Ahmet Büke ile ‘gizli sevenler cemiyeti’ ve edebiyat üzerine... 

Ahmet Büke ile ‘gizli sevenler cemiyeti’ ve edebiyat üzerine... 

"Öykü okuru öyle kolay faka basmaz. Bir kişi ya da çevrenin önermesiyle kimse iyi öykücüler katarına girmez. Yutmaz onu öykü okuru. Öykü okurunun yazardan daha iyi okur olduğunu söyleyebilirim. Önermeme gerek yok, o takip eder, arar bulur."

Ahmet Büke son yılların en üretken yazarlarından. Büke öykülerinin; düşündüğü gibi eyleyen, umudu sıcak tutan karakterleri okurken insanda keşke yanımda, yöremde olsalar hissini uyandırıyor. Büke ile kendine has, doğal, sade anlatımıyla ON8 blogda “Sosyal Ayrıntılar Ansiklopedisi” köşesine yazdığı öykülerden derlenen  ‘Gizli Sevenler Cemiyeti,’ öykü ve edebiyat evrenine dair konuştuk.  

Ahmet Büke karakterleriyle başlamak isterim; özellikle kadınların radikalliği... Geleneksel kalıplardan, toplumda alışılagelmiş davranış biçimlerinden kendilerini sıyırıp yürümeleri... Çoktan efsaneleşmiş Arap Hatçam Teyze... Çılgın bir planla aşkına kavuşan noter memuru Halime... Aşık olmaya gidiyorum diyerek evden çıkan babaanne; ki geri gelişi de, “evdeki de yoldaki de bir” diyerek kendi iradesiyle... Anne kedi bile aşık olmaya gidiyor öbür mahalleye. Babaanne gibi, o da ‘bir süreliğine’. Öncelikle aşk için bir süreliğine giden kadınları sorsam... Dışarıyı deneyip geri dönüyorlar sanki... Kadına has bir tutum mu anlatıcının gözüyle, ya da aşk zaten bir süreliğine bir şey mi ?

Biraz benim yazdığım coğrafya ile ilgili bir durum aslında. Egeliyim, doğduğum yer de biraz böyledir ama hikâyelerin geçtiği mekan, İzmir Karataş. Orasının da özgün bir özelliği var, yani bu bölgelerde kadın ağırlıktadır. İzmir’in genelinde mesela Girit göçmenlerinin izi vardır, kadın egemen ailelerdir. Evin lideri annedir, anneannedir, babaannedir, o karar verir. Erkekler tabidir ve çok da uyumlu hayatları vardır aslında, üstlerinde gereksiz ve anlamsız bir yük yoktur. Kadınlar daha baskın olduğu için ister istemez kendi hislerine dair  karar verme yetileri de daha yüksek oluyor. Deneyip niye geri döndüklerini bilmiyorum, siz söyleyene kadar farketmedim, üstüne düşünerek yaptığım bir şey değil. 

Kumrunun Gördüğü’ndeki kadar doğrudan politik öyküler diyemesek de bu kitapta da karakterlerin olaylar karşısında tutumu net. Karar verip yapıyorlar. Büke’nin kahramanları eyleyen karakterler... Özellikle son dönemde çokça yazılıp çizilen; içe kapalı, duygu döken hikâyelerden bu yanıyla belirgin olarak ayrılıyor.  Başı sonu belli, zihnimizde görsel olarak canlandırabildiğimiz, devinen hikâyeler bunlar. Yazmaya oturduğunuz anda kurgusu ve karakterlerin nasıl eyleyeceği belli mi, sonunu başından biliyor musunuz?  

Kısaca, politiklik meselesine değineyim. Aslında hayatta şu karşılıklı oturmamızın bile bir politik mesele olduğunu düşünüyorum. Yatak odalarımızı bile belirleyen aslında politik tutumumuz bizim. Dolayısıyla edebiyatın da, öykünün de, burada yazılan çizilen her şeyin de dünyada politik bir yere tekabül ettiğini ve bunun dışında kalmadığımızı düşünüyorum. Hatta politikanın dışında kalmak da aslında bir politik tercih ve onun da bir karşılığı ve nedenleri var. Ben de bunun dışında değilim ama ağırlığı, denge noktası konuşulabilir tabii. Bunun dışında, yazmanın altındaki amaç da önemli. Bu öyküler 0N8 kitabın blogunda yayınlandı, gençlere yönelik yayın yapan bir yayınevinin kitapları. Yavaş yavaş yirmili yaşlara doğru ilerleyen gençlerin okuyacağı düşünülerek  yazıldı. Farklı bir dil tutturmak gerekiyordu. Apolitik diyemeceğim ama başka türden bir anlatma tarzı ihtiyacındandır oradaki ton farkı. Öykü yazma meselesine gelince, bir öyküye oturacağım zaman ne yazacağımı, nasıl geliştireceğimi, nasıl sonlandıracağımı bilmiyorum. Bir de, bu öyküleri bir yılı aşan bir zaman boyunca her hafta yazdım, ayda beş öykü teslim etmem gerekiyordu yayın evine. Öyle yazabilmeyi isterdim, ama maalesef ne yazacağımı bilmeden oturuyorum. O yüzden de pek romancı kumaşı yok bende. Öyküye  uygun bir yaklaşım olabilir ama roman için biraz masa başı çalışma, biraz mühendislik yapmak gerekiyor.

 “Kediler için zaman yataydır. Kokuları ve yüzleri de -galiba bu yüzden- hiç unutmazlar. Sonunda ben de kediler gibi zamanı yatay yaşamayı öğrendim. Durup geriye doğru bakıyorum artık. Oradaki güzel anıları alıp çekiyorum” diyorsunuz bir öyküde. Sorularla İnsaniyet’teki soruları da yaratan ya da belki cevapsız bırakan ‘insanın sorunu’ zamanı dikey yaşaması mı?

Bu zaman meselesi bütün yazan insanların kafasını kurcalayan bir şey aslında, ya da felsefecilerin de aynı şekilde. Dikey ve yataylıktan ben daha çok şunu anlıyorum; kediler öleceğini bilmez,  öleceğini bilen tek varlık insan, zaten sorun da buradan kaynaklanıyor, bu tahammül edilemez bir yük. Buna rağmen yaşayabilmek için birtakım mekanizmalar geliştiriyor insanlar. Bu sadece okuyarak kavrayabileceğiniz bir şey de değil hayatta, biraz  yaşayarak oluyor. Kanser hastası olup, bir tedavi sürecinin sonunda hayatını kaybeden arkadaşlarım oldu. Kanser olduğunu biliyor ve belli bir süre onunla yaşıyor; ameliyat oluyor, tedavi görüyor, sonra tekrar normal hayata dönüyor falan. Ama şunu farkettim, öleceğine dair yüksek bir beklentisi ve inancı olduğu halde işyerinde gene kıyıcı, birebir ilişkilerinde gene sert veya aynı hırsıyla hayata devam ediyor... Normal hayatta yaptığımız ya da yapılması gereken işlere girişiyor. Bu benim çok tuhaf karşıladığım ve anlamaya çalıştığım bir şey oldu. Dikeylikten bunu anlıyorum. Yani merdiven gibi. Merdiven çıkıyorsunuz ve bir önceki adımınızı hatırlamıyorsunuz. Sürekli gidiyorsunuz, sürekli yükselmeye, yukarıya gitmeye çalışıyorsunuz, öyle bir şey olmadığı halde. Ama hayvanlar öleceğini bilmiyorlar, o anın içinde yaşamını idame ettirmekle ilgili bir meseleleri var. Biraz bunu anlatmaya çalıştım galiba. Şunu anlatmam lazım gibi bir duyguyla yazmadığım için, biraz da sorular geldikçe düşünüyorum bunları.

Kitabın son öyküsünde, “kabirlerinize gidin” diyorsunuz okura, “kimsesiz olsanız bile, mezarlıktan kendinize bir anne, baba, dede, nene, hısım bulun” Dönünce yürümenin, acıkmanın, sevmenin daha güzel geldiği kabir tarifi, ölüm duygusuyla baş etmek kadar yalnızlığı ödünlemeye dair de... Edebiyat için de ‘kimsesizlerin kimsesi’ diyorsunuz. Edebiyatı hayatın önünde görmeyen bir yazar olarak hayat -edebiyat ilişkisini bu bağlamda nasıl değerlendiriyorsunuz?

Edebiyat bireysel olarak hayatımın önemli noktalarından biri, hatta birtakım tercihleri yapmama neden olan mesele. Kendimi en iyi hissettiğim zamanlar da sanırım bir öyküyü bitirdiğim ve beğendiğim zamanlar. İşe yaradığımı hissediyorum o anda. Ben yazmaya otuzlu yaşlarda başladım. Öncesinde de hep düşünürdüm, bugüne kadar dünyada ne yaptım... Onları üst üste koyduğumda, o hayattan kendimi çeksem ve yaptıklarımı yapmamış olsam hiçbir şey değişmeyecek. Aslında kimse için değişmeyecek  dünyada. Bu çok büyük bir boşluk duygusu, tahammül edilemez birşey. Ama şunu düşünürüm; öykü yazıyorum, hayatta geriye baktığımda ‘yaşadım ve bunu yaptım’ diyebilmek güzel. Hayatıma anlam katan bir yanı var. Ne yapmış olursam olayım, neyi başarmış olursam olayım; bir öykü yazmanın bırakacağı iz kadar olmayacaktı. Buna rağmen hayatın önünde olduğunu da düşünmüyorum. Sonuçta dünya ve yaşadığımız zaman her şeyin önünde. Edebiyatın benim için bir kutsallığı yok, çok önemli ve yaşamıma bir değer katıyor ama yazmayı ya da yazarlığı kutsallaştırmıyorum. Nefes almak gibi bir şey benim için; düşünmeden, önemini çok da idrak etmeden nefes alıyoruz. 

Yazdığı gibi yaşamalı insanlar diyorsunuz. Siz yazdığınız gibi mi yaşıyorsunuz? Okuduğumuz insanlar gerçek evreninizin karakterleri mi ya da bu sizin yazarak oluşturmaya çalıştığınız evren mi? 

Mümkünse insanın yazdığı ve yaşadığı arasındaki makası kapatmasında fayda var. Yazdığım gibi yaşadığımı söylemek çok iddalı olur ama en azından öyle yaşamayı deniyorum. Yazar kendine ideal bir evren yaratmaya çalışabilir, biraz öyle bir tarafı var. Sonuçta ben 46 yaşındayım; ömrüm boyunca yaşadığım yerleri, mahalleleri, yan yana durduğum insanları yazdım. Daha çok  kendi sınıfımı, kendi ait olduğum dünyayı yazmaya çalışan biriyim. Bu evrenin ve bu karakterlerin hepsi birebir olmasa da parça parça benim hayatımda bir yeri, izi, kişiliğimin oluşmasında harcı olan insanlar. Ben onları çözüp çözüp tekrar yazıyorum aslında, yani oradaki karakterlerin çoğu benim yaşamımda bir şekilde şahit olduğum kişiler. Mesela Arap Hatçam Teyze bizim komşumuzdu. Tamamen yazdığım gibi değildi ama öyle bir komşumuz, ona benzer bir kadın vardı. Aslında şöyle bir yönelim var bence ya da  zorunluluk, aslında nasıl yaşıyorsak öyle de yazıyoruz. Biraz determinist bir şey de var bence; politik tercihimiz, yaşam biçimimiz, seçtiğimiz hayattaki yol aslında bir biçimde bizim yazı evrenimizi de  belirliyor. 

Hayat Çok Acayip‘te “Mesela Nail abiyi size anlatsam inanmazsınız. Büyüklerin böyle köhnemiş tarafı var. Ben çocuklara anlatıyorum zaten, siz üstünüze alınmayın” diyorsunuz. Çocuksu saflığı öldürenlerden biri de insanın artık inanma güçlüğü. Böyle olduğu halde ‘kandırıldım’ demek, ülkenin bugününde birilerinin can simidi oldu.  ‘Köhnemiş taraf’ı biraz açar mısınız ?

Büyüdükçe ‘kirleniyoruz’ aslında, hayata devam etmek için. Ben insanın mayasının doğuştan kötü olduğu gibi bir şeye inanmıyorum. Aslında biraz da koşullar belirliyor. Sonuçta evet, sistemi ayakta tutanlar insanlar ama insanların bilincini belirleyen de sistem aslında. Dolayısıyla böyle bir hayatın içinde kalabilmek için insanlar mecburen kötü oluyorlar. Fakat bunun bir başlangıcı var. Çocukken bundan ‘azade’ olabiliyoruz. Toplumdaki hareketlerin gençlikten başlamasının, toplumsal değişimde bir kıvılcım olmasının nedeni de bu. Orada bir umut var. Biraz da o umut için yazmak istedim herhalde.

Çatı Mühim Hadise’de “Evlerin çatısı halkın vicdanı gibidir. Çökerse herkes üzülür” diyorsunuz.  Anlatıcının kendini zorlayarak vasiyete sahip çıkma çabası... Hayatlarımızın her yanından süratle bir şeylerin eksiltildiği bu dönemde, hikâyenin çağrıştırdıklarıyla sanki ‘bazı emanetleri koruyamadık mı’ duygusuyla okuyor insan. Neyi ihmal ettik, çatısı mı çöktü toplumun?

Orada babaannesi, dedesi öldükten sonra hayatta kalmaya çalışan bir çocuğu yazdım. Hayatın içinde, onlar öldükten sonra tek başına yaşamak zorunda kalmış bir çocuk. Evin çatısı çöküyor, onu tamir etmek zorunda... Yazarken öyle bir şey düşünmedim, ama söylediğiniz gibi, ona tekabül ediyor da olabilir.

Düşündüğü gibi yazmaksa aslolan, yazarın düşündüğüyle/eylediğinin birliğini okur nasıl sınayabilir ya da sınamalı mı? Kitapları okurken yazarları da tanımalı mıyız? Son dönemde okur, yazarı kitaptan daha mı çok merak ediyor?

Farklı edebiyat anlayışları var. Birini değerli, ötekini değersiz olarak görmüyorum. Bunlar aslında tercihlerdir. Yazar böyle tercih eder ya da etmez. Bu, çıkan eserin edebiyat dışı olduğunu göstermez. Edebi metnin belli kriterleri var, özgün olması mesela. Hamsun da Nazi işbirlikçisi belki ama yazdıklarını elinizle itemezsiniz. Evet yazarıyla eseri birbirinden kopmaz ama bu birebir de belirleyici değildir. Ben  kendi ait olduğum dünyayı, kendi at olduğum sınıfı veya o sınıfa ait insanları anlatmayı biraz da görev belliyorum aslında. Yazarı merak etme meselesine gelince, kaçınılmaz bir hal aldı galiba. Benim için de liseye giderken Aziz Nesin, Oktay Akbal çok mühim insanlardı ve onları görmek için fuarı beklerdim. Ama şimdi herkes her yerde. Yazar istese de çok kendini saklayamayacağı bir durum var. Bunu ne kadar istediğinizle alakalı, biraz da bilinçli tercihler. Bazen tarihin ve zamanın akışı böyle oluyor herhalde, tamamen dışında kalamıyorsunuz.  Bu iyi bir sonuç üretir mi, bilmiyorum. Çok da iyi olmuyor gibi sanki sonuçları. Tuhaf ama, ne kadar okur kaldı, buna da bakmak lazım. Neredeyse okurların hepsi yazar oldu ya da yazar sayısı kadar okur var artık.

Giz’de, şerbetçide dönen o ‘çok acayip ve bu kitapta anlatılamayan şeyler’ dedikleriniz bir gün yazılır mı? Ya da As’daki bakkalın, sırrın yükünü taşıyamayıp  “Sende kalır. En fazla yazarsın” dediği gibi hiç birinin size verdiği bir sırrı ya da duyduğunuz, şahit olduğunuz özel bir durumu habersizce yazdınız mı? Bir başkasının özeline dair bir bilginin yazılmasına nasıl bakıyorsunuz, yazar bu anlamda sınırsız mıdır, her şey yazılabilir mi?

Bu sonuçta okuru çok ilgilendirecek  bir şey değil, o daha çok eserle ilgili. Ama gerçekten hayatımızı birebir belirleyen ve birebir hayatımızdan aldığımız şeyler iyi edebiyat çıkarmamıza yardımcı olur mu, orası tartışmalı. Yazarların ilk eserleri genelde kendini anlatır ama iyi yazarlar bundan hızla kopar ve ilk eserlerinin aksine, başka bir dünyayı, kendileri dışındakini anlatmaya koyulurlar. İyi yazar bundan çıkmaya çalışır ve ideal olan da o. Benim de deneyimlediğim, beni çok acıtan, iz bırakan ya da öfke duyduğum meseleleri birebir yazdığım öykülerin çok da iyi olmadığını farkediyorum mesela. Giderek de çok hızlı bir şekilde ondan uzaklaşmaya çalışıyorum. Politik bir mesele sizde travmatik bir ize sebep olmuşsa oturup onu yazdığınızda o yazıyla kendiniz arasındaki mesafenin çok daraldığı anda iyi öykü çıkmayabiliyor. Bunu tecrübe ettiğim için  kendim kaçınıyorum ama birebir anlatıldığı halde, buna rağmen iyi edebiyat da çıkabilir. Ama her yazdığınıza etik açıdan da bakmanız lazım tabii, bazı şeyleri yazmak için izin almak gerekebilir.  

Hikâyeleriniz gitgide kısalıyor mu? Özellikle son kitaplardan yola çıkarak soruyorum, belirli bir kelime sayısı gibi sınırlamalar da var mı etkileyen, kendiliğinden mi oldu?

Aslında şöyle oldu, işsiz kaldım ve telifle yazabildiğim sadece orası vardı. Yaşamak için yazdım. Her ay beş kısa öykü yazmam gerekiyordu, bu yanıyla daha çok zorunluluk oldu. Şimdilerde de alışkanlığa dönüştü, neredeyse iki yıldır üç sayfayı geçemiyorum yeni öykülerde.  

Özgül ağırlığı olan bir metni nasıl ayırt edebilir okur? İyi öykü  ‘serendipity’dir tanımınızdan hareketle, ilham dediğimiz şey mi oradaki tesadüf, örneğin fotoğrafçının ‘o kare’yi bulması da tesadüftür ama ‘doğru zaman ve an’da bekler, böyle bir şey mi? 

Okuru bilemiyorum, sonuçta herkesin farklı bir edebi tecrübesi var. Ama kendi deneyimimden yola çıkarak diyebileceğim, özgünlükle ilgili meselesi olmalı metnin. Sarsıcılığı bir de herhalde. Öykünün çok temel, sıradan bir hikâyesi de olsa, yapısı gereği bir sarsıcılığı olmalı. Altın oran denilen, çok bilinmeyen ama  hissedilen bir mesele. Onu gördüğünüz zaman işte o benim için iyi bir öyküdür. Yazar için, hiç beklemediği anda o güzelliği bulması... Öykü biraz kendini yazdıran bir şey aslında, bir şekilde onunla buluşuyorsunuz. Çok da bildiğimi söyleyemem, tarif edemiyorum aslında, öykü yazma nedir…O çerçeveyi çizemiyorum ama hissederek ‘bu iyi olmuyor’ deyip bıraktığım da oluyor. 

Okurlarınızla ilgili bir analiziniz var mı, sizi kimler okuyor, Bavul’da yazmanız okur profilinizi gençleştirmiş midir?

Buna dair bir bilgim yok, çok fazla okurum olduğunu da düşünmüyorum, çoğu arkadaşımdır. Okurla ancak imza günlerinde falan temasım oluyor. Orada da çok kalabalıklara imzalamıyorum. O dergilerdeki okur daha farklı, öykücü olduğumu bilmiyor da olabilir. 

Son dönem öykülerinin temel sorunlarından biri de doğal diyalog yazımıyla ilgili, buna katılır mısınız? Özellikle yeni öykücülere oyun okumaları yönünde tavsiyenizi bununla ilişkili mi değerlendirmeliyiz? 

Diyalog meselesi epeydir bir problem olarak duruyor. Aslında bu sadece edebiyatta değil, örneğin sinemada da sorun. Bu karakter böyle konuşmaz diyorsunuz, duyduğunuz anda. Beni sinemada çok rahatsız ediyor. Tiyatro sağlam bir gelenek olduğu için onda çok fazla yok, biraz da bu yüzden oyun izlemek lazım. Birincisi, çok az diyalog yazıyoruz, ikincisi yazdığımız diyaloglar çok iyi olmuyor. Daha fazla diyalog yazmanın, bu iç dökme meselesinin de dışında kalmamamıza yardımcı olacağını düşünüyorum. Bunda sosyal medyanın da etkisi var, gözlemlemiyoruz, dinlemiyoruz. Bana ‘neden öykücü oldun’ diye sorduklarında hep söylüyorum, o kadar çok öykü dinledim ki, beni kovarlardı artık evden, ‘git biraz dışarda oyna’ diye, bütün gün o insanları dinlerdim. Yetişkin olduğum dönemde de otobüste, yolda, trende sürekli birilerini dinlerken, insanlara bakarken hatırlıyorum kendimi. Hayatın içinde olmakla ilgili... Dinlemek, dinlemeyi sevmek lazım. Sosyal medyada sadece kendini ifade etme aşkıyla tutuşan ve zaman zaman ne yazdığının farkında olmayan da bir dünya var, böyle bir dünyada yaşıyoruz. Ama yazmanın ilk şartı gözlemlemek ve dinlemektir. Kendini anlatmak için yazar olunmaz. Bu edebiyatı çok fakirleştirici bir şey. Çok da kibirli bir mesele ayrıca. Dünyanın herhangi bir insanı dinlemeye ihtiyacı yok ki. Dünyanın dünyayı dinlemeye ihtiyacı var, x yazarını, y yazarını dinlemeye ihtiyacı yok. Bütün bunların birbirine bağlı olduğunu düşünüyorum. Diyalog yazmıyoruz; çünkü dinlemiyoruz, gözlemlemiyoruz, sadece kendimizi ifade etmek istiyoruz. Bu da hem kişiyi, hem edebiyatı yoksullaştırıyor. 

Kumrunun Gördüğü’nde geçen, “o ne methiyedir geçen ömre ve biten zamana” ifadesinde  tanım bulan sela, yazıldıktan çok sonra, bir dönem insanlar için korku unsuruna dönüştü. Aynı satırları o günlerde yazmış olsaydınız, günün duygusuyla tanımınız  değişir miydi? Örneğin edebiyatta en çok  ilham yüklenenlerden deniz, kıyısına çocuklar vururken yazar için hâlâ karşısında çay içtiği, vapura binip içinden geçtiği, kenarında yürüdüğü deniz midir? Bilimkurgu değilse yazılanlar, insan yazarken içinde yaşadığı günün/dönemin gerçekliğinden ne kadar uzak kalabilir?

Yaşadıklarımız bilincimizi belirliyor tabii. Ben kasaba çocuğuyum. Dindar bir ailede  Anadolu müslümanlığı denilen o müslümanlıkla yaşamış büyümüş biri olmak benim hayatıma mutluluktan ve iyilikten farklı bir şey katmamıştır. ‘Kabirlerinizi ziyaret edin’ meselesi de biraz budur. Dedem elimden tutup mezarlığa götürürdü beni, dolayısıyla ben hiçbir zaman rahatsızlık duymadım, şimdiki çocuklar çok korkuyor ölüleri görmekten. Hastane köşesinde değil evinde ölürdü bizim akrabalar, sevdiklerinin  yanında yıkanır paklanır defnedilirdi. Ölümü de mezarlığı da kötü bir şey olarak değil hayatın bir parçası olarak gördüğümden benim için ürkütücü olmadı hiç. 

Edebiyat dergilerini takip ediyor musunuz? Bir tarafta yenileri yayın hayatına başlarken, üzülerek, bir çoğu da uzun ömürlü olmuyor. Dergilerin bir bir kapanmasından okurun sorumlu tutulması doğru mu? 

Elimden geldiğince dergileri takip etmeye çalışıyorum. Sorunuzun tek bir yanıtı yok bence ama en son yapmamız gereken okuru suçlamak. Dergilerle ilgili meseleye tarihselliğiyle de bakmak lazım. Edebiyat tarihinde çok da uzun soluklu dergi olmamış aslında. Bir gelenek gibi, üç kişi bir araya gelir bir çevre oluşturur, dergi çıkarır, bir süre sonra kapanıp dağılır ve başka bir dergi çıkarır. Yaşanmış bir durum ve bugün de böyle biraz. Okuru suçlayıcı dil benim çok hoşuma gitmiyor. Bunun altında bir sürü mesele var. Hayat da edebiyat da değişiyor. Eski okur da yok. Eskiden dergiler çok belirleyiciydi ve biraz daha ağırlığı vardı edebiyat içinde. Bunun iyi tarafları vardı ama olumsuzluğu da var. Belli bir çevreye ait değilseniz görmezden gelinebiliyordunuz. Şimdi blogda yazabiliyorsunuz, başka dergiler ve bir sürü seçenek var. Edebiyat heves işidir. 

Zeynep Büke ile diyaloglar konulu  dosya beklentisi içinde olan okurlar-takipçiler var, sizin gündeminizde var mı?

Bir çocuk kitabı yazmıştım aslında, Zeynep yeni doğduğunda. Hazırlayıp basım aşamasına getiremedim. Onu başarabilirsem karakteri Zeynep olan bir çocuk kitabı çıkarmayı düşünüyorum. Böyle bir Zeynep olmayacaktır ama. 

‘Yazmanın on kuralı’ başlıklı listeler bir dönem oldukça popülerdi. Sizin var mı böyle bir listeniz? Her yazarın deneyimi kendine özeldir elbet ama gönül rahatlığıyla verebilirim diyebileceğiniz, düzenli okuma-yazma deneyimini çoğaltmak dışında tavsiyeler neler olabilir? 

Benim yok, bir kez rica ettiler, baktım çok güzel yanıtlar vardı. Ben pek öyle maddelemeyi uygun görmedim kendimce. Yazma heveslisi insanlara da biraz haksızlık gibi geliyor. On kuralı on kişi söylese yüz, elli kişi söylese beş yüz kural... Bu işte dinlemek ve gözlemlemek çok kritik bence, ekranı kapatıp ama. Arkadaşlarınızla aynı masada otururken de orada olmuyorsunuz. Göz teması olmadan, birkaç kilometre öteden insanı gözlemlemekten bahsetmiyorum. Orada bir illüzyon var. Edebiyatın ham maddesi insan ve insan ilişkileridir. Ondan uzaklaşmamak gerekir. Az konuşup az yazıp çok dinlemek lazım belki de. Bunu da  öneri olarak değil, benim yapmaya çalıştığım şey olarak söylüyorum. 

Yazarlardan, okuma tavsiyeleri de isteniyor ve bazı listeler, kişisel ilişkiler sebebiyle tartışmalara da neden olabiliyor. Buna ilişkin ne söylemek istersiniz?

Bunu hep söylüyorlar, ben hayretle bakıyorum aslında. Edebiyat dünyasından arkadaşlarımın sayısı üçü dördü  geçmez. Bir yere dahil olarak bu işler nasıl oluyor hiç bilmiyorum, hayatta da bunun çok karşılığı var mı, bundan da emin değilim. Öykünün zaten iyi, has bir okuru var. Öyle kolay faka basmaz diye düşünüyorum. Bir kişi ya da çevrenin önermesiyle kimse iyi öykücüler katarına girmez. Yutmaz onu öykü okuru. Öykü okurunun yazardan daha iyi okur olduğunu söyleyebilirim. Önermeme gerek yok, o takip eder, arar bulur. 

Benzer tartışmalar ödüller konusunda da yaşanıyor. Ödüllü bir yazar olarak siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?

Yazar-çizer, yayıncıdan oluşan bir edebiyat kamusu var ve kamu bunu kendi belirlediğini düşünüyor ama öyle değil. Ödüller bundan on beş yıl önce daha kıymetliyken, hem ödül bolluğu, hem seçimlerle ilgili meseleler  sebebiyle okur aslında ona da artık çok itibar etmiyor. Çok da belirleyici değil aslında, takılmamak lazım. İyi bir öykü dosyasını basacak bir yayıncıyı mutlaka bulursunuz. Ödül ne kadar etkiliyor derseniz, Kumrunun Gördüğü ile öbür kitapların satışı arasında belirgin bir fark da yok, kendi yazdıklarıma baktığımda. Öyle hayatınızda dramatik değişikliğe yol açan bir şey değil. Ödülü çok büyütmemek ama alınca da mutlu olmak lazım herhalde. 

Oldukça açık bir anlatımınız var. Belli mesajları da aynı açıklıkta gösteriyorsunuz, ama hikâyelerden yükselen ses hiç bir zaman didaktik tınlamıyor. Öğretmeyen, sadece anlatan bir yazın tarzı seçim midir, Ahmet Büke öykücülüğünün size göre  alamet-i farikası nedir?

Okuduğumda da sevebileceğim öyküler yazmak istiyorum. Didaktik, bir şeylerin altını çizen, yüksek sesle konuşan, kendimin tahammül edemeyeceği bir şeyleri başkasına okutmak istemem. Benim öykülerimin alamet-i farikası nedir çok bilmiyorum, sadece kendi kuşağımı etkileyen yakın kuşakları döne döne yazmayı seviyorum. Daha doğrusu ondan çok kopamıyorum, biraz politik olarak nitelendirilmesinin sebebi de bu. Öyle bir geçmişten geldiğim için, o kuşak politik kuşaklarla temas ettiği için, onların bir kesişim kümesi olduğu için... Bazen gereğinden fazla yazdığımı bile düşünüyorum aslında, o kuşağın hayatla mücadelesini. Ondan pek kurtulamıyorum, bir yerden sızıyor öyküye. 

Yazmaya başladığınız dönemden bugüne, süreyi de gözetirsek, oldukça üretken bir yazarsınız. Bazı yazarların özellikle geç dönem eserleri için, okurun ‘keşke yazmasaydı’ demesinden hareketle; bir gün tıkanıp artık yazamamanız ya da önceki yazdıklarınızın gerisine düşme ihtimaline dair kaygı duyuyor musunuz? 

Yaş ilerledikçe özellikle şairlikte öyle bir şey var galiba, okurken çok yaşadığım bir duygu. Gençlik dinamizimi başka bir şey. Nazım’la ilgili bile bazen böyle hissediyorum, hayatının son döneminde yazdıklarının hayalkırıklığı yarattığını söyleyemem ama öncekiler gibi de değil. Bunun yanında ölene kadar sürekli çok iyi eserler vermiş yazarlar da var. Ama yaş aldıkça kötü yazabilme ihtimali, yazan herkesin korktuğu bir şeydir. Ben yazmam herhalde, köşede tutarım. Tabii bunda, yazarak yaşayan insanların gerçekliğiyle diğerlerinin durumunu da biraz ayırmak gerekiyor. Yazarken çok para kazanmıyorsunuz ama örneğin işsizken az para da çok para oluyor. Çok yazmanın ya da çok yazmak zorunda olmanın getirdiği yük ayrı bir şey, Orhan Kemal de yaşamış bunu, Kemal Tahir de mesela... Duygusal yük de ayrı bir mesele. Endüstrinin ittirmesi de... Yayıncılık endüstrisi de zorluyor biraz, sanal bir gerçeklik yaratıyor. Yazar çok talep edildiğine ikna ediliyor. Sosyal medyada köpüren bir şey, böyle bir heyula yaratılıyor.  Yayıncı için o tulumbaya su eklemek önemli. Okur için de kötü bir tecrübeye neden oluyor.

DAHA FAZLA