Yeni bir Cumhuriyet için

Sık sık, çoğunlukla çarpıcı bir benzetme olduğunu varsayarak, “yeni ortaçağ”, demiştik; son yaşadıklarımızdan sonra, artık şöyle söyleyebiliriz; yeni değil, yeniden ortaçağ. Basit bir sayım ve matematik gerektiren bir seçimin sonucunun güvenilir biçimde ortaya konmadığı bir dünyada, atı alanın Üsküdar’ı geçmesi ve bunun tescillenmesi girişimleri, en çok ortaçağ dünyasını anımsatıyor. Toplumsal hareketlilik, sınıf çatışmaları, devrimler, geniş kitlelerin toplumun kaderi üzerinde egemen olma çabalarını somutlayan politika mücadelelerinin temel niteliklerini oluşturduğu modern çağın kapatıldığını, yeniden ortaçağ benzeri kan, kılıç, eşkıyalık, saray düzeninin hakim kılınmaya çalışıldığını görüyoruz. Kılıcın yerini tüfekler ve toma’lar almış, kan’ın ayrıcalığını kutularda istiflenen para sağlamış, halkın emeğini çalmak için kurulan tezgâhın adına yeni adlar aranmıştır…

Ortaçağın kapanışını müjdeleyen felsefeden, düşünüyorum o halde varım’dan, tapınıyorum o halde varım’a trajikomik bir gerileme… Sarayları yıkarak topluma eşitlik, özgürlük ve kardeşlik getirme arayışının düzeni Cumhuriyet’ten, bayağı Hollywood filmlerinin dekorlarını andıran kaçak saraylar’da simgelenen padişahlık düzenlerine bir gerileme… Yüz yıllık, iki yüz yıllık hürriyet arayışını somutlayan tarihimizi paranteze alanlar, bizi yeniden ortaçağ’a mahkûm etmeye çalıştıklarını açık açık ilan ediyorlar.

YÜZ YIL SONRA YABAN

Yüzyılın başında yoksul halkımızın Kurtuluş Savaşı’yla kurduğu ve kazandığı ne varsa elinden geri almak istiyorlar. Çıkarının ne ve nerede olduğunu bilmeyen ümmi bir cemaat yaratma programını uygulamaya çalışıyorlar. Geçen yüzyılın başında cumhuriyetçi devrimciler, cemaat’ten bir halk, kul’dan yurttaş yaratmak için savaşmışlardı. Bu savaşın romanlarından birinde, Yaban’da, inkılâpçı aydın Ahmet Celâl, Kurtuluş mücadelesi karşısında hiçbir duyarlılık göstermeyen köylülere öfkeyle soruyordu:

“-İnsan Türk olur da, nasıl Kemal Paşa’dan yana olmaz?

-Biz Türk değiliz ki, beyim.

-Ya nesiniz?

-Biz İslâmız, elhamdülillâh… O senin dediklerin Haymana’da yaşarlar.”*

Yüz yıl sonra, bu köylülerin torunları, “insan Türk olur da, nasıl Cumhuriyet’ten yana olmaz?” sorusuna benzer bir cevap verdiler. Bir millet değil, cemaat; halk değil, tebaa olduklarını ilan ettiler. Türkiye, Haymana’nın berisi ve ötesi, haritalarda kırmızı ve sarı olarak ikiye bölündü.

Yüz yıl önce cumhuriyetçi aydın, çoğunluğunu cahil köylülerin oluşturduğu bu cemaat içinde tek başınaydı, bir “yabandı”. Bugün, “yeniden ortaçağda” ise, cumhuriyetçiler, 16 Nisan 2017 sayılamayan sandık sonuçlarına göre bile, milyonlardır. Cemaati aşan bir toplum’dur. 16 Nisan, Türkiye’nin içinde iki tür toplumsal yapının bulunduğunun ipuçlarını vermiştir. Yeniden ortaçağ, diyen ve Yaban’ın köylülerinden bile daha geri bir cemaat topluluğu ile, yeni bir cumhuriyet için mücadele etmeye hazır ve kararlı bir yurttaşlar toplumu nicelik ve nitelikleriyle ortaya çıkmıştır. Türkiye asıl bu eksende bölünmüştür ve bu bölünmenin, tarihin düğümünü çözecek, verimli, geliştirici bir çelişkiye kaynaklık ettiğini söyleyebiliriz. Yüz yıl sonra “yaban” kavramı, tarihin ironisiyle yer değiştirmiştir. Yeniden ortaçağ diyenler, sayıları milyonları bulsa da, hayır diyen cumhuriyetçi halk karşısında artık “yabandırlar”.

PADİŞAH TUĞRASINDAN HEYKEL

Cehaletiyle, yaşam biçimiyle, padişah tuğrasını heykel yapacak ölçüde pervasız çirkin estetiğiyle, kadına bakışıyla, bugünün ve geleceğin dünyasında yaban’dırlar. İktidarı elinde tutan sınıfın, imam hatip okulu, penguen medyası, bestseller edebiyatı ile cehaleti bütün toplumu saran bir cerahat gibi yayma girişimi de başarısız olmaya mahkûmdur. 16 Nisan’da cumhuriyetçilerin çalınan zaferi, bütün kuşatmaya rağmen hayatın diyalektiğinin hükmünü yürüttüğünü kanıtlamıştır. Cehaletin yenilgisini, hayatın gerçeklerine kafasını ve yüreğini açan yurttaşların direnişi ve mücadelesi sağlamıştır.

Bu mücadelenin geleceğinde yeni bir cumhuriyet vardır.

“Evet” diyen Yaban’ın köylülerinin torunları demiştim, bu akrabalığı kan’a dayalı olarak almamak gerekir. Çünkü, Cumhuriyet, daha kuruluşunda yıkılışının çelişkilerini taşıyordu. Bir emekçi cumhuriyeti değil, kapitalist cumhuriyetti. Kapitalist sınıf, iktidarı ele geçirdikten sonra, Yaban’ın köylülerini şehirlere sürüp işçileştirirken, onları bilinçli, hakkını arayabilen özgür yurttaşlara değil, ağzı var dili yok iş aletlerine çevirmek istedi.

ONUNCU YILDA ÇÖKÜŞÜ GÖRMEK

Yakup Kadri, Yaban’la aynı günlerde 1933’te, cumhuriyetin onuncu yılında bir başka kitap daha yazmıştı: “Büyük İnkılâp Küçük Politika”. Kadro dergisinde yayınlanacağı ilan edilen bu kitap uzun yıllar yayınlanmadı. Gün ışığına çıkmak için Yakup Kadri’nin ölümünü bekledi, 1975 yılında Milliyet gazetesinde tefrika edildi. Yakup Kadri, cumhuriyeti yıkılışa götüren çelişkileri daha onuncu yılında görmüştü ve bunun ürküntüsüyle şöyle yazmıştı: “İnkılâp daha on yaşında. Fakat, şimdiden, bünyesinde ihtiyar bir bünyenin bütün zaaflarını taşıyor. Bu halin, yalnız benim nazarı dikkatimi celbetmiş olduğunu iddia edemem. Bunu herkes benim kadar görüyor, benim kadar hissediyor.”** Şunu da not etmeden duramamıştı: “Bizde inkılâp hamlesine, daima, iki türlü irticanın kemend vurduğu görülür. Bunlardan biri medresenin, öbürü Babıâli’nin mahsulüdür.” (s. 157) Babıali’de simgelenen Osmanlı bürokrasisi, Avrupa devletlerinin iradesini kabul eden, bütün iyilikleri kapitalist Batı’da bulan, aşağılık kompleksi içinde idare-i maslahatçılık yapan bir yönetici kadroydu. Bu kadro ile imam hatiplerle ihya edilen medrese, iktidarı adım adım yeniden ele geçirdi. Bugünün Babıali gericilerinin ideolojik temsilcileri, Akp’yi, “yetmez ama evet” diye alkışlayan liberallerdir.

Yakup Kadri, o yıllarda yayınlanmayan eserinde, kuruluşta yıkılışın belirtilerini taşıyan cumhuriyetle ilgili şu cümleyi de yazmıştı: “İnkıraza uğrayan her cemaatte ‘bizantinizma’ ilk dağılış ve çürüyüş alametidir.” (s. 164) Daha onuncu yılında, kapitalist sınıfa dayalı bir cumhuriyette, ihale, komisyon, kayırma dalavereleri ortaya çıkmışsa, bu “dağılış ve çürüyüş” alametidir, diyordu.

CUMHURİYETİ YAŞATMAK İÇİN İNKILÂBI SÜRDÜRMEK

Yakup Kadri 1933 yılında şu acı gerçeği yazıya geçirmiştir: “Demek ki, başlayan bir tarihin tahlilini yapıyoruz. Ve bu tahlili yaparken o anda en müthiş inkıraz unsurlarından birini buluyoruz. Bu, merak ve endişe ile tetkik olunacak bir hadisedir.” (s. 165) O yıllarda bu tahlilin gereklerini yerine getirmek için “inkılâp bitmedi, onu heyecanla ve bilinçli kadrolarla sürdürmek gerekir” diyen Yakup Kadri, Şevket Süreyya ve arkadaşları Kadro dergisini çıkarıyorlardı. Kapitalist sınıfın politikacıları bu dergiye ancak üç yıl tahammül ettiler, kapanışında doğrudan doğruya İş Bankası’nda odaklanan sermaye çevresinin parmağı vardır.

Yakup Kadri, yayınlanmayan kitabında saptadığı gerçeği, roman yaptı; adına Ankara demişti. İktidarın şehrinde, kuruluşunun baharında Cumhuriyet’teki çürümeyi gösteriyordu.

Otuzlu yıllarda, Kadro dergisi benzeri, cumhuriyetin erken başlayan çürümesini ve çöküşünü durdurma girişimleri vardır. İsmail Hakkı Tonguç, Hasan Âli Yücel ve bir avuç cumhuriyetçi aydının kurmayı ve altı yıl geliştirmeyi başardığı Köy Enstitüleri’ni bunun en verimli örneklerinden biri olarak alabiliriz. Ama çok kısa sürmüş, kapitalist sınıf ve büyük toprak ağaları eliyle kapatılmıştır. Köy Enstitüleriyle, Anadolu’yu cehaletten kurtaracak ve halkı yurttaşa dönüştürecek aydınlanma tohumları ekilmiştir.

“Bozkırdaki çekirdek”, zor koşullarda yeşermiş ve harikulade ürünler vermiştir. Türkiye’nin 60’ları ve 70’lerinde, iki darbeyle önü kesilmeye çalışılan bir aydınlanma rüzgârı esmiştir.

16 Nisan öncesi ve sonrasında yaşananlara bakarak, tarihimizde önemli bir uğrakta bulunduğumuzu söyleyebiliriz. Kendisine giydirilmek istenen ortaçağ gömleğini yırtıp atan cumhuriyetçi bir halk vardır. Yıkılanın yerine daha iyisini, kurulduğu gün çürütmeye başlayan kapitalist sömürüye meydan vermeyen emekçi bir cumhuriyeti kurmak için mücadeleye hazır milyonlar vardır.

Yüz yıl önce 1917’de Ekim Devrimi ile 1920’de Cumhuriyet Devrimi’nin yaptığını sentezleyerek ve aşarak daha mükemmel yapmak için devrimcilerini arayan bir cumhuriyetçi halk vardır. Yüz yıl önce ümmetten bir halk yaratan bir avuç inkılâpçının başardığını, bugün yüz binler olan devrimciler neden yapamasın?

*Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Yaban, İstanbul, İletişim, 1998, s. 173.

**Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Atatürk, İletişim, İstanbul, 2007, s. 146