‘Ah!’ diyor insanlık

‘Ah!’ diyor insanlık

Doğaya müthiş hakim bir yazar var karşımızda. Belli, o dağ başlarında kendisini, geçmişin tortularını taşıyan rüzgarlara bırakmış zamanında.

Geceleri camlara buzdan resimler çizdiğine inanılan “Mina” isimli bir cam cininin olağanüstü masalıyla başlıyor roman. Daha ilk anda pek bilinmeyen bir yerin/yörenin duygu yüklü üslubuyla yol alacağınızı, bu romanın sadece Koçgiri meselesini dile getiren ilk roman özelliği taşımadığını, içinde daha başka ilkler olduğunu anlıyorsunuz. Her şey yeni ve büyülü. Masal sanki okura yaşanacakların olağanüstülüğünü göstermek/imlemek için özellikle var. Olayların unutulmayacağı, bir biçimiyle o yöredeki insanların anlatılarında yaşayacağını sezdiriyor yazar okura. Bu defa Topal Osman’la somutlaşan şeytan, masal olmayan bir kötülükle ortada. Okur sonraki satırlarda bir anda kendini yakın zamanlarda acı ve sürgünlere maruz kalmış bir Ermeni’nin, Agasi karakterinin muhakeme eden diliyle karşı karşıya buluyor. Sözleri ıstırap dolu bir geçmişin içinden süzülerek geliyor.

Zamanında Ermenilerin yaşadıklarına sesiz kalmak bir yana onların başına gelenlere alkış tutup yerlerine yurtlarına el koymuşların yoğunlukta olduğu bir köye yardım bulma çabasıyla ilerliyor roman. Şimdi Topal Osman ve çetesi tarafından basılan bu köye yardım edip etmemekle ilgili Agasi’nin iç muhakemesinde beraat edip bunun için eyleme geçen, “Çık, olmaz! Onları yalnız komak olmaz…”  sözleri okuru yeni bir eşiğe taşıyor. Aslında bir kitabın içinde ilerlediğinizi çoktan unutuyorsunuz. Ağaç oluklu dağ gözelerinde su yudumlayıp at sırtında o köy senin bu köy benim siz de koşturup duruyorsunuz. Pepek kuşu o hazin sesiyle hemen bitişiğinizde ötüyor. Kenger kaplı yamaçlara dökülmüş güneş parçalarını silip yenilerini ortaya çıkaran bulutları çalıya takılmış yün parçası gibi çamların üzerinde dururken siz de görüyorsunuz. Roman olağanüstü bir şekilde sizi bu serüvenin ortasına çekiyor. Kelimelerin fırçasından çıkan görüntüler, yüreği kargışlanan insanların acısını en derin biçimde içinize taşıyor. Zaman, acı oluyor keder oluyor üzerinize yağıyor.

Direnmekten başka çareleri olmayan insanların canına zalimin zulmü pusu kurmuş. Onlara ait ne varsa yok ediyor. Yavuz ve onun gibilerinin salladığı kılıcın acısıyla bu dağlara serpilen korkunun, yolunu kaybetmişlerin hafızasında hangi teslimiyetçi ruhu yarattığını bütün çıplaklığıyla bu romanda görmek mümkün. Fakat aynı zamanda bundan çıkan öfkeyi kuşanıp direnmeyi/karşı koymayı becerebilen insanları da görüyoruz. Yani bir mücadeleye ait teslimiyetçi ve direngen bütün yanlar burada da mevcut.

Üçüncü kitabı olan Ah’la yazar, sanki meselenin özüne dönük kapsamlı başka çalışmalara yol kalsın diye daha çok Koçgiri’nin Refahiye kısmında kalan dağ köylerinde yaşananlara ışık tutuyor bu çalışmada. İçinde dağlı ve yaslı kelimelerin de olduğu ustaca seçilmiş mistik bir dille bu yörenin yüreklere ateş düşürmüş geçmişinin peşine takılıyor. Mina’nın resmettiği o masalsı pencereler katı gerçeğin eşiğine açılınca gün erken bitiyor içimizde, kar fırtınası alıyor onun yerini.

Karakterler o kadar sahici o kadar kanlı canlı ki sanki siz de onların arasında bir yerlerdesiniz. Ses etseniz duyacaklar gibi yakınsınız onlara. Çoğu zaman dülger ustası Agasi oluyorsunuz ya da doğanın bir parçası olmuş Çavaçiya, başka bir mazlum başka bir hesap soran, acı duyan…

Doğaya müthiş hakim bir yazar var karşımızda. Belli, o dağ başlarında kendisini, geçmişin tortularını taşıyan rüzgarlara bırakmış zamanında. Kaya yarıklarında hayat bulmaya çalışan eğri-büğrü ağaçların öyküsünü dinlemiş. Yaşlı insanların soluk gözlerini bir çalı kümesi gibi gözüken kırçıl kaşlarının altından geçmişin acı dolu günlerini anlatsın diye sohbetlerin ortasına akan çeşme başlarına çağırmış. Bu nedenle ayrıntılı ve etkileyici bir dil buluyoruz karşımızda. Sanki bu da, yazarın dayatılan zulme karşı oluşturulan direnişin neden yapılması gerektiğini anımsatan gölge metaforlardan biri gibi duruyor fonda.

“Göz yoran dağlar “, “Bir türkü söylemelik mesafe…”  gibi etkileyici cümleler ve “Gürneş, Zekleme, Zerze…” gibi isim ve yeni kelimeler karışıyor usulca dile bu arada. Bunlar yeri ve dili daha bilinir olmaktan çıkarıp daha oralı yapsa da acılar hep bilindik hep evrensel kalmaya devam ediyor ne yazık ki.

Romanda sadece bir direnişin, karşı koyuşun sesini duymuyoruz. Aynı zamanda o insanların değer yargılarını, kültürel varoluşlarını ve ekonomik mücadelelerini de görüyoruz. Hayvanlarını yaza çıkarmak için canını dişine takmış insanların işten başını kaldırmadan binbir çabayla hayatta kalmaya çalışmalarını yüreğimiz titreyerek dinliyoruz. Yazar, “Oysa ilkbahar ağzı onca işin çağrısıyla adeta ne yapacağını bilemeyen bu cefakâr insanların ölmeye bile vakti yoktu” derken tam da bunu anlatıyor. Savaşla oyalanmaya bile zamanı olmayan bu kadim yurtların ortasına düşen ateş ne büyük bir haksızlıktı.

Burç, geven, hodar…” gibi kimi zor kış faaliyetlerini yeni öğreniyoruz. Roman bu açıdan da ilk olmaya devam ediyor ve merak uyandırıcı yolculuğu bu histen kopmadan sürdürüyor. Sınçlar var mesela. Bu dikenli ve geniş kümeli bitkilerin hayvanlar ve diğer bitkiler için ne kadar önemli sığınak olduğunu öğreniyoruz. Çevrecilerin bu bitkileri yerinde görüp korumaya alınması için ellerinden geleni yapmasını bizden çok yazar isteyecektir herhalde. Okundukça değişik yönleri keşfedilecek muhteşem bir kitap “Ah”.

Doğu’yu anlatan öykü ve romanların olmazsa olmazı haline gelen ve üvey annelerince kendilerine dibi delik bir torba verilerek kenger toplamaya yollanan iki çocuğun öyküsünü içinde barındaran Pepuk kuşu burada da karşımıza çıkıyor. Fakat yazar bu kuşu bir tek dilli olmaktan çıkarıp, “Ne ulu kuştu bu Pepuk, sözleri her dilde anlaşılabiliyordu.” Diyerek bu sesi bütün bir yöre insanına malederek onu ortak değer haline getiriyor.

Duygu yüklü, vicdanlı bir roman AH. Genç insanların Koçgiri’nin acı dolu günlerini yaşamış yaşlı insanlara sesli olarak okuması gereken akılda kalıcı bir kitap. Her Koçgiriliyi geçelim her aydın ve demokratın kitaplığında yer alması gereken kadim bir çalışma bu eser. Doğrusu insan böylesi güzel eserleri görünce kağıdı israf eden onca saçma sapan sözde eserin tahrip ettiği iyi edebiyata olan inancı geri kazanıyor.


KÜNYE: Ah, Azimet Ceyhan, İleti Yayıncılık, Ocak 2018, 188 sayfa

DAHA FAZLA