istenen bilgiyi verebilecek alternatif yöntemlere bakılmışfakat uygun hiçbir şey bulunamamıştı.
Kapsamlı grup ve birey bilgilendirme toplantıları düzenlendi ve tüm adaylaraönce birkaç hafta sonra deney-sonrası anketi yapıldı. Daha sonra ise birkaç ay ve yıllık aralıklarla devam etti. Zimbardo böylelikle uzun süren kalıcı hasarların gerçekleşmediği sonucuna vardı.
Zimbardo insan davranışlarını anlama konusundaki anlayışımızı ve toplumu nasıl ilerletebileceğimiz hakkında öğrendiğimiz şeylerin çalışmanın kötü taraflarıyla dengelenmesi konusunda tartışmacı davranıyor.
Ancak, ABD Ordusu’nun hapishaneleri daha insancıl yapmakla pek ilgili olmadığını ve aslında çalışmayı silahlı servislerdeki insanların tutsak kalma stresiyle başa çıkmalarını eğitmede kullanmakla daha çok ilgilendikleri öne sürüldü.
Kaynak: Simply Psychology
2020 fırtınasını 2021 kasırgası takip ediyor
2020 en nihayetinde, siyaset kurumunun, ana akım medyanın ve merkez bankalarının insanlığın şimdiye kadar deneyimlediği her gücü epey aşan dijital-finans kompleksinin itaatkar hakimiyet araçlarından başka bir şey olmadıklarını gözler önüne serdi.
18-02-2021 02:15

Yazar: Ernst Wolff
Çeviren: Özer Erdin
Şayet siyasete ve ana akım medyaya inanacak olursak, dünya 2021’de normale yeniden geri dönecek. Düzenlenmekte olan toplu aşılama pandemiyi bastırmaya yardımcı olacak; hepimiz eskisi gibi çalışmaya devam edeceğiz; serbestçe hareket edeceğiz ve ekonomi yüzyılın durgunluğundan sıyrılacak.
Ne var ki bu iyimser senaryo yalnızca ihtimal dışı değil, aynı zamanda imkansız. 2020 yılı insanlık tarihinde belirleyici bir dönüm noktasına yol açtı. Buna, tepesinde dünyanın en büyük IT şirketleri, varlık yöneticisi BlackRock firması ve merkez bankalarının bulunduğu dijital-finans kompleksi neden oldu.
Dünyanın büyük bir bölümüne 2000’lerin başından itibaren hakim olan bu üçlü hükümdarlık, 2020 yılında şimdiye dek akla gelmeyecek bir biçimde gücünü genişlettiği gibi 2021’de de insanlık üzerindeki mutlak kontrolü tamamen ele geçirmek için çalışacak.
Söz konusu dijital-finans kompleksinin kullandığı araç ise panik yaratmak olarak karşımıza çıkıyor. Kompleks, geçen yıl bütün insanlığı olağanüstü hale sokmak ve ajandasını saygısızca ilerletmek için pandemiyi kendine vesile etti. Bu durum, dijitalleşme ile mutlak kontrol ve paranın kısmi özelleştirilmesi biçiminde gelişim gösterdi.
2020 en nihayetinde, siyaset kurumunun, ana akım medyanın ve merkez bankalarının insanlığın şimdiye kadar deneyimlediği her gücü epey aşan dijital-finans kompleksinin itaatkar hakimiyet araçlarından başka bir şey olmadıklarını gözler önüne serdi.
Dijital-finans kompleksinin yükselişi 1990’lı yıllarda başladı. Dijital teknolojinin durdurulamaz ilerleyişi onun Apple, Microsoft, Google, Amazon ve Facebook gibi en önemli temsilcilerine nefes kesen zaferinde çok yardımcı oldu. Aynı zamanda finans sektörünün ilerleyen deregülasyonu varlık yönetimi alanında faaliyet gösteren BlackRock’u dünya çapında lider bir deve dönüştürdü.
Bu gelişimde tarihi öneme sahip kilometre taşı, ortaya çıkışından itibaren küresel finans sisteminin yalnızca merkez bankaları tarafından ayakta tutulabildiği 2007/2008 Dünya Finans Krizi oldu. ABD Merkez Bankası (Federal Reserve) ve Avrupa Merkez Bankası gibi bu merkez bankalarından en büyük ikisi milyarlarca dolarlık meblağları yalnızca yoktan var etmekle kalmadı, aynı zamanda BlackRock’un da yardımıyla bu paraların büyük bir bölümünü ultra zenginlerin cebine doldurdu.
Bu biçimde aşağıdan yukarıya istikametli servet dağılımını mümkün kılan tarihsel açıdan benzersiz bir dolaşım ortaya çıktı. Bu servet dolaşımı geçen yıl zirveye tırmandırıldı. Salgınla mücadele bahanesiyle 2020’nin başında neredeyse tüm dünya ekonomisi durma noktasına getirildi. Ardından, BlackRock'un yardımıyla, bugüne kadar görülmüş en büyük meblağlar merkez bankaları tarafından büyük yatırımcılara sözde kurtarma fonu olarak verildi.
Mevcut gelişmelere eşlik eden hasar ise şöyle: BM rakamlarına göre, gelişmekte olan ülkelerde birkaç yüz milyon insan geçim kaynaklarından mahrum bırakıldı, açlıktan ölenlerin sayısı 2020'de 130 milyondan fazla arttı.
Buna ek olarak sanayileşmiş ülkelerde sonuçları henüz belirginleşmemiş olan ekonomik zararlar oluştu. Ayrıca, pek çok küçük ve mikro işletmenin çökmesi ile orta sınıfın büyük bir kısmının ölümü, büyük şirketlerde toplu işten çıkarmalar ve bankacılık sistemini sarsacak çığ gibi büyüyen kredi temerrütleri de şimdiden öngörülebilir.
Devlet bütçeleri ise çeşitli karantina uygulamaları zarfında tüm zamanların en büyük açığını verdi. Bu yüzden kamusal hizmette toplu işten çıkartmalar gerçekleşti ve vergi artışları ile sosyal harcamaların sert düşüşü kaçınılmaz oldu.
Bu çökmeye mahkum sistemi yaşatmak için tüm işaretler, kısa bir süre içinde bankacılık sistemini mevcut haliyle sonlandırmak ve kredi yaratmayı sadece merkez bankalarının eline bırakmak için bir girişimde bulunulacağını gösteriyor.
Hepimiz için bunun anlamı şudur: Yaşam standardımızda ciddi bir düşüş ve mali durumumuz da dahil olmak üzere yaşamın tüm alanlarının tam olarak kontrol edileceği günleri hesaba katmalıyız. Ve sadece bu da değil: Tüm bu değişiklikler kesinlikle önemli bir sosyal direnişle karşılaşacağından, sorumluların zaten 2020 içinde de eşi benzeri görülmemiş bir biçimde yaptıkları gibi sahip olduğumuz seyahat özgürlüğü, ifade özgürlüğü ve toplanma özgürlüğü gibi demokratik haklarımızı kesintiye uğratmaya çalışacaklarını da beklemeliyiz.
Bu nedenle 2021 hepimizi tarihi bir alternatifin önüne getirecek: Bu yıl bizi ya dijital-finans sisteminin hakim olduğu küresel bir hapishaneye kitleyecek ya da kendi belirlediğimiz bir yaşamın mücadelesini üstlenmek için bu modern kölelik biçimine karşı ayaklanacağız. Üçüncü bir yol yok.
Kaynak: Kenfm
https://kenfm.de/auf-den-sturm-2020-folgt-der-orkan-2021-von-ernst-wolff/
Volkan Şahin yazdı | Kuşatma altında kültür ve sanat
Pandemiyle birlikte ne yazık ki gerçek hayattaki olanaklarımız da ortadan kalktı. İnsanlar kabuklarına daha da çekildiler. Pandemi sonrasında kültür ve sanat hayatı nasıl şekillenecek, insanlar eski hayatlarına dönme arzusuna sahip olacaklar mı? Şimdilik bilemiyoruz.
18-02-2021 01:56

Volkan Şahin
“Kuşatma” kelimesi, onu okuyan herkesin zihinde askerî bir terim olarak canlanıyor. Bazen bir kent, bazen bir okul, bazen bir ev; içeride olanlarla dışarıda olanların uzlaşmazlıklarının bir tarafın yok olmasıyla biteceği son ana dair bir görüntü. Kuşatma mutlaka böyle olmak zorunda değil. Öylesi tarihsel anların dışında kuşatma, eski toplum biçimi ile onu bağrında gelişmeye başlayan yenisi arasındaki ilişkiyi de işaret edebilir. Bu ilişki türlü alanlarda türlü şekillerde görülebilir. Bizim yazımız bağlamında bu ilişki kültür ve sanat alanında olacak.
Kültür ve sanat tartışılırken ideoloji hakkında uzun uzadıya serimler yapılması beklenir. Ben de elbette öğrencisi olduğum Türkiye sosyalist hareketinin burjuva ideolojisi-proletarya ideolojisi ikiliğini merkeze aldığımı söyleyerek ilgimizi tamamen pratik sorunlara çekmek istiyorum.
Öyleyse öncelikle “kuşatma” ile ne kastettiğimi açıklamak zorundayım.
Sanatçılar İspanya’da Pablo Hasel, Türkiye’de Grup Yorum ve BEKSAV emekçileri örneğinde olduğu gibi, yani ister demokraside olsun ister ileri demokraside(!) yaşasınlar, devletlerin baskısı altındalar. Bu durum, Ruhi Su’ya, Victor Jara’ya, Nâzım Hikmet’e, Pir Sultan Abdal’a, kim bilir daha nice örneklerle çok daha gerilere götürülebilecek bir gerçeklik. Sanatçılar bunun farkında olarak eser verirler. Dolasıyla “kuşatma altında kültür ve sanat” başlığını attığımda anlatacaklarım bir devrimci sanat tarihi olacaktır. Ama öyle değil.
Tüm dünyada son 10 sene boyunca hızla hayatımıza giren sosyal medya, tedrici bir şekilde günlük alışkanlıklarımızda değişiklik yarattı. Meramımı anlatabilmek için yine biraz seçmeci davranmak zorundayım. Bilişsel, ruhsal hayatı düzenleyen nesnelerle fiziksel temasın kopması bunlardan biri. Ne demek istiyorum? Doğaya gitmenin yerini doğa resimlerine “like” atmanın, arkadaşlarla buluşup hoş beş etmenin, dertleşmenin, dayanışmanın yerini whatsapp gruplarında “geyik yapmanın” almasını vs.i İkincisi sosyal medyada karşılaştığımız her şeyin aslında kendi tercihlerimiz olmadığı gerçeği. Tamam. Platform algoritmaları bizim davranışlarımıza bakıp eğilimimizi belirleyerek bizi oralarda daha fazla vakit harcamamızı sağlayacak gönderilere boğuyor. Ancak dikkat edilirse bu gönderiler bir biçimde en çok reyting alan gönderiler oluyor. Bu da kendi içinde mantıklı mantıklı olmasına da, bütün kültür ve sanat eserlerine ulaşmayı olanaksız hale getiriyor. Özellikle bütçesiz, popüler kültürden uzak üretimler milyonlarca gönderinin arasında kayboluyor. Üçüncü ve son olarak dijital film platformlarıyla da birlikte her türlü kültürel faaliyetin son bulmasının kesinleşmiş olmasını alalım.
Öyleyse şimdi karşımızda biri eski, bir yeni iki ayrı durum var. İlkinde fiziksel temas, kültür ve sanat faaliyetlerini fark edebilme ve ona gitme arzusu; ikincisinde tamamen sanal ilişki, yok sayma (sanma?) ve yoksunluğunu çekmeme.
Eski durumda, yetmişlerden itibaren alırsak, toplumcu edebiyat, tiyatro, sinema, işçi koroları ve devrimci sanatçılar hem proleter kültürün geliştirilip yayılmasında hem de emekçilerin örgütlenmesinde büyük başarılar elde etti. Hem biçim olarak hem içerik olarak öyle gelişti ki, bence ileride sadece bu tarihi yabancı dillerde anlatmak gibi bir ödev bile tanımlayabiliriz. Bu tarihin Grup Yorum’un neredeyse milyona varan bir kitleye verdiği konserlerde zirveye çıktığını da belirtmek gerekir ki, gözümüzde bir görüntü canlansın.
Tüm bu tarih boyunca elde edilen başarının tutsaklıklarla, işkencelerle, Ruhi Su’da olduğu gibi ölüme terk etmelerle dolu olduğunu unutmayalım. Yani ortalık güllük gülistanlık değildi.ii Devrimci hareketin güçlü olduğunda da güçsüz olduğunda da devrimci sanatçılarla halk arasındaki fiziksel bağın hiç kopmadığını diğer bir kanıt olarak alabiliriz.
Günümüzde ise düzen dışı tüm sanatçılarla halk arasında bir kopma söz konusu. İşte başlıkta yer alan “kuşatma” sanatçılarla halkın fiziksel bağlantısını koparan tüm koşulları ifade etmektedir. Her şeyden önce burjuva ideolojisinin kültürel saldırılarını ve yozlaşma zeminini taşıyan sosyal medya bunlardan biridir. Onun yarattığı, insanları genelde toplumsal olandan, özelde teker teker birbirlerinden koparan yeni davranış alışkanlıklarıdır.iii
Henüz on yıllık olan bu ikinci durumda eski duruma ait yöntemlerin işe yaramadığını görmüş bulunuyoruz. Sosyalist hareketin kültür ve sanat alanına bakışını değiştirmesi gerekmektedir. Örneğin kültür merkezleri ister sık sık basılsın, ister bahçelerindeki ağaçların gölgesinde huzurla çay içilsin, ne yazık ki artık halkla buluşma olanağı sağlamıyor. Ünlü sanatçıların davet edildiği etkinlikler onları daha çok ünlü etmekten öte bir işe yaramıyor. Yapılan şarkılar dinlenmiyor. Kitaplar, dergiler zaten okunmuyor.iv
Pandemiyle birlikte ne yazık ki gerçek hayattaki olanaklarımız da ortadan kalktı. İnsanlar kabuklarına daha da çekildiler. Pandemi sonrasında kültür ve sanat hayatı nasıl şekillenecek, insanlar eski hayatlarına dönme arzusuna sahip olacaklar mı? Şimdilik bilemiyoruz. Bildiğimiz tek şey, kültür ve sanatı tek başına düşündüğümüzde iyimser olmamızı gerektirecek hiçbir verinin kalmadığı.
Bu durumda korkunç bir tabloyla karşı karşıya olduğumuz iddia edilebilir. İnsanlar her gün burjuva ideolojisinin, her türlü gericiliğin türlü “etkileşimlerine” maruz kalıyorlar. En bilinçli görebileceğimiz eski bir x dergisi okuru, “büyük resmi görebilmek adına” komplo teorilerine inanabiliyor. Bundan daha vahimi sol görüşlü insanlarımız muhalif kılıklı kimi ekonomistlerin “ilerlemecilik” adına paylaştıkları burjuva ahmaklıkların yayılmasına vesile olabiliyor. Liberal saçmalıklar sola sokulmaya çalışılıyor. Birileri örgütlense, bir protesto olsa “Silivri soğuktur” şakaları ortaya çıkıyor. “Elim kırılaydı da oy vermeseydim” diye röportaj veren emekçi halktan hacı amcalar veya türbanlı kadınlar “az bile çekiyorsunuz, müstahak size” ile “yine gider oy verirsiniz g.. kılları” arasında gidip gelen sosyal linçlere maruz kalıyorlar. İktidarın her hamlesi, goygoya vesile oluyor. Bu goygoylar fenomenlerden sıradan insanlara, oradan örgütlü sosyalistlere sirayet edebiliyor. Burada sayamadıklarımla birlikte tüm bu örnekler diğer koşullarla birlikte düşünüldüğünde, örgütsüz, tweet atma dışında hakkını arama yollarına gözlerini kapamış veya pratik beğenmeyen tipler yaratıyor.
Yazının sonlarına doğru dilimin sertleştiğinin farkındayım. Bir kuşatmadan bahsediyorsak onun olası sonuçlarının hafif olacağını söyleyemeyiz. Belki askeri anlamda kuşatma tarifimi yinelersem daha iyi anlaşılır: “İçeride olanlarla dışarıda olanların uzlaşmazlıklarının bir tarafın yok olmasıyla biteceği son ana dair bir görüntü.” Şimdi bizler sosyalist, devrimci, ilerici, toplumcu, halktan yana sanatçılar olarakv kuşatmanın içindeyiz. Yok olmamayı, kuşatmayı nasıl yarabileceğimizi bir başka yazıda paylaşmak istiyorum.
Sorunun sadece biz sanatçıları ilgilendirmediğini hatırlatarak…
DİPNOTLAR
i Whatsapp gruplarının sessize alınabildiğini unutmayalım
ii İbrahim Gökçek ve Helin Bölek’in konser hakkı için hayatlarını feda ettikleri ölüm orucunu anmamamın nedeni, dönem ayrımı içinde ikincisine denk gelmesi ve yazımızın meramı içinde hakkının yeterince verilemeyeceği kaygısıdır. Yoksa bu direniş Türkiye ölçeğinde değil, dünya ölçeğinde devrimci sanatçılığın doruk noktasını temsil etmektedir.
iii Sosyal medya, hele Twitter, insanların siyasi tepkilerini birbirlerine bağlı kalarak yaymalarına şimdilik müsaade etse de ortada gerçek bir bağ yoktur. Egemenler için bu bağın potansiyeli bile tehlikedir. Etkili olmalarının nedeni başka bir şey değildir. Bunu da not etmiş olalım.
iv İnsanların sosyal medyada hâlâ eski eserleri bulup takip etmeleri de başka bir vakıa. Onlara sorduğunuzda “artık hiçbir şey eskisi gibi değil” diyeceklerdir. Bizler de “doğrudur mesela siz” diye cevap verebilmeliyiz.
v Halkla buluşmayı popülerlik, para gibi kişisel çıkarları geride bırakarak kendine dert edenler, kendilerini nasıl tanımlarlarsa tanımlasınlar, bir olumluluk olarak alıp aynı kategoriye koyuyorum.
Mehmet Torun yazdı | ‘Zonguldak Büyük Madenci Grevi ve Yürüyüşü’ 30. yılında
17-02-2021 10:11

Maden Mühendisi Mehmet Torun
İnsanlık tarihi; ezenlerle ezilenlerin, sömürenlerle sömürülenlerin, zalimlerle mazlumların, haksızlarla haklıların, kötülerle iyilerin mücadelesinin tarihidir. Ezenler, zalimler, haksızlar, kötüler; zaman içinde geçici üstünlükler sağlamış olsalar da, sonunda kazanan hep insanlık olmuştur ve olacaktır. Çünkü insan varsa umut vardır, yaşam varsa mücadele vardır.
İnsanlık tarihi kadar eski olan madencilik tarihi de aynı zamanda mücadeleler tarihidir.
Özelleştirme-taşeronlaştırma-sendikasızlaştırmanın temellerinin atıldığı 24 Ocak 1980 kararları ile birlikte “Serbest Piyasa Ekonomisi” uygulamalarına girişildi. Bu uygulamanın eksik yönlerini 12 Eylül iktidarının tamamlaması bekleniyordu. KİT’lerin ıslahıyla başlatılan uygulamalarla gelişen sürecin sonunda, sektörde üretilen değerlerin %80’ini gerçekleştiren madencilik KİT’leri de “devletin küçültülmesi” söylemi ve “özelleştirme–kapatma” dayatmaları ile karşı karşıya bırakıldı. Bağımsızlığın ve devletleştirmenin sembolü EKİ (TTK) “bir verip yedi alan” kurum konumuna düşürüldü. Kömürün nereden olsa alınacağı, stratejik bir maden olmadığı savunularak, “en zararlı KİT’ler” içinde yer alan TTK, özelleştirme ya da tasfiye girişimlerinin başlıca hedefi haline getirildi. Bu plan büyük ölçüde tuttu, TTK “hazineden geçinen bir asalak” olarak görülmeye ve gösterilmeye başlandı.
1980 askeri darbesi ile birlikte ülkenin üzerine çöken sessizlik sonrası; 1986 NETAŞ Grevi ve devamındaki, ‘'1989 Bahar eylemleri'’, dipten gelen büyük bir dalganın habercisidir; 1990 ise, kamu kesimi TİS görüşmelerinin yılıdır. GMİS kurultayında, uzayan TİS sürecinde daha fazla beklemenin anlamsız olduğu düşüncesiyle, madencilerin greve çıkmaları kararı alınır ve 30 Kasım sabahı, ilk grev pankartı Gelik İşletmesi’ne asılır. Üye tabanının tam desteğini alan Genel Başkan Şemsi Denizer, sadece madencilere değil, bütün sınıfa seslenerek genel grev çağrısında bulunur: “Biz madenciler olarak ilk kıvılcımı çaktık. Grevimiz tarihin büyük grevlerinden biridir. Biz üretmiyoruz, Türkiye işçi sınıfı da üretmesin!...”
24 Şubat 1990’da tüm sivil toplum örgütlerinin katılımıyla yapılan büyük miting, daha sonra olacakların da habercisiydi. Maden işçisinin “onurlu ve insanca yaşam” isteyen haklı talebi, 1990 yılı boyunca direniş, toplantı, söyleşi, paneller ve tüm DKÖ’lerin ortak katılımıyla oluşan Temsilciler Kurulu tarafından, “Zonguldak’ın, Türkiye’nin kamburu olmadığı…“ tüm Türkiye’ye duyuruldu. Bu dayanışma, madencinin haklı ücret mücadelesinin yanı sıra, hükümetin gözden çıkarmaya kararlı olduğu TTK ve Zonguldak’ı yaşatma çabasıydı da... Bu nedenle, siyasi farklılıklar kalkmış; Zonguldak halkı birbiri ile kenetlenmişti. Yılların birikimiyle, bilinçli bir “tabanın sesi” hareketine de sahip olan GMİS üyesi 48 bin işçi, TİS görüşmelerinin tıkanması üzerine, 30 Kasım 1990’da greve başlamış, işveren de 4 Aralıkta lokavt ilan etmiştir. Zonguldak halkı da grevi aktif olarak desteklemiştir. Bu destekle, 4 Ocak 1991’de Zonguldak’tan Ankara’ya yürüyenler 100 bin kişiye ulaşmıştır. Sadece işçiler ve aileleri değil bir kent bir bütün olarak yürümektedir. Barikat ve tutuklamalarla engellenen ‘Ankara Yürüyüşü’, 08 Ocak 1991’de isteklerin yerine getirileceği sözü alınarak, Mengen barikatında bitirilmiştir. Grevin 57. gününde, 25 Ocak 1991’de “bir koyup üç alma” senaryolarının yazıldığı Körfez Savaşı nedeniyle, grevin 60 gün ertelenmesi kararı alınmış, 6 Şubat 1991’de ise TİS imzalanmıştır. Havzanın iki ay süren ilk grevine giden süreç böylece sonuçlanmış ve ‘Büyük Madenci Grevi’ olarak tanımlanmıştır.
Ülkemizin işçi sınıfı tarihi açısından, 15-16 Haziran Direnişi’nin ardından gelen en büyük mücadele deneyimlerinden biri, “89 Bahar Eylemleri” ve bu eylemlerin bir devamı olan “1990-91/Zonguldak Büyük Madenci Grevi ve Yürüyüşü”dür. Oya işler gibi örgütlenen 1990-91/Zonguldak Büyük Madenci Grevi ve Yürüyüşü, 12 Eylül sonrasının en önemli işçi direnişidir. Bu eylemler; ülkemizde demokratik ilerlemenin önünü açmış, toplumsal eşitlik ve özgürlük mücadelesinin yükselmesine neden olmuştur. Emek ve demokrasi mücadelesinde dünyadaki örneklerinin bir benzeri de ülkemizde madencilerin öncülüğünde bir kez daha gerçekleştirilmiş toplumsal, siyasi ve sosyal pek çok değişiklikleri beraberinde getirmiştir.
Sözümüzü saygıyla andığımız sevgili dostumuz, yoldaşımız, madencilerin abisi Serdar Ömer Kaynak’ın tespitleriyle bitirelim;
“Madencilerin bu mücadelesi asla bir yenilgi değildir ve gelinen nokta son kertedir. Buradan sonrasını yüklenecek olanlar sınıfın başka dinamikleridir. Bu dinamiklerin ne olduğunu anlayamayanlar ise, sınıf hareketinin çok gerisinde kalmaya mahkûmdur. Madencilerin şanlı mücadelesi, sınıfın yeni mücadelelerinde, direnişlerinde, eylemlerinde de etkisini göstermiştir. Türkiye’deki işçi eylemlerin çoğunda hedefin “Çankaya” olarak belirlenmesi, Ankara’ya yürümek istenmesi de hep madenci pratiğinin sonucudur. Tarih maddecidir. Madde ise asla kaybolmaz. Tarihte de hiçbir olay kaybolmaz, biçim değiştirip evrilir, dönüşür; doğrudan veya dolaylı da olsa, bir gün mutlaka etkisini gösterir; ya da birikir, ilerleyen süreç içinde yeni ve daha canlı gelişmelere hem gѐrminal, hem de gübre olur”.
Engin Deniz yazdı | Gare 'başarısı'
Dışarıda dayak yiyip eve dönünce sağı solu yumruklayan çocuk gibi operasyondan sonra hemen HDP’ye saldırılması sadece öfkeyle açıklanabilir mi peki? Ama HDP’ye saldırmak, seçilmiş Kürtlere hukuksuzluk yapmak için bir bahaneye ihtiyaçları yoktu ki!
17-02-2021 01:18

Engin Deniz
Günlerce önceden AKP Genel Başkanı tarafından “…Size birçok güzellikler takdim edeceğim” denerek açıklanan Gare Operasyonu malum medya tarafından davulla zurnayla duyuruldu neredeyse. Ama daha sonra bunun bir rehine kurtarma operasyonu olduğunun anlaşılması pek garipsenmedi nedense!
Peki, dünyada eşi benzeri görülmemiş bu rehine kurtarma operasyonuyla, Bahçeli’nin veciz sözüyle sorarsak, ne yapmak nereye varılmak istendi?
Türkiye İşçi Partisi tarafından yapılan açıklamada yer alan şu temel sorular haklı ve yerindedir:
-Kaçırılan kişilerin bulunduğu bölgeye neden operasyon yapılmıştır? Bu operasyonun neden olabileceği kayıplar gözetilmiş midir?
-Esir olan güvenlik görevlileri için 6 yıldır hiçbir girişimde bulunulmuş mudur?
-Aileler ve aracı olabilecek kişilerle bu süreçte iletişim kurulmuş mudur?
-Sorunun diyalog ve barışçıl yöntemlerle çözümü için tüm yollar tüketilmiş midir?
Başka sorular da sorulabilir. Asker indirmesinden önce bölgenin yoğun olarak bombalanması, arazi yapısı, mevsim şartları… Tüm muhalefet operasyonun başarısızlığını tartışıyor ama bu operasyonda gerçekten kesin bir başarı bekleniyor muydu gerçekten? Kırk yıllık savaşta devletin bu kadar tecrübesiz bu kadar öngörüsüz davranması biraz tuhaf değil mi?
Operasyonun amacı ister PKK’nin elindeki güvenlik görevlilerinin kurtarılması, ister ünlü bir PKK liderinin yakalanması olsun planlayanların risk analizi yapmadığını düşünmek biraz saflık olacaktır.
AKP iktidarı ne zaman sıkışsa, bir acil durum planı olarak kapağı açıp o kırmızı düğmeye basıyor hep. Muhalefetin istendiği zaman kilitlenmesini sağlayan bir Kürt düğmesinin olması büyük rahatlık tabii! Ne zaman konu Kürtler olsa muhalefet boncuk gibi diziliyorlar iktidarın arkasına. Bir ellerinde medya gücü diğer ellerinde yargı sopası; bir dönemdir soru sormak bile terörist yaftası yemek için yeterli zaten.
Dışarıda dayak yiyip eve dönünce sağı solu yumruklayan çocuk gibi operasyondan sonra hemen HDP’ye saldırılması sadece öfkeyle açıklanabilir mi peki? Ama HDP’ye saldırmak, seçilmiş Kürtlere hukuksuzluk yapmak için bir bahaneye ihtiyaçları yoktu ki!
“Bu operasyon başarısız olmuştur” demeden önce biraz daha geri çekilip resme bir daha bakmak gerek belki. AKP Genel Başkanı bir süredir seçim çalışmalarına hız vermiş vaziyette. Kongreler, bilinen bilinmeyen görüşmeler… AKP ve MHP arasındaki ilişkilerinin karşılıklı çıkarlar zemininde sürekli yoklandığı ve kırılganlığın giderek arttığı artık sır değil. Makyajlı ekonomik verilerin bile gerçekleri gizlemeye yetmediği bir dönemde iktidarın Ay gösterip Anayasa’dan dem vurması ciddiye alınmasa da zaman kazanma girişimi olarak görülebilir belki.
Ama “devletlü sağ”ın bildiği her zaman işe yaramış bir yöntem daha vardı. Kırk yıldır kanayan bir yaranın biraz daha kanatılmasının ziyanı yoktu. Yoksullar mı? Nihayetinde yoksulun ölüsünün bir kez daha yüceltilmesinin sermayeye ne zararı olacaktı ki! Ve en iyi Kürt ölü Kürt’tür diyenlerin devamcılarının “en yüce yoksul ölü yoksuldur” demesi son derece tutarlıdır.
Ne var ki, bu kez operasyonun başarısızlığı üzerinden de olsa tartışmanın büyümesi inandırıcılıklarının giderek azaldığını gösteriyor. Bu iyi.
Eğer bu operasyon başarılı olsaydı ve PKK’nin elindeki esirler sağ salim alınabilseydi ya da kimilerinin iddia ettiği gibi tanınmış bir-iki PKK’li ele geçirilseydi Cumhur İttifakı toparlanabilir, belki de baskın bir seçimi bile göze alabilirlerdi.
Erdoğan’ın müjde verme heyecanı buna yorulabilir belki. Ama başarı olasılığı düşük bir operasyon olduğu Erdoğan’a söylenmiş midir? MHP ve etkilediği güvenlik bürokrasisinin büyüyen halk huzursuzluğu karşısında Kürt savaşını büyütmeyi bir çıkış yolu olarak seçmiş olması ihtimali de değerlendirilmelidir. Gare operasyonu Erdoğan’ı daha fazla risk almaya zorlayacak bir sürecin başlangıcı olamaz mı?
Eğer durum buysa HDP’nin kapatılması da dahil yeni gelişmeler, farklı provokasyonlar beklenebilir.
Dikkatli olunmalıdır!
Oktay Işıklar yazdı | Boğaziçi Direnişi bize ne anlatıyor?
13-02-2021 09:23

Oktay Işıklar
Tam 40 gündür Boğaziçi öğrencilerinin başını çektiği ama üniversitelerin sınırlarını aşarak toplumun geniş kesimlerine yayılan bir direnişe tanık oluyoruz. 500’ü aşkın gözaltı, onlarca ev hapsi ve tutuklamaya rağmen kırılamayan, etkisini ve gündem yaratma gücünü kaybetmeyen bir direniş…
Öğrenci hareketinin hiç beklenmeyen bir anda yükselmesiyle kitleselleşen bu direnişin, Türkiye’nin siyasi geleceği için bir sonun başlangıcı olduğu ve sosyalist hareket için de bir yeniden kuruluş imkanlarını barındırdığını söyleyebiliriz. Bu iki önemli iddianın altını doldurmak için 40 günlük direniş sürecinin gelişimine biraz daha yakından bakmak gerekiyor.
2021’in ilk günlerinde kendiliğinden bir patlama olarak ortaya çıkan bu hareket, kökünü üniversite öğrencilerinin derinleşen ekonomik krizin gençler üzerinde yarattığı geleceksizlik endişesinden ve OHAL’den beri süregelen demokratik ve sosyal hakların gasbedilmesinin yine gençlik üzerinde yarattığı siyasal özgürlük talebinden alıyor.
Bu hareketin ayak sesleri, 2020’nin başlarında irili ufaklı gerçekleşen üniversite eylemlerinde ve pandemiyle beraber başlayan gençliğin sosyal medya üzerinden harekete geçmesiyle duyulmaya başlamıştı. Tabii bu ayak seslerini, başta sosyalist hareket olmak üzere bütün bir toplumsal muhalefet güçleri duymakta çok eksik kalmıştı. İçinden geçtiğimiz süreçte bu kesimlerin şaşkınlık ve hareketsizlik halinin tam da bu kavrayış eksikliğinden kaynaklandığını söyleyebiliriz.
Saray Rejimi’nin çeşitli hamlelerle toplumsal muhalefetin farklı kesimlerini felç ettiği bir dönemde hem de birçok siyasi partinin 2023 seçimleri üzerinden anket hesabından başka bir siyaset üretememesine rağmen nasıl oldu da gün geçtikçe kitleselleşen, toplumun farklı kesimlerini harekete geçirmeyi başaran bir direniş hattı ortaya çıktı?
Bu soruya verilecek doğru cevap(lar), Saray Rejimi’ne karşı verilmesi gereken mücadele için yol gösterici olacaktır. Lafı hiç uzatmadan sonda söyleyeceğimizi başta söyleyelim, Boğaziçi Direnişi'nin başarısının temelinde dayanışma ağı siyaseti yatmaktadır. Geldiğimiz noktada Boğaziçi Dayanışması’nın yarattığı siyasi etki ve süreklilik toplumsal muhalefete yön verdiği gibi mücadelenin diğer üniversitelere taşınmasında da bir kaldıraç etkisi yaratmıştır. Mevcut dayanışma ağlarının güçlenmesinde, henüz kurulmamış olan üniversitelerde ise bu ağların kurulmasında ön açıcı bir etkisi olmuştur.
Peki nedir bu dayanışma ağlarının özelliği ve gücü nereden gelmektedir? Dayanışma ağı siyasetinin iki temel noktasını öne çıkartarak bu soruya cevap verebiliriz. Gezi’den öğrendiğimiz ve kadın hareketinden hala öğrenmekte olduğumuz şey; insanları mücadeleye özne olarak katma, dar bir öncülük tartışmasından çıkıp bireylerin bulundukları dayanışma ağlarındaki kolektif iradeye katkıları üzerinden şekillenen ve bunun sonucunda mücadelelerin geniş kesimlerce sahiplenilmesi… Dayanışma ağlarının itici gücü tam olarak buradan yani kitleleri etkin özneler olarak çağırması ve meşru bir temsiliyet ilişkisi yaratmasından kaynaklanmaktadır.
Yukarıda bahsettiğimiz özneleşme ve temsiliyet meselesi kritik önemde olsa da tek başına eksik ya da yetersiz kalma tehlikesi taşıyor. Bu noktada dayanışma ağlarının siyasi etkisini ortaya çıkaran bir ikili iktidar mantığı yani bulunduğu alanda mevcut iktidara karşı oluşturduğu karşı-hegemonya/karşı-iktidar gücü devreye giriyor. Yaratılan meşru temsiliyet çizgisini tamamlayan nitelikte bir siyasi hat bu karşı-iktidar mekanizmasının oluşabilmesine imkân sağlıyor. Somut duruma geri döndüğümüzde yasalardan ve yönetmeliklerden gücünü alan kayyum rektöre karşı öğrencilerin başını çektiği mücadelenin meşru karşı-iktidar organı olarak Boğaziçi Dayanışması bu denklemde yerini alıyor.
Son söz olarak bu mücadelenin nasıl kazanacağını, sadece kayyum rektör Melih Bulu’ya karşı bir mücadelenin sınırlarını çoktan aşmış olan ve Saray Rejimi’nin kurduğu korku imparatorluğunu dağıtacak potansiyeli taşıyan bu siyasi çizginin nasıl sürdürüleceğine dair birkaç şey söylenebilir. Boğaziçi Dayanışması’nın direnişin başından beri sunduğu perspektif bu sorunun yanıtı niteliğindedir. Ayağını okulun bileşenlerinin haklı mücadelesine ve temsiliyetine basarak mücadeleyi okul sınırlarının dışına taşımaya çalışan, bütün üniversite öğrencilerinin beraber mücadelesini savunan, toplumsal muhalefet güçleri ve demokrasi mücadelesi veren bütün kurumlarla mücadeleyi buluşturmaya çalışan bir siyasi perspektif… Bu perspektifin somut karşılıkları ve pratikleri başka bir yazının konusu olmakla birlikte, gücünü ayağını bastığı zeminden kopartan ya da mücadeleyi tamamen belirli sınırlarına (okul sınırları) hapsedecek bütün yaklaşımlar, bütün iyi niyetlerine rağmen mücadeleye zarar verecek nitelikte olacaktır. Unutulmamalıdır ki; “Cehenneme giden yollar iyi niyet taşlarıyla döşelidir”.