Yeni YÖK’ten alternatif akademilere

YÖK’ün bu yıl Mayıs ayında yayınladığı Vakıf Yükseköğretim Kurumları isimli raporun giriş yazısında dikkatimi çeken “Yeni YÖK” vurgusu olmuştu ama çok da üzerinde durmamıştım. Sonra, bu 6 Kasım’da, yani YÖK’ün 37. kuruluş yıldönümünde “Yeni YÖK” olduklarını resmen ilan ettiklerini1 gördüğümde artık bu iddiayı ciddiye almak gerektiğini düşündüm ve okumaya devam ettim. 2014 yılında Yekta Saraç’ın başkanlığı ile birlikte bu dönemin başladığı söyleniyordu. Aslında yazıda döneme yeni sıfatını eklemeyi gerektirecek bir şey yoktu; bursları artırmak, Bologna sürecinde başarılı olmak, kalite kurulunun kurulması vs. vs. vardı sadece. Açık ki, yıllardır YÖK’ün gündeminde olan bu ve benzeri uygulamalardaki en fazla nicelik değişimleri bir dönemi yeni yapmaz. 

Bence YÖK gerçekten yeni bir dönemde ama bu ne kendi sıraladıkları gerekçeler yüzünden böyle adlandırılabilir, ne de bu dönem Yekta Saraç’la başladı. Aslına bakılırsa, yeni dönemin 2007 yılında Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanlığı ve Yusuf Ziya Özcan’ın YÖK başkanlığı ile başladığı ve dönemin ayırt edici özelliklerinin piyasalaşma ve dinci gericilik olduğu söylenebilir. 

Gerçekten de, Vakıf Yükseköğretim Kurumları raporunda 76 vakıf üniversitesi veya yüksekokulundan 52 tanesinin 2007’den sonra kurulduğu görülüyor (şimdi bu sayı 53). 1984-2006 arasında 23 yılda 24, 2007-2018 arasında 12 yılda 52 özel üniversite! Üstelik 15 Temmuz sonrası kapatılan 15 vakıf üniversitesi de bu sayının dışında. Zaten YÖK başkanı da bu kurumları “ülkemizin yükselen değerleri” olarak tanımlıyor. Elbette bu işin sadece bir yönü; bir de kamu üniversitelerindeki piyasalaşma sorunu var. Gül-Özcan ikilisi 2007 yılında işbaşına geldiklerinde önlerinde birkaç ay önce hazırlanmış ve YÖK strateji raporu olarak bilinen “Türkiye’nin Yükseköğretim Stratejisi” isimli çalışmayı bulmuşlardı. Bu “rapor/kitap”a yükseköğretimin piyasalaşmasının teorik temeli gözüyle bakılabilir. “Farklı kanallarla gelir sağlanması”, “döner sermaye kazançları” gibi başlıklarla yükseköğretimin piyasaya açılması; “eğitimden yararlananların, öğretim faaliyetlerinin finansmanına katılım biçim ve miktarı” denerek öğrenci harçları; “emek piyasasının taleplerine duyarlılığın artırılması” başlığıyla sermayenin gereksinimlerine göre eleman yetiştirilmesi konusu teorize edilmişti. Evet, rapor Erdoğan Teziç döneminde hazırlanmıştı ama uygulamaya geçirilmesi önce Özcan, sonra Saraç’a kısmet oldu. (Bu raporun yazarlarına dikkatinizi çekmek isterim çünkü çok sayıda saygın akademisyen var. Bazılarına neden bu raporu hazırladıkları sorulduğunda “ben sadece kendi bölümümü hazırladım” diyor ama kitapta ayrı ayrı bölüm yazarları yok, künyede hepsi tüm rapordan sorumlu gözüküyor).

Gericiliğin üniversitelerde egemen hale gelmesi yine Özcan dönemine denk gelir. Bu ideolojiye yakın bir vakfın hazırladığı bir raporda (YÖK’ün 30 Yılı) Gül-Özcan ile birlikte YÖK’ün baskıcı bir dönemden çıkarak “normalleşme” dönemine girdiği söylenmektedir. Aynı zamanda “özgürlükçü” olarak nitelenen bu dönemde, eğer özgürlükse, sadece İslami anlamda özgürlük getirilmişti. Neydi bunlar?   Türbanın üniversitede kullanımının serbest olması, üniversiteye giriş sisteminin değiştirilerek imam hatip liselerinin önünün açılması ve şeriat eğitimi veren yabancı üniversitelerinin diplomalarının geçerli sayılması. Elbette bunlar sadece başlangıçtı;  sonuç, duayla açılan üniversiteler, kadına oy vermeyeceğini söyleyen dekanlar, yerleşkelerde yuvalanan tarikatlar vs.

Dediğim gibi evet yeni bir YÖK var ama bu “yenilik” Yekta Saraç’la başlamadı, AKP’li bir cumhurbaşkanının atadığı ilk rektör olan Yusuf Ziya Özcan’la başladı ve sürüyor. Peki, hiç mi özelliği yok Yekta Saraç’ın tarihe geçecek? Var elbette, kendisi YÖK başkanıyken üniversite tarihinin en büyük tasfiyesi gerçekleşti Türkiye’de. Dünya tasfiye tarihindeki tam yerini bilemem ama Nazi Almanya’sı dışında başka bir rakibi olabileceğini pek sanmıyorum. Şöyle bir karşılaştırma yapayım, 15 Temmuz’dan sonra 5000’e yakın öğretim elemanı üniversitelerden uzaklaştırılırken, 12 Eylül’de tasfiye edilen öğretim üyesi sayısı, SETA raporuna göre, 73 idi. Bu açıdan bakıldığında YÖK’ün son yayınladığı kitaplardan olan “15 Temmuz ve Türk Yükseköğretimi” de incelenmeye değer.  YÖK, rektörlüklerin 15 Temmuz ile ilgili ne gibi etkinliklerde bulunduklarını sorup, yanıtlarını bir kitap biçiminde yayınlamış ve bir de değerlendirme yazısı eklemiş. Bu soru rektörlüklere sorulduğuna göre doğal olarak aklınıza akademik çalışmalar geliyor değil mi? Yani 15 Temmuz ve sonuçlarını sosyolojik, psikolojik, kamu yönetimi gibi açılardan inceleyen ve sonuçlarını tarafsız bir biçimde sunan çalışmalar beklenir değil mi? Çok beklersiniz; işte günümüz Türkiye akademisinin durumunu yansıtan çalışmalardan örnekler (Bazı konuşmacılarla ilgili bilgileri Rıfat Okçabol’un yazısından2 aldım): 

- Adnan Menderes Üniversitesi’nde, Cumhurbaşkanı Erdoğan'a gazilik unvanı verilmesi için Meclis'e kanun teklifi sunan AKP İstanbul Milletvekili Metin Külünk, “15 Temmuz Destanı ve Yeni Türkiye” hakkında; “Gezi protestoları, dinsizlerin işi” ve "Karma evleri savunanlar veled-i zina toplumunu savunanlardır." sözleriyle tanınan Rotterdam İslam Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Ahmet Akgündüz, “15 Temmuz İhanet Darbesi ve İslam’ın Geleceği” hakkında; bir diğer yazar da “Peygamber Efendimizin Örnek Hayatı” hakkında konuşmuş! 

- Amasya Üniversitesi’nde, Siirt'te kadınlara yönelik bir programda türkü okuyup Peygamber için söylenen “salavat”ı Erdoğan'ın ismi ile birleştirip “Recep Tayyip Erdoğan, Salli Ala Muhammed” demesiyle tanınan Prof. Dr. Yasin Aktay, “15 Temmuz’un Sosyolojik Yansımaları” hakkında konuşmuş!

- Bitlis Eren Üniversitesi’nde “(...) akşam namazına müteakiben, Kuran’ı Kerim tilaveti” ile başlayan programda, ilahiler söylenmiş. Mevlit programında eller semaya açılarak dua edilmiş. 

- Kocaeli Üniversitesi’nin, Kocaeli Müftülüğü işbirliğiyle gerçekleştirdiği panelde,  “Dini Değerlerin İstismarı ve İstismar Hareketlerine Göre Müslümanın Duruşu” ile  “Değerlerimiz; Özgürlük, Vatan, Millet, Bayrak, Ezan, Sala, Şehitlik” üzerine konuşulmuş! 
Yetmemiş, işi AKP Genel Merkezi’ne kadar taşımışlar:

- Afyon Kocatepe Üniversitesi yönetici ve öğretim üyeleri AKP Genel Merkezi’ndeki bir konferansa katılmışlar,

- Ondokuz Mayıs Üniversitesi’nden bir grup akademisyenin “hazırladığı resim ve afiş tasarımları hain darbe girişiminin yıldönümünde AKP Genel Merkezi’nde sergilenmeye” başlamış.

Ve bunların hepsi akademinin etkinlikleri olarak sunulmuş! 

Kitapta yer alan genel değerlendirme yazısında 15 Temmuz sürecinin Rusya ile ilişkilere olan etkisinden bile söz edilirken, tarihin en büyük akademisyen tasfiyesi sanki olmamış gibi davranılmış. Sadece 15 vakıf üniversitesinin kapatıldığı yazıyor, o kadar. Hani bu kitabı başka bir kurum, örneğin Gelirler Genel Müdürlüğü, hazırlasa anlarım ama YÖK hazırlayınca iş biraz komik oluyor. 

Dikkat çeken nokta, YÖK’ün sürekli kendini soruşturma ve tasfiyelerden ayrı gösterme gayreti olsa gerek. Soruşturmaların rektörlüklerce ildeki ilgili diğer kurumlarla işbirliği içinde yürütüldüğünü kitapta özelikle vurgulamaya özen gösterdiği gözden kaçmamakta. Hatta OHAL sonrası kamudan ihraçlara üç yıl daha olanak sağlayan ve YÖK’ü yetkili kılmaya çalışan yasa tasarısı komisyonda görüşülürken, toplantıya katılan YÖK başkanvekili Safa Kapıcıoğlu, “bu yetkiyi bize vermeyin” demişti.3 Ancak, bu çabaların hiç biri YÖK’ü ve yöneticilerini sorumluluktan kurtarmaz; 5000’e yakın akademisyen sorgusuz sualsiz ihraç edilsin ve bu konudaki en üst kurum “benimle bir ilgisi yok” desin. Böyle bir savunma asla kabul görmeyecektir. 

Önerim, konuyla yakından ilgili olmasanız bile bahsettiğim bu rapor/kitapların pdf’lerini bir yerlere kaydedin. Hepsi ilgili sitelerde var. Kaydedin diyorum çünkü bunların hepsi birer ibret vesikası (bu durumda belge sözcüğü tam oturmuyor).  

Tabii tasfiyelerden söz ederken “barış bildirisi” olarak bilinen “Bu Suça Ortak Olmayacağız” başlıklı bildiriyi imzalayan akademisyenlere ayrı bir sayfa açmak gerekiyor. Akademiden tüm tasfiyelerin yaklaşık onda birini oluşturan bu grup, sanırım direnç gösteren tek toplam. Bırakın pişmanlığı, sorun ettikleri, Prof. Dr. Cengiz Erçin sözleriyle “üzüntülerinin imza ile ölümleri durduramamaları”. İmzacıların kurduğu çeşitli alternatif akademilerin ilki ve en etkini deneyimlerini Kocaeli Dayanışma Akademisi’nin İlk Uzun Yılı başlığı ile kitaplaştırdı. En etkin dayanışma akademisi olmaları belirlemesini sadece ilk kurulan olmalarına dayandırmıyorum, bence onlara bu özelliği veren esas etmen bileşenlerinin kararlılığı; çoğu daha önceki akademi mücadelelerinde bu söylediklerimi kanıtlamıştı.  Zaten, deneyimleri kitap haline gelebilecek yoğunluğa erişen de sadece Kocaeli Dayanışma Akademisi (KODA) oldu. 

Tabii burada şu noktayı iyi belirlemek gerekiyor, KODA veya diğer alternatif akademiler dayanışmayı mı ön planda tutacaklar, akademi olmayı mı? Sanki ikisi birbirini tamamlar gibi gözükse de, ileriye gidebilmek için bu sorunun net bir yanıtı gerekiyor; önceliğin hangisinde olacağına karar vermek gerekiyor. Şunu da belirtmeliyim ki, verilecek yanıt, diğer seçeneğin bütünüyle reddi anlamına da gelmeyecek. 

Evet, kitapta da belirtildiği gibi ortada ciddi bir finansman, daha doğrusu geçim sorunu var. Eğer bu sorun akademik çalışmayla aşılacaksa, ya ısmarlama proje yapmak ya da çeşitli kurslar düzenlemek gerekiyor ve bu kursların da, açıkça söylemek gerekirse alıcısı olmak zorunda. Diğer türden seminerler sadece grubu bir arada tutmaya yarar, o kadar. Bu da geçici olacaktır.

Daha önceki alternatif akademi deneyimleri bence iyi birer seminer programı uygulamaktan öteye gidemedi. Yanlış anlaşılmasın, çok iyi seminerler yapıldı, en azından ben çok yararlandım katıldıklarımdan, ama o kadar. Hiçbiri gerçek bir akademi düzeyine evrilemedi. Üstelik onlarda geçim sorunu da bu kadar yakıcı değildi.     
Akademi olabilmek için, sanırım şu iki işten birini yaşama geçirebilmek gerekiyor. Birincisi, doktora düzeyinde bir eğitim gerçekleştirebilip, sonuçta verilecek belgenin uluslararası tanınırlığını sağlamak. Çok güzel ama aynı zamanda da çok çok uzun zaman gerektiren bir düşünce bu: belirli sayıda üst düzey programı tamamlayacaksın ve sonrasında tanınırlığı bekleyeceksin; bayağı bir süre ve dayanma gücü gerekir. Üstelik bu güç de sadece maddi güç değil.  
İkincisi ise üst düzey bağımsız çalışmalar üretebilmek. Bence farklı disiplinlerin zorunlu olarak bir araya geldiği alternatif akademiler böyle bir işe uygun, yeter ki akademileri oluşturanların bu düzeyde bilimsel çalışma pratikleri olsun. 
KODA’nın kitabı bahanesiyle bunları yazdım ama düşüncelerim sadece KODA’ya yönelik değil, diğer dayanışma akademileri için de aynı şeyleri söyleyebilirim. 
Konumuza dönersek, bence KODA güzel bir kitap hazırlamış. Kitabın başında bahsettiğim sorunları da tartıştıktan sonra ilk yıl verdikleri seminerleri yazı halinde eklemişler. Çok da güzel olmuş, keyifle okunuyor.

Neyse, “YÖK’ten alternatif akademilere” bu konuyu daha çok okuruz, tartışırız gibi görünüyor.
 
1http://www.yok.gov.tr/web/guest/yeni-yok-degisen-vizyonuyla-37-yasinda
2http://haber.sol.org.tr/yazarlar/rifat-okcabol/yokun-15-temmuz-kitabi-247011
3https://www.artigercek.com/haberler/yok-ten-ihrac-duzenlemesine-yetki-itirazi

- Vakıf Yükseköğretim Kurumları 2018

- Türkiye'nin Yükseköğretim Stratejisi 2007

- 15 Temmuz ve Türk Yükseköğretimi 2018

YÖK yayınları satılmıyor, sitede PDF'leri var.

YÖK'ün 30 Yılı. Bekir S. Gür, Zafer Çelik. SETA 2011.

Satılmıyor, sitelerinde PDF'si var.

Koceli Dayanışma Akademisi'nin İlk Uzun Yılı. Dipnot, 2018.

Etiket fiyatı 35 TL.