Akınhay ailesiyle göçü konuştuk: 'Çok hasret çekeceğinizi hesaba katarak yola çıkın...'

Akınhay ailesiyle göçü konuştuk: 'Çok hasret çekeceğinizi hesaba katarak yola çıkın...'

Bu söyleşi dizisini hazırlayan gazeteci de dahil söyleşilere konuk olan tüm kişiler Türkiye dışında yaşayan ve Türkiyeli olan kimselerdir. Söyleşiler, Türkiye dışında yaşamaya dair fikir ve bilgi vermek, konukların yeni yaşamlarından hikayelere tanıklık etmek amaçlıdır.

Hilal Seven - Londra

Bu haftaki söyleşimizi yazar ve çevirmen Osman Akınhay, eşi Eylem Asrav Akınhay ve kızları Asyak Akınhay ile Türkiye’de başlayan ve şimdilerde Brighton’da sürdürdükleri yeni hayatları üzerine yaptık. Virginia Woolf’tan Gabriel Garcia Marquez’e birçok yazarın eserini Türkçe’ye kazandıran Osman Akınhay, 150 kitabın çevirmeni olmakla birlikte aynı zamanda Gün Ağarmasa, Ölüme Bakmak, Ölülerimiz Bir Tutar Bizi, Piyasa Sosyalizmi Tartışması, Gezi Ruhu Bir İsyanın Halesi, Dünyanın Bütün Sokakları İsyanda adlı kitapların da yazarı.

Akınhay ailesiyle son derece keyifli, uzun ve bir o kadar da hüzünlü bir söyleşi yaptık. Düşünüyorum da sanırım başka yerde yaşamanın aslında en meşakkatli yanı dostane muhabbetlerden mahrum olmak ve düne hasret kalmak. Bununla birlikte geçmişi ortak bir hafızayla anmak… Ne kadar hatırlasa insan yaşadıklarını o kadar hatırı kalır unuttuklarının. 

Bu sohbetin yapıldığı anda kadınlar günü kutlanıyordu ve söyleşinin tamamlandığı gün ise yaşasaydı Ali İsmail Korkmaz 27. yaş gününü kutlayacaktı. Dilerim seslerimiz her neredeysek oradan duyulur, dost kelamlarında yankı bulur, demlenmiş çaylar etrafında toplanır ve başka diyarların hikayelerine bir nefes olur. Hakikati her yere taşımak üzere…

İngiltere’ye taşınma maceranız nasıl oldu? 

Eylem: Ben İstanbul’dayken avukatlık yapıyordum. Cihangir’de yaşıyorduk. Firuzağa kahvesiydi, İstiklal Caddesi’ydi, iyiydi güzeldi, ama Asyak artık bisiklete binmek istediğini, bahçelerde koşturmak, çocuklarla oynamak istediğini söylüyordu. (Gülüyorlar) Bunun üzerine bir maceraya kalkışıp Kilyos tarafında, Arıköy’de bir siteye taşındık. Sonra gördük ki, bize uygun değilmiş villa hayatı. Aynı dönemler Taksim’de bir patlama olmuştu, sonrasında diğer patlamalar geldi. Sıtkımız sıyrılmıştı; Asyak on iki yaşında sabahın köründe kalkıp Feriköy’e okuluna gidiyordu. Gümüşlük’e taşınmaya niyetliyken Reina saldırısı da gündeme gelince yönümüzü İngiltere’ye doğrulttuk. Brighton’da Osman’ın çok eski arkadaşları vardı. Turist olarak gidip geldiğimiz, bildiğimiz bir şehirdi zaten. Sonra, Nisan 2017’de ev tuttuk ve buraya taşındık.

Türkiye’den ayrılma kararı almanızdaki temel motivasyonunuz neydi?

Osman: Aslında bu sorunuzun iki yönü var. Birincisi, benim gözümde ülkede artık bir kız çocuğunun hem eğitimi hem kariyeri açısından geleceğinin giderek bulanıklaşmasıydı. O yüzden, şahsen Asyak’ın eğitimini İngiltere’de sürdürmesinin daha rasyonel olacağı kanaatindeydim.

Asyak: Ben burada şunu eklemek istiyorum. Ben şimdi burada, Lewes’deki East Sussex College’da, devlet lisesinde tiyatro okuyorum, en yakın arkadaşım ise Türkiye’de tiyatroyu özel bir sanat okulunda paralı olarak okuyor. Çünkü arkadaşımın okulunda tiyatro kulübünü kaldırdılar. Benim önümdeyse her türlü imkân serili. Biz hem kendimin, yani bir kız çocuğunun geleceği için, ama aynı zamanda -bir tiyatrocu olmayı geçtim- bir tiyatro öğrencisi olmak için de taşındık buraya. Ortak kararımızda bunun da etkisi var. 

Osman: Yukarıdaki sorunuzun ikinci ve daha politik boyutu, biraz geçmişimle ilgili. Aslında İngiltere’nin benim aklıma düşmesi 1979’da başlar. 1979 yılında Ankara’da Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde okurken İGD’liydim. Daha sonra, 1979’da TKP bölündü; bizim seçtiğimiz taraf olan TKP-İşçinin Sesi fraksiyonunun merkezi İngiltere’ydi. Hatta Londra kanadı deniyordu. Ben 1980’de yakalanıp müebbet hapis cezası aldım, 11 yıl yattım. Şimdi bakıyorum da geçmişimden değil elbette ama İşçinin Sesi’nden bana kalan, bir, İngiltere ilgisi oldu; ikincisi, İngilizce’yi önemsememi sağlaması. 

Tahliye olduktan sonra da yurtdışı denince aklıma önce İngiltere geliyordu. Bu ülkeye turist olarak ilk gelişim 1999 yılındaydı. Özellikle Londra, tarihi ve edebiyatıyla çok büyüledi beni, halen de öyle. Daha sonra Londra Kitap Fuarı vesilesiyle aşağı yukarı her yıl geldim. 2010’dan itibaren de Eylem’le beraber, yine kitap fuarları zamanlarında ve fırsat buldukça gezmeye, Brighton’a, Cambridge’e arkadaş ziyaretine geliyorduk. Geldiğimizde arkadaşlarımızın Londra’da Old Street’teki ya da Brighton’daki evlerinde kalıyorduk. Dolayısıyla bütün şehri fuar dışında da gezme imkânımız oluyordu. Şehri şu anda çeperleri dışında iyi biliyoruz. 

GÖÇMENLERİN VALİZLERİ

Gözlemlediğiniz kadarıyla burada yaşayan Türkiyeli göçmenleri yaşamın neresinde görüyorsunuz? 

Osman: Daha önceki gelişlerimizde turisttik. Türkiye’den beraber geldiğimiz yayın dünyasındaki arkadaşlar vasıtasıyla turistik yerlere takılıyorduk. Turistken Stoke Newington High Street gibi bir caddeye gittiğinizde Türkçe tabelalar üstünüze doğru gelince enteresan buluyorduk tabii. Fakat yaşamak için Brighton’a geldiğimiz andan itibaren Türkiyeli insanlarla çeşitli temaslarımız oldu. Bir de yerleşik olunca etrafınızdaki insanları, burada ‘komünite’ denen çevreleri daha fazla gözlemleme şansını buluyorsunuz. Aslında Türkiyeli kavramını bile burada öğrendik ve kullanıyoruz, öyle değil mi? Türkiye’de Türkiyeli demek hâlâ garip ama burada Kıbrıslı Türk, Türk, Kürt, Alevi, geniş bir topluluğu temsil ediyor. Türklerin hepsi tercih etmese de özellikle Kürtler haklı olarak Türkiyeli demekte ısrar ediyorlar. 

Negatif bir gözlem olarak benim dikkatimi çeken şu: İstanbul’da yerleşik hayat sürerken normal sırt çantanızla işinize gücünüze gidiyorsunuz. Görüştüğünüz insanlarla birbirinizi aşağı yukarı tanıyorsunuz. Şaşırma noktanız az. Fakat burada insanlarla çarpıştığınızda, benim tabirimle göçmenler sanki altı yedi valizi sürükleyerek gündelik hayatlarını yaşıyorlar. Ve o valizin içine bütün geçmişlerini, geçmişlerinin olmuş ve olmamış yönlerini, başarılarını, komplekslerini, önyargılarını, bazen hınçlarını tıkıştırıyorlar. Sonra da olmadık yerlerde su yüzüne çıkartabiliyorlar. 

Tekil dostlukları, yardımlaşmaları, cömertlikleri bir kenara ayırarak, buradaki toplulukların kendi içerisinde ya da birbirleri arasındaki ilişkilerde en düşük ortak payda diyebilirim ki esnaf zihniyeti. İlişkilere yön veren bu; ilk önce Kıbrıslı Türkler, sonra politik mülteciler, ekonomik göçmenler ve son dönemde Ankara Anlaşmalı (çoğu beyaz) orta sınıf, değişik kümeler halinde gelmiş ve yaşıyor olsalar da genel özellikler fazla fark etmiyor. 

Pek bilmediğim akademik camiayı ve beyaz yaka profesyonelleri saymazsak, gündelik hayatta kesişme noktaları ağırlıkla kafe ve restoranlar, marketler, berber ve kuaförler ve spesifik buluşmalar. Bunların çoğu da Türkiyelilerin toplu olarak yaşadıkları semtlerde. Öğrenci olsun, Ankara Anlaşmalı olsun, geçinmekte zorlananlar hizmet sektöründe resmi ya da gayri-resmi işler buluyorlar ve dananın kuyruğu burada kopuyor, gizli bile değil, düpedüz asgari ücretin altındaki sömürü başlıyor. Daha bugün, 8 Mart için, Londra’da yaşadığını bildiğim bir Twitter kullanıcısı yazmıştı, “Londra’da kadın işçi çalıştırıp da onların gün boyu mesaide oturmalarına nefes almalarına bile izin vermeyen solcu dükkân sahipleri sizin de kadınlar gününüz kutlu olsun. Ne de olsa en çok faydayı siz sağlıyorsunuz,” diye. Bu, emsal oluşturacak cümlelerden birisi. 

‘HER ULUSTA İKİ ULUS VAR, TÜRKİYELİ KOMÜNİTESİNDE DE…’

Bahsi geçen ‘solcu dükkân sahipleri’ sosyalist kişiler mi sizce?  

Osman: 2019’daki son genel seçimlerdeki örneği biliyorsunuzdur, İşçi Partisi’nden aday olan bir Kürt iş adamı ve politikacı İşçi Partisi’nin her zaman kazandığı bir bölgeden aday gösterildi ve seçimi kaybetti. Kaybetmesinin sebeplerinden biri, kendi işletmelerinde saati 3 pounda çalıştırdığı işçilerin bordrolarının internette yayılması ve öncelikle İşçi Partisi seçmeninin onayını alamamasıydı. Lenin’in tekrarladığı ünlü bir söz vardır, “Her ulusta iki ulus vardır,” diye. Her yerde olduğu gibi burada da ‘ısınma’ turları bittikten sonra kendini belli eden topluluk hayatında, yani Türkiyeli komünitesinde, nüfusun ‘iş (dükkân) sahipleri’yle saat ücretli çalışanların keskin bir şekilde ikiye ayrıldığını görüyoruz. 

Yeri gelmişken Ankara Anlaşmalı (AA) göçmenlerin nasıl geçinebildikleri konusuna biraz değinelim isterim. AA’lıların burada kurdukları iş gücü üzerinden gelir elde etme gibi bir mecburiyetleri var. Bir keresinde Türkiye’de avukatlık mesleğini bırakıp buraya gelip pizzacıda teslimat işi yapan birine denk gelmiştim ve bu işten iyi kazandığını ve mutlu olduğunu söylüyordu. Öte yandan, kendi işinden gelir etme edemeyip de farklı bir işte çalışmak zorunda kalanlar da mevcut. Sizce daha önceden buraya yerleşen Türkiyeliler bu son dönem dalgasıyla gelen göçmenlere iş olanakları sağlama konusunda destek oluyorlar mı?

Osman: Londra ya da İngiltere’de bulunan yerleşik Türkiyeli esnaf, son yıllardaki, daha mesleki kariyeri olan, beyaz yaka geçmişli insanlarla karşılaştığı zaman, mecazen önce onların kartvizitlerini gasp edip burnunu sürtmeye çalışıyor. Örneğin, Birleşik Krallık’ta geçen yıl saatlik asgari ücret saat başı 8.21 pounddu, bu yıl 8.90’a yükseltildi. İşte bu asgari ücret hem ahlaki hem siyasi bir eşik işlevi görüyor. Bir iki yıllık gözlemimden sonra bir tweet atmıştım, “Türkün Türkü, Kürdün Kürdü, Alevinin Aleviyi asgari ücretin çok altında çalıştırdığı bir sistem kurmuşlar, adına da diaspora demişler” şeklinde. Bu tweetim o kadar çok etkileşim aldı ki. “Burada da aynı, burada da öyle” diye Almanya, Fransa, Hollanda, Kanada, Avustralya, Yunanistan, neredeyse dünyanın her ülkesinden teyit mesajları atıldı.

Şahsen bizim de Brighton’da (aralarında siyasi de olan) Kürt arkadaşlarımızla yaşadığımız sekiz aylık iş kurma deneyiminde, neticede anlaşarak ortaklığı sonlandırsak da iki temel ihtilafımız oldu. Birincisi, en başından en sonuna kadar ortak olduğumuzun hukuki güvencesini sağlatamadık. İkincisi, kuracağımız işin kırmızı çizgilerinden birinin asgari ücretin uygulanması olmasını kabul ettiremedik. 

Bu şundan dolayı önemli. Burada asgari ücretle bir ya da bir buçuk saat çalıştığınız zaman bir kilo iyi et alabilirsiniz. Oysa Türkiye’de asgari ücretle çalışan birisinin bir kilo et alabilmesi için tam bir gün mesai yapması gerekiyor. Bu satın alma gücü ve öğrenci olsun yerleşik olsun Birleşik Krallık’a göçenlerin geçimi, hayat standardı, özetle karnını doyurması bakımından çok büyük bir farklılık demek. Çünkü Ankara Anlaşmasıyla gelenlerin kendi meslekleri buranın hayat standardına göre onları geçindirecek parayı kazandırmaya yetmiyorsa, işte o zaman yolları mecburen kafelerde, restoranlarda, Off-Licence denen bakkal, marketlerde çalışmaya düşüyor ve işe mecbur oldukları için de (belli bir kısmı solcu, Alevi, Türk, Kürt işletme sahiplerinin patronluğunda) saati beş altı pounda çalışmaya razı geliyorlar. 

Eylem: Ben yirmi üç yıllık avukatım; avukatlık yaptığımı işim sorulursa söylerim, yani çok bahsini geçirmem, bir unvan olarak fazla önem atfetmem. Aynı şekilde buraya gelirken de her işi yaparım duygusuyla geldim ve gerçekten de yapmak istedim. Sosyal hayatın içinde olmak istedim. Aylar sonra bir tanışımızın kafesinde gönüllü olarak çalışmaya başladım. İki üç ay kadar çalıştım, ama bir türlü o kahve makinesine erişemedim. Bir gün kafe sahibine dedim ki, “Ben gerçekten kahve yapmayı öğrenmek istiyorum”. Bir yandan garsonluk da yapıyorum ve onu da çok sevdim. Akademik araştırmalar da yapan kafenin sahibi, “Ya sen ne zannediyorsun, hukuk diploman var diye sen bu kahve makinesini kullanabilir misin?” diye çıktı karşıma. Şaşırıp kaldım. Böyle böyle bu kahve yapma olayı benim içimde kaldı. Burada bir kısır döngü var zaten. Garsonluk veya bulaşıkçılık yapmaya da markette raf dizmeye de talip olsan, “Akıcı İngilizce ve deneyim” istiyor bizimkiler. Ee, başlamadan nasıl deneyim edineceksin? Oysa göçmenlere karşı bazı durumlarda İngilizler daha bir esnek ve hoşgörülü. Örneğin büyük zincirlere başvurursan seni eğitime alıp istihdam etme konusunda daha fazla fırsat sunuyorlar. Sonra da işte, “Tamam, ben artık kendi mesleğimi yapacağım burada, yeniden hukuka döneceğim,” dedim. Buna da artık “sen yapamazsın” diyemezler diye düşünüyorum. (Gülüyoruz) Yani o pizzacıda çalışan avukat şanslıymış, ona ‘değer’ verip o işte çalıştırmışlar.

İNGİLTERE’DEN TÜRKİYE’YE GİDEN TEMİZLİKÇİ

Sizce o kafe sahibi size neden öyle davrandı?

Eylem: Orada bir kibir var. O kişi orada seni yıkmak ve ezmek istiyor. Bana en son şunu söylediler, “en fazla temizliğe gidebilirsin”. Eyvallah, ben temizliğe de gittim. Evin dışına çıkmak, hareket etmek, ekiptekilerle, ev sahipleriyle İngilizce konuşmak bana çok iyi geldi. Bu arada benim bu temizlik işi içimde kalmıştı zaten. İstanbul’da temizlik işlerine giden bir arkadaşım vardı. Onunla birlikte de evlere gitmeye niyet etmiştim, ama bir türlü denk getirememiştik. (Gülüyor) Örneğin babam hayattayken, evlerini temizlemeye Türkiye’ye giderdim. Babamın iki evi vardı, boya badana taşıma, bir evden öbürüne, her işini yapardım. Bir keresinde büyük ablam, “Aa bizimkiler İngiltere’den temizlikçi tuttular,” dedi, ben de “Evet, aslında doğru söylüyorsun,” dedim. “Ben zaten temizlikçilik yaptım” deyince neye uğradığını şaşırıp, bana “o kadar zor durumda mısınız” gibi şeyler söyledi. Muhtemelen aile içinde de konuşuluyordur. Söyleşide bu kısım da yayınlanırsa çok sevinirim, böylece buradan deklare etmiş olurum. (Gülüyor)

Eylem Akınhay

Aslında yaşadığımız mahallede çok sevdiğimiz bir arkadaşımızın kafesi var, uzun yıllardır tanırım kendisini, böyle deneyimlere de açık birisidir. Buraya geldiğinizde kahve yapmayı denemeniz için sizi oraya götürebilirim. Bu konuda size olanak sağlayacaktır diye düşünüyorum. (Hep birlikte gülüyoruz)

Eylem: Çok teşekkürler. Bu arada meslektaşım, Av. Sezgi Subaşı Şahin’le Londra’da iş birliği yapmaya karar verdik. Hem Birleşik Krallık’tan Türkiye’ye hem Türkiye’den Birleşik Krallık’a bütün ihtiyacı olanların hukuki işlemlerinde danışmanlık sunacağız. Ama yine de içimde kaldı, o kahve makinelerinden alacağım bir gün. (Gülüyor)

Bugün sosyal medyadan sürekli feminist gece yürüyüşü videoları paylaşıldı. Böyle anlarda İstanbul’da olmayı ve o coşkuyu hissetmeyi istediğim çok oluyor. Sizin de şimdi Türkiye’de olsaydım dediğiniz böyle anlar oluyor mu?

Eylem: Ben artık zaman zaman diyebiliyorum bunu, bugünkü gibi özel günlerde. Ama genel olarak “ah şimdi Türkiye’de olsam” demiyorum. 

Asyak: Ben tam tersini düşünüyorum. Şöyle söyleyeyim, kadınlarla, kız çocuklarıyla birlikte olmak, büyümekte olan bir genç kız için harika bir duygu. Bugün sosyal medyada gördüm, Sıraselviler’de bir yürüyüş olacaktı sanırım, benim büyüdüğüm yer orası ve doğal olarak orada olmayı çok isterdim. Ayrıca orada kurduğum arkadaşlıkları da özlüyorum, ki benim kurduğum arkadaşlıklar -yakınımızda oturan birkaç ilkokul arkadaşım dışında- kırk yaş üzeriydi. Şimdi bir tane yaşıtım olan yakın bir arkadaşım var. Bir de burada ayrımcılığa uğradım, o nedenle henüz oturtmuş olduğum bir arkadaş çevrem yok. 

ÖZLEMLER…

Nasıl bir ayrımcılığa uğradınız? 

Asyak: Mesela, dili bilmiyorum diye. Dil bilmemek ya da yaşadığın ülkenin etnik kökeninden olmamak bir suç değil, bu normal bir şey. İngiliz değilsin ve ana dilin İngilizce değil diye yapmadıkları kalmıyor bazı insanların. Bu öğretmenin ya da sınıf arkadaşın oluyor, hatta sokaktan geçen bir insan da olabiliyor bazen, ki bana hepsi güzel tecrübeler yaşattı. O yüzden, oturmuş bir arkadaş çevrem yok. Her zaman değil ama bazen Türkiye’deki, zamanında bundan dolayı feryat figan ağladığım, yani annem ve babamın arkadaşlarını dahi özlüyorum. (Gülüyorlar)

Eylem: Şöyle açıklayayım, Cihangir’de bir teras katında yaşıyorduk, bir gün doğum günü yaptık, hiç düşünememişiz, partide bir tane çocuk yoktu. Sonra karşıdan bir komşum seslendi, “akşam sosyalistleri toplamıştın”, “hayrola ne oldu” deyince “bizim kızın doğum günüydü” dedim ve sonra fark ettim ki doğum gününe gelenlerin yaş ortalaması elli yaş ve üzeri. Arıköy’de bir siteye taşınmak istememizin sebeplerinden birisi o gündür. (Gülüyor)

Asyak: Sorun şu, kendi doğum günümde yalnızdım. Aslında acı bir şey. Ben kendi odamdaydım ve o iki saat boyunca orada geçirdim doğum günümü. Düşünün, kendi doğum gününde yalnız olan bir çocuk yine de o konuştuğu insanları özlüyor. 

Öncelikle bunu duyduğuma üzüldüm. Bence Londra’ya geldiğinizde sizinle arkadaşlık edebiliriz, bir şekilde toplumsal bir dayanışma yaratarak arkadaş çevrenizi oluşturan yaş aralığını düşürerek bir genç sosyal çevre edinmenizi de sağlayabiliriz diye düşünüyorum. (hep birlikte gülüyoruz) 

Eylem: Aslında ben de Türkiye’ye dair birçok şeyi özlüyorum. Mesela Firuzağa’da kahvede oturmayı, Cihangir’deki kasabımı, Sevda Ferdağ’la sohbet etmeyi ve akşamları Esat Abi’ye uğrayıp şarap almayı özlüyorum. Nişantaşı’ndaki enginarcıyı da. Ben Giritli bir babanın kızıyım, ot yemeden öğün geçirmeye alışkın değildim. Şevketi bostan, Arap saçı, turp otu, sarmaşık; bunları çok özledim. Ama en çok bu dünyadan göçen babamı özlüyorum. 

Osman: Ben şu anda Türkiye’yi özlemiyorum. Bizim Londra’da tanışıp hemen dost olduğumuz bir avukatımız vardı, Muhammet Çamkıran, kendisini geçen yıl elim bir hastalıktan dolayı kaybettik. Görüşmelerimizden birinde bana, “Osman Bey, siz İngiltere’ye göçme konusunda gördüğüm en kararlı kişisiniz,” demişti. Sonra da “Alıştınız mı?” diye sorduğunda ben de “Gelmeden alışmıştım,” cevabını vermiştim. 

Ben sadece dostlarımı ve ablamı özlüyorum. Aslında şu anda yollar açılsa bile Türkiye’ye kalıcı olarak gitmeyi istemem. Bir seçenek ve imkân olacaksa, bir süre Yunanistan’da yaşamayı denemeyi daha çok arzu ederim mesela. Ama işimiz Türkiye’de olduğu için de neredeyse tüm gün sosyal medyadan Türkiye’yi takip ediyorum. Uzakta ve hariçte olduğumuzdan elden geldiğince çok az kelam edip yorum yapmaya gayret gösteriyorum. Bunun öncelikle bir saygı meselesi olduğunu düşünüyorum. Onca bedeller ödeyen ve elini sıcak demire değdiren nice insan varken, neyin nasıl yapılacağı konusunda uzaktan bir şeyler söylemek, üç dört yıldır dışarıda kaygısız yaşayan birine düşmez gibime geliyor. 

Daha önceki bir röportajınızda da kaygı konusuna değindiğinize denk geldim. Bu kaygısız yaşama halini biraz açabilir misiniz? 

Osman: Türkiye öyle bir ülke ki, on altı yaşımdan beri her yeni günün bir önceki günü aratırcasına geçtiğini gördüm. Coşkuyu da ürküntüyü de hevesi de yılgınlığı da bütün bedeninizle, denebilirse gözeneklerinizle yaşıyorsunuz. Uzun zamandır da ‘kaygı’yı silemediğimi fark ettim kendimde. Göçmek için uçağa bindiğimden itibaren de bu halimin değiştiğini sezdim. Dolayısıyla, ülkeyi ülke içinden takip etmek ile dışından takip etmek aynı etkiyi bırakmıyor, kastettiğim bu.

Yeni yaşamınızda kültürel ya da davranışsal olarak belirgin değişiklikler ya da yeni deneyimler oldu mu?

Eylem: Benim yemek kültürümde pek değişiklik olmadı, zaten farklı mutfaklara pek açık biri değilim. Bununla birlikte, göçmenliğin bana çok şey kattığına inanıyorum. Buraya geldiğimiz ilk andan bu yana dil bilgimde bir artış oldu ve bu sayede şimdi sözlük yardımıyla İngilizce roman okuyabiliyorum, zorlanmadan film seyredebiliyorum, derdimi rahat anlatabiliyorum, bu kendi payıma keyif aldığım bir başarı. Daha kendimle baş başa kaldığım için kendime daha çok şeyler kattığıma inanıyorum bu ülkede. Elbette huzurun da etkisi var. İstanbul’da ayda üç dört kitap ancak okuyabilirken, burada en az on kitap okuyabiliyorum.

Asyak: Benim biraz müzik kültürüm değişti, İngilizce’de daha az bilinen müzisyenlerin şarkılarını da dinlemeye başladım. Mesela Hindi Zahra’nın “Beautiful Tango” adlı şarkısını çok severek dinliyorum, Amy Winehouse’u çok dinliyorum. Onun dışında okuma kültürüm değişti. Türkiye’deyken henüz on üç yaşındaydım ve William Shakespeare okuduğumuz yoktu ama burada bir anda daha Türkçesini okumamışken birçok yazarın, klasik eserin İngilizcesini okumaya başladım. 

Asyak Akınhay

BİR BAŞ UCU KİTABI, BİR CÜMLE

Kitaplardan bahsetmişken göçmenlerin yaşamını anlatacak iyi bir kitap öneriniz var mıdır? 

Osman: Ayrıntı’dan çıkan Jay Parini’nin Benjamin – Dar Geçitteki Aydın başlıklı bir romanı var. Buraya gelirken uçakta bir kere daha okudum. Hâlâ çok etkilendiğim bir romandır. Fakat bu göçmenlik, yer değiştirme konularında, akademik kavramıyla yersiz yurtsuz olmada, benim en sevdiğim yazar İspanyol Jorge Semprun’dur, onun kitaplarını çok beğenirim. İkinci Dünya Savaşı’nda toplama kampında kalmış ve özgürlüğüne kavuştuktan belli bir süre sonra hayatını yazmaya başlamış bir yazardır. 

Jorge Semprun’un çok sevdiğiniz ve baş ucu kitabı olurdu diyebileceğiniz bir eseri var mı?

Osman: Evet, aslında baş ucu kitabı olabilir diyebileceğim bir kitabı var. Türkçede Yaşamak ya da Yazmak diye Can Yayınları’ndan çıkan, orijinali ve İngilizcesi Literature or Life olan, aslında “Edebiyat ya da Hayat” diye çevrilmesi gereken romanı benim gözümde bir numaradır diyebilirim, öyle bir kitaptan bahsedilebilecekse. Hatta bir yerinde bir cümlesi vardır: “İnsan yaşadığı en büyük neşeyi de en büyük kıyıcılığı da anlatabilir, yazabilir. Bunda şaşırtıcı olan bir şey yoktur; şaşırtıcı olan bunların yaşanmasıdır, insanın başına gelmesidir,” der. Örneğin, savaşın bitiminden birkaç gün sonra, Buchenwald toplama kampında serbest bırakıldığı anda toplu olarak kapılar açıldığında, onları kurtaran subaylar karşılarına geldiğinde onları görenlerden bir yüzbaşının gözlerinde yansıyanı anlattığı bir sekans vardır ki, hakikaten edebiyat varsa odur derim ben. 

Geçenlerde gazeteci arkadaşım Rengin Arslan Twitter hesabında bir soru paylaştı: “Dünyanın bütün iyi kitaplarını okuyacak bir ömür diliyorum. Çok mu?” diye. Tam da o sabah yine güne okumak istediğim birçok kitap var ama buna zamanım yetecek mi diye düşünerek başlamışken o soruya denk geldim. Bir yayıncı olarak bu konuda siz ne söylemek istersiniz? 

Osman: İstanbul’dayken 1990’lı yıllarda gittiğimiz, Bekar Sokak’ta bulunan Süper Restoran adında enteresan bir yer vardı, alt katında bir pavyon kısmı da vardır. Bir yanda gazeteciler ve yayıncılar, diğer yanda futbol severler, bir yanda alt katta çalışan konsomatrisler; kimsenin kimseye karışmadığı, işletenlerin de çok iyi insanlar olduğu güzel bir yerdi. Bir gün orada Orhan Koçak’la oturuyorduk, benim de ikinci romanım Ölüme Bakmak yeni çıkmıştı. Ki üç roman yazdım ve aldığım en iyi övgüdür. Bana, “Okunabıl bir roman yazmışsın,” dedi ve bu çok hoşuma gitti. İçmeyi pek severdi Orhan Abi, “Ben elli yaşıma geldim, bundan sonra okuyabileceğim yirmi tane iyi kitap vardır, ben de vaktimi çar çur etmemeye ve o yirmi iyi kitabı bulup okumaya çalışırım” mealinde bir şey söylemişti. Unutmadığım bir anekdottur bu. 

Tabii ki bir bilgi deryasının ortasında yaşıyoruz, hele ki okumaya ayırdığımız gündelik zaman sosyal medyayı takip etmekten dolayı giderek azalıyorsa… Az sayıda kitap okuyabileceğiz artık ve onları da seçerek okumakta büyük fayda var. Ve bence insan sevdiği kitabı, merak ettiği yazarı okumalı. Her kitaba bakarak vaktimizi israf ettirecek bir yaşta değilim. Bir yayıncı olarak da bunu söylemek biraz kendi kendini vurmak oluyor tabii. 

Osman Akınhay

Açıkçası ben bu saatten sonra böyle sohbetlere denk geldiğimde bana yayıncı Osman Akınhay böyle söylemişti, hiç kusura bakmayın derim. (Hep birlikte gülüyoruz) 

Osman: Edebiyat her zaman ana lokomotif tabii. Agora Kitaplığı’nı 2003’te kurdum. Agora’da edebiyata da ağırlık verdik. Hayatımın talihlerinden birisi olarak Mehmet Eroğlu’nu da yayınladık. Fakat daha sonra edebiyatta kendi beğenim olarak okurluk ile editörlüğü biraz karıştırdığımı fark ettim. Hatta yakın bir arkadaşım beni uyarır dururdu, “kitapları sen basmıyorsun, yayınevi basıyor” derdi. Mesela bir gün Enver Aysever’in bir romanı geldi, beğenmedim. Gitti ertesi yıl o romanla Yunus Nadi ödülü aldı. (Gülüyor) Bugün ben hâlâ yayıncılığın biraz böyle yapılmasını seviyorum, yani yayıncılık şahsi olmalı. 

‘SOSYALİZMİN ÖNEMLİ İSİMLERİNİN HAYATI SÜRGÜNLE, GÖÇLE GEÇTİ’

Bir yerden başka yere çeşitli nedenlerle göç edildiğini çok duydum ve buna sıkça şahit oldum. Öte yandan yaşamda daha yerleşik bir hal almış kişilerin göç etmesi bana hep ilginç gelmiştir. 150 kitabı Türkçe’ye çevirmiş ve Türkiye’de uzun yıllardır yayıncılık yapmış biri olarak o yerleşik hayattan sonra başka bir yerde yaşamak nasıl bir duygu? 

Osman: Yayıncılığın evirildiği süreç itibariyle iki yanı var. Birincisi eser basma yönü, ikincisi teşrifat kısmı. Teşrifat kısmı bana hiçbir zaman cazip gelmedi. Zaten gelseydi muhtemelen Agora Kitaplığı’nda başka bir seyir izlerdim. Ben hep yayın camiasının şaşaalı kısmında değil de kenarında kalmayı tercih ettim. Teşrifat kısmı beni çok yoruyordu. Kitapla günde on altı saat mesaiyle kırk beş gün uğraşayım, ben yorulmam. Ama ‘reklam’ kısmında çok sıkılıyorum. Hatta bunu espri olsun diye söylüyorum, bir gün Çukurcuma’da otururken bir telefon geldi. O gün sanırım aldığım dördüncü telefondu ve gayri ihtiyarı olarak telefondakine “kardeşim, biz canlı yazar basmak istemiyoruz” dedim. O yüzden şu an, satış-dağıtımda ve mizanpajda yıllardır birlikte olduğumuz iki değerli çalışanımızın katkısıyla Cihangir’den ya da Brighton’dan yayınevi idare etmem arasında bir fark yok. 

Daha çok Türkiye ve Ortadoğu coğrafyasından alışık olduğumuz göç dalgalarına artık dünyanın başka ülkelerinde de denk geliyoruz. Evrensel anlamda da hızla artışa geçen bu göç dalgalarını nasıl yorumluyorsunuz? 

Osman: Aslında Abdülhamit dönemini saymazsanız, Türkiye’de yaşayan insanların yurtdışına gitmesi işçi göçüyle 1960’larda başlar. Oysa dünyadaki sürgün edebiyatı 1800’lerin edebiyatıdır. Yani sürgün ve yersizlik, başka ülkelere göç tam tersine dünya için çok eski, Türkiye coğrafyası için yeni bir olgudur. Türkiye’de ya da İngiltere’de görüyoruz, önümüze çıktığı oluyor. Buraya gönüllü ya da metazori olarak buraya geldiği için kendini önemseyenlerin önüne ben hemen bir sürgün külliyatı sermek isterim. Edward Hallet Carr’ın Romantik Sürgünler adlı bir kitabı var, o kitap da 1800’lü yılların sürgünlerini anlatır. Aslına bakarsanız, sosyalizmin bütün ön isimlerinin hayatları sürgünle, göçle geçmiştir. Örneğin burada, iki arka sokağımızdaki bir evin duvarında “Pyotr Kropotkin altı yıl burada yaşadı” tabelası var. O nedenle tarihe kıyasla göçmenliği yeni, son yirmi otuz yılda deneyimleyen esas Türkiye coğrafyası. 

‘BURADA DERİN BİR YALNIZLIK VAR…’

Göçmenliği yeni deneyimleyen insanlara başka bir yerde yaşam kurmaları konusunda önerileriniz var mıdır? 

Eylem: Ben çok hasret çekeceklerini hesaba katarak yola çıkmalarını öneririm. 

Osman: Benim öncelikle söyleyeceğim şey toplumsal dokunun bambaşka olduğu. Tabii daha çok burada biz Türkiye için Batı ülkelerinden bahsediyoruz. Siz de deneyimlemişsinizdir ki, buralar bireyleşmenin ön planda olduğu, yer yer had safhaya vardığı ülkeler. Türkiye’deyse bunun tam tersi. Diyelim ki burada bir kadınla erkek evleniyor, Türkiye’de iki sülale evleniyor. Orada toplu bir hayat var, burada bireysel bir hayat var. Klasik bir söz vardır İngiltere’ye gidince İngiliz arkadaş edinin diye, ama İngiliz arkadaş olmuyor ki. İngiliz yolda seni görünce kibarca selam verip sana gülümser. Ama istisnalar haricinde sen onun evinden bir metre içeri giremezsin. Bu insanların bildiğiniz üzere en büyük yakınlığı Christmas, neredeyse kutsal bir birliktelik o gün bir araya gelmek. Ama Türkiye’de yaşayan bir aile için her gün Christmas. Yeni göçen biri bu değişik ‘sınırlar’a karşı uyanık olmalı.

Türkiye’deki insanların sosyal hayatlarına değinmişken buradaki Türkiyeli toplumu ve ilişkilerini nasıl değerlendiriyorsunuz? 

Eylem: Burada bence ilişki kurmak çok zor. Benim İngiliz bir arkadaşım var, diyelim iki hafta sonra görüşeceğiz, saati ve gününü belirleriz öncesinden ve o gün geldiğinde görüşmeye iki dakika bile gecikecek olsak mutlaka birbirimize haber veririz. Yani öyle Türkiye’deki gibi değil ve burada derin bir yalnızlık var. 

Osman: Ben “içinden iyisini kendimize ayıralım” diyorum.

Asyak: Buraya ilk taşındığımızda babamların arkadaşları bizimle bu konuda konuşmuşlardı. Babamlarla yıllardır devam eden yakın bir ilişkileri vardır onların ve bize kimseyle bu derece yakınlık kurmadan ne din ve siyasetle ne de cinsel hayatla ilgili bir görüş belirtmememizi söylemişlerdi. Zaten biriyle bunları konuşamadığınızda ortaya çok büyük bir sohbet çıkmıyor. Çünkü yakınlık da kuramıyorsun. 

Mesafeli olmak başka bir şey ama bence İngilizler aşırı kibar olmakla birlikte aslında soğuklar. Bu nedenle İngilizlerle arkadaşlık kurmak da biraz zor. Benim mesela İngilizlere kıyasla daha çok arkadaşlık kurduğum kişiler Ganalı, Nijeryalı ya da Macar kişiler oldu. Ama aslında ben üç ay sonra Londra’ya taşındığımızda biraz daha Türkiyeli toplumuna yaklaşmayı ve Türk arkadaşlar edinmeyi isterim. 

***

Söyleşi dizisinin sonraki konuğu, oyuncu ve yönetmen Emrah Elçiboğa

Haftaya cuma (26 Mart) İleri Haber'de...