Yusuf Ziya Bahadınlı’nın gerçekçi bir mülteci romanı: Açılın Kapılar

Açılın Kapılar, iki anlamda bir hesaplaşmanın romanı olarak okunabilir. Yazarın uzun yıllar ülke dışında yaşamasının getirdiği sorunlarla hesaplaşma; bu, Avrupa kapitalizmiyle bir hesaplaşmaya dönüşür. İkinci düzlemde ise, yaşamın köklü bir değişiklik dayattığı insanın geçmişiyle hesaplaşması; kitabın devrimci kahramanı, anılarının çağrışımlarıyla geçmişini, inançlarını, sosyalizm mücadelesini sorgular. Her iki düzlemde yürütülen hesaplaşma, benzeri toplumsal ve tarihî koşulların ürünü öteki karakterlerin katkısıyla zenginleşir, çelişkili nitelikleri açığa çıkartılan gelişmeleri sergiler.

Yusuf Ziya Bahadınlı’nın romanı Açılın Kapılar, bu söylenenlerden de çıkarılacağı gibi, ülkemizin edebiyat tarihinde de belirleyici sonuçlara yol açan 12 Eylül’ün ortaya çıkardığı romanlarla benzer bir konuyu ele alır. Ama 1987 yılında yazılan Açılın Kapılar, tarihi ve toplumsal gerçekliğe, bu romanlardan bütünüyle zıt sonuçlar çıkaracak bir bakış açısıyla yaklaşır. 12 Eylül sonrası hâkim kılınan karşı devrimci bakış açısıyla, işçi sınıfının kurtuluşu için mücadele edenleri aşağılayan, karalayan ve estetik değerler yerine küfür üreten bu romanların tersine, Açılın Kapılar’da tiplerine toplumsal koşulların ürünü olarak bakmanın kazandırdığı verimli bir eleştiri var.

Şematik 12 Eylül romanında, itiraf ve inkâr romanı diyebileceğimiz bu romanda, ana karakter, darbe koşullarında, geçmişinin ne kadar yanlış olduğunu, dehşetle keşfeder ve bütün inançlarını, değerlerini, duygularını ayaklar altına alır. Bu romanın savunucularının, eleştiri ve özeleştiri olarak sunmaya çalıştıkları bu tutumun eleştiriyle hiçbir ilgisi yoktur. Eleştirinin belirli dayanakları, kavramları, toplum ve tarihe ilişkin çözümleme araçları vardır; belirli bir bakış açısını zorunlu kılar. Bir edebî tür olarak romanın da özgül eleştiri araçları ve yöntemleri vardır. 12 Eylül romanında mutlak doğru olarak gösterilen bir şimdi ile, bütünüyle yanlış sunulan bir devrimci geçmiş karşılaştırılır. Roman kişisinin ve okurunun şimdiyi belirleyen kapitalist ilişkiler karşısında edilgen olması dayatılır. Gelişen değil, başkaldıran değil, verili ilişkiler içinde hapsedilen bir insan modeli idealleştirilir. İnsanın gerçeklikle yaşadığı çatışmaların derininde yatan nedenselliklerin üzerini örten bir tutumla, kişilerinin veya yazarının ruhsal sayıklamalarını, gerici sövgülerini içeren roman karikatürleri üretilir. Değişen gerçeklik, karakterlerin bilincinde sorgulama ve tartışmaya, yani eleştiriye değil, geriletici, insanlıktan çıkarıcı şoklara neden olur.

TERSİNDEN 12 EYLÜL ROMANI

Açılın Kapılar’da, yazar, bizi baskıcı gerçekliğin şoklarıyla şartlandırmaz, anlaşılması, geçmiş içindeki köklerinin ortaya çıkarılması, bu yeni durumun kişilerde yarattığı değişikliklerin sorgulanmasına davet eder. Kitabın anlatıcı kişisi Kerem Toprak, ülkedeki baskı koşullarının Avrupa’ya gitmek zorunda bıraktığı mültecilerden biridir. Burada karşılaştığı yeni gerçeklik, geçmişini sorgulamasının, eksikleri ve yanlışlarını ortaya çıkarırken, daha sağlam ve güçlü olarak yeniden kurmasının itici gücü olur. Ancak yazar yaşadığı sürgün gerçekliğini mutlaklaştırmaz, bu gerçekliğin çelişkilerini ortaya çıkarmaya çalışır; bu anlamda, Açılın Kapılar’da Türkiyeli mültecilerin macerasını bulduğumuz ölçüde, Almanya’nın toplumsal yaşamını da okuruz. Yusuf Ziya, bu yaşama ilişkin düşündürücü gözlemler sunar. Kapitalizmin uç sınırlarına vardığı bir ülkede insanın donmasını, kurumasını, yalnızlaşmasını gözlemlemiştir. “Bir Alman’ın bir Alman’a (yabancıya kesinlikle değil) katlanması bir özveridir. Ne yapsınlar, bir bilinçaltı davranışla bu açığı kapama yolunu bulmuşlar, bira içiyorlar bol bol, sevişiyorlar, çalışıyorlar bol bol.” (Açılın Kapılar, Yusuf Ziya Bahadınlı, 1989, s. 133)

Açılın Kapılar’ın çağrışımlara dayalı bir kurgusu var. Kerem Toprak’ın Almanya’daki bir mülteci grubunun düzenlediği pikniğe gidişi, piknik süresince olanlar romanın ana olay örgüsünü oluşturur. Kerem Toprak’ın düşünceleri, çağrışımlarla geriye dönüşleri, piknikte buluşan kişilerin konuşmaları ve onların öyküleri olay örgüsünün dallanıp budaklanmasını sağlar. Bu yapı ve bilinçli bir insanın kendini ve çevresini zaman içinde sorgulamasına dayanması, romana, bilişsel anlatımın ağır bastığı, denemeye benzeten özellikler yükler. Yazar bunun neden olacağı sorunları, kısa bölümler, hızlı geçişler, simgesel anlatımlarla aşmaya çalışır.

ROMANDA ÖZYAŞAM ÖĞELERİ

Açılın Kapılar, daha sonraki anı kitabı Öyle Bir Aşk’a aldığı bazı bölümlerden de anlaşıldığı gibi, Yusuf Ziya Bahadınlı’nın kendi yaşamından geniş ölçüde esinlendiği bir romandır. Elbette özyaşamın romana birebir yansıdığı söylenemez. Bir dönemin ve mücadele eden insanının tartışılması açısından önemli ve tipik bulduğu, romana uygun gördüğü anları seçmiştir. Yazar, benzeri anılarını, romancı imgeleminden çok şey katarak yarattığı Memo’nun romanı olan Gemileri Yakmak’ta da kullanmıştır. Gemileri Yakmak’ta, TİP’li Memo ve birkaç arkadaşının saldırıya uğradığı miting, Yusuf Ziya’nın TİP milletvekiliyken başından geçen bir olaydan esinlenmiştir. Aynı olay, Açılın Kapılar’da yeniden ele alınmıştır, ama bambaşka bir biçimde. Romanın yapısına uygun çağrışımsal bir kurguyla ve daha bilişsel bir anlatımla... Olayın gerçekleşme biçiminden çok, yazarın yıllar sonraki değerlendirmesinin penceresinden yorumlanışı söz konusudur. “Dönüp de baktığımda o bine yakın insana bir kravatlı yoktu aralarında, her öyün sofradan doyarak kalkmış, paraya doymuş, ikrama, sevgiye doymuş, kadına doymuş yoktu. (...)

Onu bir deri bir kemik koyan bendim çaresiz, ezik. Ayağındaki pabuç benim yüzümden dilini çıkarıyordu; üstündeki giysiyi bendim didik didik eden! Okullara kilit vuran, işyerlerini yüzüne çarpan. Köyden ben itelemiştim kente onu, çocukları benim yüzümden oyuncaksızdı, karısı mutsuz!..” (s. 68-69) Yazar kurtuluşu için mücadele ettiği insanların saldırısına uğramıştır. Nâzım Hikmet’in dizesiyle “akrep gibisin kardeşim” diyebileceğimiz, öz çıkarından ve sınıf bilincinden yoksun bir insan topluluğudur bu.

Açılın Kapılar’da bu özyaşamsal birikimi ayıklayarak romanlaştırırken, yalnızca anlatıcı Kerem Toprak değil, kitabın yazar kahramanı Metin de bu birikimden payına düşeni almıştır. Yusuf Ziya Bahadınlı romanında kendini bu iki tipe bölerek anlatmayı denemiştir. Kerem Toprak’ın kendine en yakın bulduğu kişi Metin’dir. Kitabın en olumlu iki kişisi onlardır. Metin’in milletvekilliği yaptığı sırada mecliste bir kavgaya karıştığı bölüm Öyle Bir Aşk’a da alınmış... Yazarın başından geçtiğini bildiğimiz bu olay, Açılın Kapılar’da kendini iki karakter aracılığıyla ortaya koyduğunu gösteriyor. Metin de, Yusuf Ziya benzeri yetmişli yıllardaki mücadeleyi irdeleyen bir kitap yazıyor ve arkadaşlarının düzenle uzlaşmasına tepki duyuyor. Metin’in eksik bıraktığı yeri Kerem Toprak tamamlıyor.

Metin’in yazdığı kitabın sunusu şöyle bitiyor:

tutamadık balığı açamadık kapıyı

saman aleviydi belki yaktığımız

bir şey var ki yadsıyamazsınız

meyveye varmanın güçlüğünü

gösterdik bigüzel

bizden sonrakilere.” (s. 66)

Bu yazılanlarda özeleştiri de olsa, yapılanların boşa gitmediğini vurgulayan, geçmişini sahiplenen bir ton var. 12 Eylül’ün itiraf ve inkâr romanından ayrım noktalarından biri bu... Kerem Toprak, Metin’in kaldığı yerden düşünmeye devam ediyor: “İyi ama dedim balığı tutmayı, kapıyı açmayı, ışıtmayı, üretmeyi istemedik mi, istemek yetiyor mu?

Metin’e katılıyordum, çok çalışıp az şey elde etmenin kaçınılmazlığını, konu insan oldu mu zamanın büyük önem kazandığını, uzun bir süreci yaşamanın zorunluluğunu vurguluyordu. Ve insanı değiştirmeyi, salt bir kuşağa yüklemenin haksızlığını anlatmak istiyordu bir de.” (s. 66)

SOLCULUĞU ARINDIRMAK

Geçmişini eleştirel bir gözle değerlendirip sahiplenerek kendini geliştirmeye çalışan iki tipin karşısında düzenle uzlaşan tipler yer alır. Almanya’ya geldikten sonra inançlarını bir kenara bırakan ve her biri değişik alanlarda yozlaşan insanlar. Yazar bu insanlardaki değişimi çözümlerken nedenlerini de anlamaya çalışır. Hiçbir şey kendiliğinden ve gizemli nedenlerle gerçekleşmez. Yusuf Ziya Bahadınlı’nın romancılığındaki en önemli nitelik, tiplerine tarihî bir bilinçle, sınıfsal ayrışmanın belirleyiciliğinde bakabilmesidir. Açılın Kapılar’da da bu gerçekçi çözümlemenin katkıları vardır; Hasan, Yelda, Engin, Akçay, Sümer ve ötekilerindeki başkalaşımı sınıfsal yerleri belirler. Zaten, Metin’in vurguladığı “mayası nedir?” sorusunun yanıtı da buradadır.

Hasan için bir zamanlar “tek yol devrim”ken, Almanya’da “tek yol kadın” nasıl olmuştur? Almanya’da bir dükkân açan Hasan, burada gerici Herdümen gazetesi satmasını şöyle rasyonalize eder: “Sonra ben her görüşe açığım, bana ne kimi ayrıntılar, ben satıcıyım. Bütün görüşlerin kitaplarını, dergilerini, gazetelerini bulundururum dükkânda, bir tür forum, dükkân bana hoşgörüyü öğretti...” (s. 120) Yazar yaşamın diyalektiğinin nasıl çarptığını gösterir; karakterini işinin belirlediği bir esnaf, devrimcilik yapamaz. Kadınlar konusunda da bir esnaf olan Hasan’ın bu sözlerini not etmek gerek; bu sözlerden, her alandaki esnafın teşhisi için yararlanılabilir. Özellikle politikayı ve estetiği birer kelime dükkânına çevirmek isteyen liberalleri tanımak için...

Kişilerini sınıf ve tarih bilincinin ışığında çizen Yusuf Ziya’nın Yelda’yı tanımlama çabasına bakalım: “Yelda Nişantaş’lı, uygar, çağdaş, öğrenimi yüksek. İyi ama nedir onda aksayan? Hem istiyor, hem istemiyor, hem söylüyor hem söylemiyor, hem bencil hem bizcil, hem açık hem kapalı, hem gelenekçi hem başkaldıran...” (s. 157) Karşımızda kaprisli bir küçük burjuva beliriyor. Yazarın temel çabalarından biri, solculuğu arındırmaya, onu kirletenlerden ayrıştırmaya yönelik. En sert eleştiriyi küçük burjuva solculuğuna getiriyor; koşulların zorlaşmasıyla veya fırsatların çıkmasıyla dönekleşme böyle bir sınıfsal belirleyiciliğin ürünü. Emekçi dünyası, bunun paralelinde pratiğin, hayatın dünyası değerlendirmenin temel ölçütü. Bilgi de bu dünyada etkili olduğu ölçüde anlamlı. Kerem Toprak’ın yaşam muhasebesinde kaydettiği çıkarımlardan biri de budur. “Nice kişiler biliyordum, okuması yazması kıttı, ama her vuruşta baltanın ağzını sıçratan köknarlar gibi sert, sağlam ve bilinçliydi. Çok bildiği için serseri mayınlar gibi gelişigüzel yüzen kimse yerine, bildiğini çok iyi bilen, özümseyen kişiyi yeğ tutmuşumdur.” (s. 71) Rahat koşullarda yetişmiş gençlerin, yalnızca okuduklarından öğrendikleriyle atıp tutmalarına, revizyonist, oportünist diye suçladıklarına saldırmalarına, TİP’i basmalarına eleştiri getiriyor... Halkı tanımıyorsunuz, çatışmaların niteliğini bilmiyorsunuz diyor...

KÖY ENSTİTÜSÜNDEN SOSYALİST MÜCADALEYE

Yusuf Ziya’nın romanı halkçı bir nitelik taşıyor. Köy enstitülerinden gelen yazarların halkçı çizgisi, yazarın tarih ve sınıf bilincinin katkısıyla zenginleşiyor. Kitapta köy enstitüsü yıllarından esintiler de var. Kerem Toprak çocukluğunu anımsıyor sık sık. Roman aynı zamanda ülkesine, geçmişine, topraklarına duyulan yoğun bir özlemi dile getiriyor. Yazarın anlatımı bu özlemin yoğunlaştığı anlarda duygulu bir yapıya bürünüyor. Köy enstitüleriyle ilgili şu simgesel parçayı aktarmak istiyorum: “‘Bakacaksın!’ dediler, ‘duyacaksın, konuşacaksın!’ Bir pencereden bakmaya başladık sonra. ‘Daha bağırın daha, hep birlikte, söylesenize bee!’ Söyledik uzak, dumanlı, buğday ve postal kokulu. Bir pencereden bakmasını bilen düşünmesini de bilirdi. (...) Düşünmesini bilen karşı çıkmasını da bilirdi, karşı çıkmaya başlamıştım. (...) Benim o zaman baktığım pencereden fabrika görünmüyordu.” (s. 78)

Bu parçada Köy Enstitülerinde zorlayıcı bir eğitimle çizilen geleceğinin ipuçlarını buluyoruz. Askerî yöntemleri aratmayacak, yazar “postal kokulu” diyerek bunu çağrıştırıyor, eğitim koşullarında açılan bir pencere. Kerem Toprak, o pencereden fabrikanın görünmemesinin eksikliğini, okuyarak, sosyalist mücadeleye, sendikaya, partiye girerek kısa sürede gideriyor.

Açılın Kapılar’da zengin bir yaşamın gözlemlerine dayanan çok ilginç tiplerle karşılaşıyoruz. İşini mükemmel yapan toprak emekçisi Hacıbey bunlardan biri. Yazar bu tipte burjuva güzellik anlayışını da çürütüyor. Güzel Hacıbey’i şöyle betimliyor: “Hacıbey güzel adamdı, çopur yüzü, kör gözü güzelliğine güzellik katıyordu. Gözü iki olsaydı sözgelimi çopur da olmasaydı sanmam ki böyle çarpıcı bir yüzü olsun.” (s. 75) Çubuğu emekçiden yana büküyor.

NAZİLERDEN SIRADAN ALMAN İNSANINA KALAN

Romanın başında Kerem Toprak, Alman kahvehanelerini sınıflandırırken, neo-nazilerde babasını döven jandarmayı gördüğünü anlatıyor: “Ve ben bu kahvelerin önünden geçerken (neo-nazilerin kahveleri-b.s.a.) köye gelen, kırk yıl önce, başgedikliyi anımsarım hep, babamın sırtına binmişti. Bir potinleri kalmış aklımda başgediklinin durmadan babamın kasıklarına inen, bir de ceketindeki parlak düğmeler.” (s. 18) Kitabın ortalarında, yine o yıllardan bir olayı anımsıyor; İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşı nedeniyle enstitüdeki öğrenciler köylerine gönderiliyor. Çocukların karanlık ve yağmurlu bir gecede, Almanların bombalarından korkarak köylerine gitmeye çalışmaları ustalıkla anlatılmış. Sığındıkları bağ kulübesinde gördüğü rüyayı şöyle anımsıyor Kerem Toprak: “Düşümde hep onları gördüm; bir manga Alman askeri bize, kulübeye doğru geliyordu, sıra halinde. Ayakları birlikte kalkıyor, birlikte iniyordu, üstümüze üstümüze yürüyordular; salt çizmeydiler. Çizmelerin altı safi demirdi, kabaralar sivri sivriydi, bastıkça kan fışkırırdı battığı yerden! Silâhların namlu delikleri tünel kapısı gibi geniş ve karanlıktı ve biz o karanlığa doğru kayıyorduk...” (s. 88) Bu düş romanın sonunda, bütün bir Alman toplumunu, bütün bir kapitalist sistemi simgeleyecek genişlikte tekrar karşımıza çıkıyor. Piknikte buluşan göçmenler, Naime Hanım’ın ülkeden gelen malzemelerle gün boyu özenle pişirdiği kuru fasulyeyi iştahla yemeye hazırlanıyorlar. Tam o sırada, piknik yaptıkları evin Alman sahibesi işten dönüyor ve bahçede yemek pişirmek için yakılan ateşi görünce, çok sinirleniyor. Ateşi söndürmek için, yemeğe aldırmaksızın su sıkıyor, fasulye tenceresi devriliyor, piknik simgesel bir yıkımla sonuçlanıyor. Ülke özlemleri çiğnenen insanlar kalıyor orta yerde.“Güneş batmış, bir alaca karanlık sarmıştı her yeri. Önce uzamış otlardan ve sınırlaşmış ardıçtan bir şey görmemiştik, uzaklardan çan sesleri geliyordu. Dalgın dalgın yürüyorduk hiç konuşmuyorduk birden gördük yeşil-kahve karışımı bedenlerden aşılmaz bir duvar örülmüştü dört bir yanımıza sonra duvardan bir kaya kaydı sanki yuvarlandı geldi Ünal’ın yanında durdu Sevgi’yle eleleydiler Sevgi’yi geriye itti Ünal’ı çekti kendine ve ‘çat!’ diye bir ses duyduk Ünal’ın ellerinde konuşamıyorduk bağıramıyorduk bir filmin son görüntüsüydük sanki durdurulmuş...

Başlarında miğferdi parlayan, iri mi iriydiler. Salt çizmeydiler, silahlarının namlu delikleri tünel kapısı gibi geniş ve karanlıktı ve biz o karanlığa doğru kayıyorduk...” (s. 162)

Kitabın son parçası, İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşı’nda çocukları okulundan eden ve gece yarısı yollara düşüren faşist Alman askerinin imajıyla benzerlik kuruyor. Çocukluğunda korktuğu bir düşlem olan Alman faşizmini, yıllar sonra o ülkede yaşarken daha yakından kavrıyor yazar ve bunun hiç ortadan kalkmadığını, yaşamın her alanını kuşattığını görüyor. Sonunda o toplumu bir hapishane ve kendilerini de bu karanlık hapishanenin nereye kaçacağını bilmeyen tutsakları olarak çizerek romanı bitiriyor.

Bu sonla, bugün, romanın yazıldığı yıllardan daha da çok kapitalizmin hapishanesine çevrilmiş bir dünyada “Açılın kapılar!”ın, kurtuluş arayan insan için ne kadar yakıcı bir özgürlük çığlığı olduğunu derinden hissediyoruz.