Yüzbaşı Drogo’nun çöl nöbeti

Dino Buzzati’nin 1940 tarihli harika romanı Tatar Çölü, düşman ülke ile bir çöl vasıtasıyla ayrılan bir ülkenin sınır karakolundaki askerlik deneyimini anlatır.

Kale şeklindeki karakol çölün bu yakasındadır; çöl buradan başlar ve sınırsız biçimde uzayıp gider; çölün öte yakasında ise düşman ülkenin toprağı başlar. Demek ki düşmanın saldıracağı yer burasıdır, çöl sınırındaki kaledir. Ancak ortada ne düşman vardır, ne de saldırı. Karakol, kimsenin saldırmadığı bir sınırda dikilmekte, dikildikçe anlamını yitirmektedir.

Bu kalede yapılan askerlik de giderek amaçsız bir eyleme veya eylemsiz bir amaca dönüşür; bu dünyada kendilerine ait kılabilecekleri tek şey olan karakol, oradaki askerler için vazgeçilmez bir sığınak olup çıkar. Yüzbaşı Drogo da 22 yıl görev yaptıktan sonra, karakola aslında 4 aylık bir geçici görevle geldiğini, ama bulduğu tek anlamdan mahrum kalmamak için 22 yıldır kimsenin saldırmadığı bu karakoldan ayrılmadığını fark eder.

Savaş yoktur, düşman görünmemiştir, saldırı olmamıştır; ama karakoldaki askerlerin hayatını anlamlı kılan tek şey karakolu savunmak olup çıkmıştır.

Ah, keşke; keşke düşman buradan gelse! Çölün ufukta kaybolan çizgisinden tozu dumana katarak yaklaşan bir saldırı olsa. 

Biz de savaşa katılsak. Keşke! 

O zaman bu karakolun ne kadar önemli, burada askerlik yapmanın ne kadar kutsal olduğu herkes tarafından görülecektir ya, yine de bir türlü gelmemektedir düşman. 

Bir gün mutlaka ama, elbet gelecekler. Biz bekleriz, 22 yıl da olsa bekleriz. Keşke!

***

Bir romandan kalkıp, bir ülkenin bir dönemine, o dönemin soluna dair analizlere ulaşmak çok da sağlıklı bir yöntem değildir elbette. Ancak, büyük romanların insanlık durumuna dair büyük sözleri vardır ve siyaset de bir insan uğraşı olduğu oranda bu büyük sözlerin hikmetinden ve menzilinden muaf değildir.

Gördüğü işlevle, etki ettiği gelişmeyle, sağladığı faydayla değil; nöbet tutmakla, kendi karakolunu beklemekle, bir gün elbet gelecek o saldırıyı özlemekle biçimlenen bir tahayyül...

Karakolun varlığını, işe yarayıp yaramamasını değil, salt varlığını her şeyden, karakolun var oluş nedeni olan savaşın kendisinden bile önemli sayan meftunluk...

Kimsenin saldırmadığı, düşmanın saldırmaya tenezzül dahi etmediği bir karakolun pencerelerinden ıssız çöle karşı savaş naraları, intikam çığlıkları, düello davetleri ile seslenen çaresizlik...

Varlığın, içine büzülerek, kendini amaçlaması, varlık koşullarının devamını arzulaması şeklindeki mahkumiyet...

Aynı aksa bağlı olduğu için paralel seyreden iki tekerlek gibi, solun mahkumiyetinin ülkenin mahkumiyetiyle örtüştüğünü söylemek de mümkün bu noktada.

Daha doğrusu, solu bu şekilde ‘beklemede’ olan bir ülkenin, üzerine çöreklenen gerici ve ahlaksız çeteden bir türlü kurtulamaması kaçınılmaz sayılmalı.

***

Bu mahkumiyetin kırılacağı bir atılım için gerekli cevher ve birikim elde bulunuyor oysa. Sadece tarihte değil, son 15 yılın mücadele sürecinde de birçok kez kendini gösteren bu damarda nabız atıyor hala. 

Birkaç şart var tabi.

Öncelikle, solun bütününe sirayet etmiş “apokaliptik” eşik beklentisi, en azından, revize edilmelidir. Saray Rejimi ile kesin hesaplaşmanın yaşanacağı bir uğrak, er ya da geç gelecektir. Ancak şimdilik, böylesi bir uğrak için 2019’a randevu verilmiş gibidir. Oysa, Türkiye’nin yeni yıla girerken tartıştığı konular ve biriktirdiği gerilimler bu uğrağın bir ‘erken final’ şeklinde 2018’de de ortaya çıkması ihtimalini barındırmaktadır.

İkincisi, Saray Rejimi’nin içeride ve dışarıda, o ya da bu güçle yaşadığı gerilimlerin, kendiliğinden bir biçimde iktidar yıkımına yol açmayacağı konusunda netleşmek gereklidir. Türkiye halkı kendi kaderini kendi ellerine almadığı ya da kendi göbeğini kendi kesmediği sürece Saray Rejimi’nin yıkılması için gerçekçi bir olasılıktan söz etmek mümkün değildir.

Üçüncüsü, Türkiye’nin bir kez daha normalleşeceği beklentisi bir kenara bırakılmalıdır. Türkiye, mevcut iktidardan bağımsız biçimde, yeni bir rejim ve toplumsallık tarafından kuşatılmıştır. “Normal” olarak düşünülen dönem, örneğin AKP öncesi Türkiye, bir daha geri gelmemek üzere silinmiş, tahrip ve tasfiye edilmiştir. Bundan sonrası, Saray Rejimi ve AKP iktidarı ile birlikte AKP öncesi Türkiye’yi de aşan bir sıçrama ile tahayyül edilebilir haldedir. Bu, aynı zamanda, Türkiye’nin köklü ve radikal bir devrim söz konusu olmadan kurtulamayacağı anlamına gelmektedir.

Yeni bir yıla girerken, üstelik bu yılın ne denli zorlu ve çekişmeli geçeceği daha şimdiden belli olmuşken, solun, kendi karakolundaki bekleme halinden kurtulması, öncü ve ‘akıncı’ güçler misali savaş sahasına yayılması, mevzilere yerleşmesi ve yeni mevziler kazması için gereken zaman azalmaktadır.

Türkiye şimdiden çok zaman kaybetmiştir. Bir ülke kaybedecek lüksümüz ise yoktur.