1790’lar Alman felsefe geleneğinden günümüze bakışlar

1790’lar Alman felsefe geleneğinden günümüze bakışlar

Çalışma etiği yalnızca kendimizi unutmamıza neden olmakla kalmıyor, aynı zamanda dünyaya verdiğimiz tepkileri de köreltiyor; böylece etrafımızdaki her şey donuk, cansız ve çirkin bir hal alıyordu. İnsanlığımızı tam anlamıyla gerçekleştirmek istiyorsak duyusallığımızı terbiye etmemiz gerekiyordu. Yalnızca dünyayı kontrol eden aktif canlılar değil, aynı zamanda dünyanın bize etki etmesine izin veren pasif varlıklar olmalıydık…Eğer duyusallığımızı geliştireceksek ve kendi içsel benliğimiz üzerine tefekküre dalacaksak, aylaklığa değer vermeyi öğrenmemiz gerekiyordu. Aylaklıktan bir sanat, bir bilim ve hatta bir din devşirmeliydik. Ancak o zaman, cennete geri dönmemize engel olan şu iki “ölüm meleği”nden, üretim ve faydadan kaçmayı başarabilirdik.

Ufuk Akkuş

Bazı kitaplar vardır, tarihin çok kısa bir zaman dilimine odaklanırlar. Ama önümüze incelediği dönemin öncesi ve sonrasının düşünce dünyasına ilişkin çok geniş bir panaroma sererler. Frederic C. Beiser “Aydınlanma, Devrim ve Romantizm” kitabında Almanya’nın 1790 ile 1800 yılları arasındaki on yıllık kesiti üç farklı gelenekten yola çıkarak bunu ayrıntılı bir şekilde gerçekleştiriyor. Beiser’e göre; bu on yıl zarfında Fransız Devrimi karşısında oluşan reaksiyon Almanya’da üç karşıt politik geleneğin ortaya çıkmasına neden olmuştur: Liberallik, muhafazakarlık ve romantizm. Bu geleneklerin her biri, modern Alman politik düşüncesinin on dokuzuncu ve yirminci yüzyıllardaki gelişiminde merkezi bir rol oynamıştır.

Beiser, ilgili akımları savunan o dönemin fikir adamlarının Fransız devrimine bakışlarından yola çıkarak hayata, siyasete ve felsefi sorunlara ilişkin bir incelemeye girişiyor. 1789 Fransız Devriminin Alman düşüncesini önemli ölçüde politikleştirdiğini öne süren Beiser, felsefecilerin 1790-1800 yılları boyunca epistemoloji, etik ve estetiğin klasik sorunlarını tartışmaya devam ettiklerini ama bu teorileri politik amaçları meşrulaştırmanın bir silahına dönüştürdüklerini söylüyor.

Beiser’a göre; 1790’ların bu üç düşünce akımı arasında en güçlü ve yaygın olanı liberalizmdi. Görünüşe göre liberal idealler Fransız Devrimi ile birlikte büyük bir zafer kazanmış, özgürlük, eşitlik ve insan hakları gibi öğretiler, tarihsel olarak kaçınılmaz oldukları hissini yaratmıştı. 1790’ların en önemli liberal düşünürleri Kant, Schiller, Wilhelm von Humboldt, F.H. Jacobi ve George Forster idi. Liberallere göre devletin amacı vatandaşların azami mutluluğunu değil azami özgürlüğünü garanti altına almak olmalıdır. Yani devletin amacı halkın refahını sağlamak değil haklarını korumaktır. 1790’ların liberalizmi, Almanya’da 17 yüzyıl ortalarından beri hakim bir ortodoksi olan paternalizme karşı oluşmuş bir tepkiydi. Paternalizm, hükümdarın kemdi tebaasının refah, din ve ahlakını geliştirmekten sorumlu olduğu ve bu refah, din ve ahlakın makul biçimlerinin ne olduğunu tebaanın değil hükümdarın belirlediği bir öğretiydi. 1790’ların liberalizmi yalnızca devletin değil, toplumun amaçlarını da tartışan bir teoriydi. Liberal yazarların belirgin özelliği bireycilikleri, yani toplumsal hayatın amacının bireyin kendini gerçekleştirmesi olduğu yönündeki inançlarıydı. Bu dönemin liberallerinin bir diğer karakteristik özelliği de kozmopolit oluşu, diğer bir deyişle tek bir ulusal devlet için mücadele vermeyi savunan modern anlamda bir milliyetçiliğin onda mevcut olmayışıydı. 1790’ların liberal düşünürlerinin neredeyse, tamamı Fransa’daki Devrim’i coşkuyla karşılamıştı. Başta Schiller ve Jacobi olmak üzere içlerinden bazılarıysa, bunun barışçıl bir sonuca ulaşacağı yahut işler bir anayasa üreteceği konusunda şüpheliydi. Buna rağmen, bütün liberaller kendilerini Devrim’in temel idealleri üzerinde geniş bir fikir birliği içinde buldular. İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi’ni hayranlıkla karşılamışlar, tiranlığın ve aristokratik imtiyazların sonu geldiği için memnun olmuşlardı.

Bir diğer kategorizasyon olan “Romantiklerin” de 1790’ların modern politika teorisine son derece önemli katkıları olmuştur. Modern sivil toplum eleştirisine öncülük etmişler, paternalist geleneğin mekanik modeli karşısında yeni bir organik toplum fikri geliştirmişler, liberal bireyciliğin temel öncüllerin sorgulamışlar, cinsel eşitlik ve özgürlük taleplerini dillendiren bir cinsel politika ortaya koymuşlardır. Romantikler cemaatin değerini vurguluyorlar fakat bireysel özgürlük ve kendini gerçekleştirmenin önemini asla azımsamıyorlardı. Gelenek ve tarihin değerinden bahsediyor fakat irrasyonel ön yargı savunusuna girmiyorlardı. Aklın ne denli değerli olduğunu teslim ediyor, fakat yol açabileceği yıkıcı sonuçları göz ardı etmiyorlardı. Novalis’e göre; Dünyanın romantikleştirilmesi gerekir. İnsan ancak bu şekilde kendi orijinal hislerini yeniden keşfedebilir. “Romantikleştirmek, bir şeyin gücünü niteliksel olarak artırmaktan farksızdır. Sıradan bir şeye daha yüce bir anlam yüklediğimde, bilinene bilinmeyenin itibarını, sonlu olana sonsuz olanın görünümünü verdiğimde onu romantikleştirmiş olurum.” Romantiklere göre; Modern üretim biçimleri insanların o kadar çok zamanını ve enerjisini alıyordu ki geriye zihnin bir şeyleri sakince biriktirmesi, içsel dünya üzerine kendini vererek düşünme namına hiçbir şey bırakmıyordu. Friedrich Schlgel de şöyle yazıyordu: “Hiçbir şey hayatı ortak bir işmiş/ticaretmiş gibi ele almaktan daha saçma değildir, çünkü hayatın hakiki özü tüm güçlerimizin bütünlüğü, tamamlanmışlığı ve özgür etkinliğinden ibarettir. Kim ki tek bir noktaya saplanıp kalır, bir istiridye olarak kalmaya mahkumdur. Modern üretim biçimleri insanları yalnızca insanlıktan çıkarmakla kalmıyor, aynı zamanda köleleştiriyordu. Daha yüce tinsel hedeflerin peşinde koşmaları için onları özgür bırakmak yerine, yalnızca geçimleri için çalışmaya zorluyordu.

Romantiklerin bu görüşlerinin Andre Gorz ve ardıllarının zorunlu çalışma karşıtı ve iş saatlerinin azaltılması yönündeki görüşlerine esin kaynağı oluşturduğunu söyleyebiliriz. Hatta Marx’ın yapıtlarında artı emek karşıtı ve insanın özgür gelişimi için zorunlu çalışmanın ve uzmanlaşmanın kaldırılarak ihtiyaca göre üretimin temellerine ilişkin görüşleri ile de oldukça benzerlik taşıdığı söylenebilir. Marx, özellikle “Gotha Programının Eleştirisi” ve “Grundrisse”de gerek zorunlu çalışma gerekse geleceğin toplumundaki özgür çalışmaya ilişkin argümanlarının ipuçlarını verir. Marx’ın damadı Paul Lafarge’ın “Tembelliğe Övgü” kitabı da “Aylaklıktan bir sanat, bir bilim ve hatta bir din devşirmeliyiz” diyen Schelegel’le aynı benzer düşünce dünyasının izlerini taşır.

Üçüncü akım olan ”muhafazakarlığa” geçtiğimizde Beiser’in saptamasıyla, 1790’ların Alman felsefe geleneği içindeki en önemli gelişmelerden birinin muhafazakarlığın entelektüel bir hareket olarak yükseldiğini görürüz. 1770’lerden beri varlık gösteren muhafazakarlık Devrim karşısında oluşan reaksiyonla birlikte çok daha bilinçli ve tutarlı bir harekete dönüşmüştür. Almanya’nın Fransa’daki gibi kaos ve terör ortamına sürüklenebileceği korkusu statükonun korunmasına adanmış bir sürü tez, deneme, makale, gazete ve derginin ortaya çıkmasına neden oldu. 1790’ların Almanya’sında muhafazakarlık son derece heterojen bir özellik taşıyordu. Bütün muhafazakarlar hiyerarşik toplumsal düzenin korunmasını arzu ediyordu, fakat düzende yapılacak reformların değeri veya lüzumu konusunda hemfikir değillerdi. Bazıları eski düzenin yeni toplumsal güçleri içerecek şekilde değiştirilmesi gerektiğinde ısrar eden ateşli reformcularken diğer bazıları radikal tehdide karşı durmanın en iyi yolunun taviz vermemek ve baskıcı önlemlere başvurmak olduğunu iddia eden reaksiyonerlerdi. Bazıları fırsat eşitliği, dini hoşgörü, basın özgürlüğü gibi liberal değerleri kabul ederken diğer bazıları daha otoriter politikalara sarılıyor, dinsel birliği, basın sansürünü ve katı ceza yasalarını savunuyordu. Bütün bu farklılıkların arasında muhafazakarları birleştiren ve onları liberallerden ve romantiklerden ayıran şey ise, eski paternalizme olan bağlılıklarıydı.

 Muhafazakarlar; devletin amacının yalnızca tebaasının haklarını korumak değil, aynı zamanda refah, din ve ahlakını geliştirmek olduğunu inanmaya devam ediyorlardı. Paternalizmin savunucuları olarak yeni demokratik güçlerin karşısında yer alıyorlardı. Yönetimlerin halkın refahından sorumlu olması gerektiğini vurguluyor, fakat halk tarafından mümkün olduğunca az denetlenmesini istiyorlardı.

Beiser, “Aydınlanma, Devrim ve Romantizm” kitabında Fransız Devrimi’nin Alman düşünce dünyasına etkilerini liberalizm, romantizm ve muhafazakarlık bağlamında ele almıştır. 1790-1800 yılları arasında söz sahibi felsefeci ve düşünürlerin görüşlerini bu üç akım açısından kendi içlerindeki çelişkileri de belirterek ayrıntılı bir şekilde önümüze sermiştir. Felsefe tarihinin ve Almanya’nın politik tarihinin patikalarında bizi gezdiren Beiser, o dönemdeki tartışmaların ve düşünce dünyasının etkilerinin Almanya’da günümüzde de sürdüğü sonucuna ulaşıyor. Belli akımlar, modeller aracılığı ile belli bir tarihsel kesitin incelenmesinin günümüzü ve geleceği anlamamızda büyük katkılar sunacağını düşünüyor, benzer çalışmaların Türkiye düşünce dünyası için de yapılmasında yarar görüyorum.

KÜNYE: Frederick C. Beiser, Aydınlanma, Devrim ve Romantizm, İngilizceden çeviren: Aslı Önal, Ayrıntı Yayınları, 2021, 575 Sayfa.

DAHA FAZLA