Western: Almanya'dan 'neo-realist' sinema geleneği mirasçısı bir film

Bu yılki Istanbul Film Festivali Uluslararası Yarışmada en büyük ödül olan Altın Lale’yi kazanmış Alman-Bulgar ortak yapımı Western, Başka Sinema zinciri içindeki bağımsız sinemalar üzerinden dün (Cuma) sınırlı ölçekte vizyona girdi.

Bu köşede daha önce de pek çok yazımda mercek altına aldığım filmlerinin “sınırlı ölçekte” vizyona girdiği ibaresini kullanmıştım. Ancak Western, Başka Sinema standartlarına göre bile çok sınırlı ölçekte vizyona giriyor: yalnızca üç şehirde toplam yalnızca dokuz salonda; örneğin, Istanbul’un Avrupa yakasında bir tek Beyoğlu/Pera Sineması salonlarında.

Alman Film Eleştirmenleri Derneği tarafından 2017’nin En İyi Filmi seçilmiş olan Western, isminin ilk duyuşta yaratacağı izlenimin aksine bir “kovboy filmi”, hatta janr sineması kapsamında bir film değil.

Bulgaristan’da bir hidroelektrik santral inşaatında çalışan bir grup Alman işçi ile yöredeki Bulgar köylüler arasındaki ilişkileri perdeye getiren film, hem amatör oyuncular kullanması, hem de ‘sıradan’ (olağanüstü olmayan) insanların yaşam pratiklerini konu alması açısından bir zamanlar “neo-realist” olarak adlandırılmış sinema geleneğinin miraşçısı gibi duruyor.

Yönetmen-senarist Valeska Grisebach filmine “Western” adını vermiş olmasının sebebini bir yönüyle, klasik western filmlerinin maskülen erkek karakterler etrafında dönmesi olarak açıklamış kendisiyle yapılan söyleşilerde.

Kuşkusuz GrisebachI’ın bu filminin gerek kimi karakterizasyonları, gerekse genel anlatısının bazı yönleri ile klasik western filmleri arasında dolayımlı paralellikler tespit etmek olanaklı ama kanımca Western’in güçlü yönlerini, kısaca değerini bu bağlantıya indirgemek filmin hakkını tam olarak vermemek olur. Kaldı ki, Western ile klasik westernler arasında sinema dili, anlatım açısından dağlar kadar fark var.

Western’de konuk Alman işçilerin bazıları, Bulgaristan’a veya en azından Bulgaristan’ın bu ücra yöresine tepeden bakarken, hatta biri bir Bulgar kadını taciz ederken, başkarakter olan Meinhard adlı bir diğeri ise aralarındaki dil bariyerine karşın Bulgar köylülerle usulca beşeri ilişkiler kurmaya yöneliyor, onların sosyal yaşamlarına misafir olarak katılıyor, hatta giderek bir Bulgar kadına gönlünü kaptırıyor.

Bu bir cümlelik konu özeti, “farklı kültürlere, ‘ötekine’ saygılı Batılı aydın” klişesini akla getirebilecek olsa da gerek senaryo, gerekse Meinhard’ı canlandıran Meinhard Neumann’ın performansı böylesi bir klişeden, daha doğrusu herhangi bir kaba temsilden uzak durmayı başarıyor.

Meinhard’ın geçmişi, motivasyonu hakkında pek bir şey bilmiyoruz çünkü kendisi hakkında birşeyler anlatmaya giriştiği nadir diyaloglar, bu diyalogların muhatabı Almanca bilmeyen Bulgarlar olduğundan, her iki dil arasındaki muhtemel ortak anahtar kelimeler içeren kısa cümleler ya da el kol hareketlerinden ibaret.

Kendisinin eski bir “lejyoner” olduğunu söylerken ciddi mi, uyduruyor mu tam belli değil, öte yandan bir müddet önce kardeşini yitirmiş ve onun acısını yüreğinde taşıyor olduğunu söylerken ise besbelli samimi.

Neticede Meinhard, “farklı kültürleri anlamaya çalışan” bir aydın tiplemesi değil, şu ya da bu sebeple besbelli hayatından bir miktar bezmiş ve dil ile iletişimin getirdiği komplike yaşam pratiklerinin ötesinde dilsel iletişimin asgariye indiği, örneğin uzun uzun muhabbet edemese de gece vakti açık havada bir rakı sofrasındaki beraberliğin parçası olabilmek gibi daha yalın ilişkiler içine gömülerek huzur arayan bir kişilik gibi duruyor.

Üstelik filmin son sekansının nasıl yorumlanacağına bağlı olarak bu çabanın sonuç vermesinin ne ölçüde olanaklı olduğunun filmde açık uçlu olduğu da söylenebilir.

Sonuçta Western, iki saatlik süresi boyunca herhangi bir büyük dramatik “olaya” yer vermeyip küçük küçük olaylar zinciri üzerinden ilerleyen, finalde de dramatik bir yere varmayan olaylar dizgesi içeren senaryosuyla günümüz sineması içinde belki biraz zorlayıcı ama sonuçta farklı bir deneyim yaratan, “şapka çıkarılacak” bir sinemasal bir çalışma.