Vicdani değil siyasi sorumluluk

Doğruyu yanlıştan ayırmanızı sağlayan, böylece kişisel tutumunuzu belirlemenize yardımcı olan bir öz gücünüz var. Buna vicdan diyoruz. Elbette içinde yaşadığımız toplumun değer yargıları, ahlaki kriterler, deneyimler, yaşanmışlıklar vicdani tutumunuzun nasıl olacağında belirleyicidir. Ancak anlık, o an için karşı karşıya kaldığınız duruma ilişkin tavırlarınıza ilişkin bir faktör bu vicdan. 

Yanıltıcı olma ihtimali de var. Sokakta karşılaştığınız bir kavgada, sizi bir an haklı-haksız bağlamından çıkarabilir. Kim dayak yiyorsa onun yanına itiverir sizi. 

Bu da sonuna kadar insanidir. Tersten gidersek, sokakta dayak yiyen biriyle empati kurmayan, ilk refleksi dayak yiyene yardım etmek olmayan birinin insanlığından söz etmek pek mümkün değil.

Toplumsal olaylar, süreçler ya da çatışmalarda alınacak tutum söz konusu olduğunda, vicdan kriteri, işte tam da bu nedenle çok yanıltıcı olabilir. Örneklerini yüzlerce kez yaşadık. Vicdan kriterinden yola çıkılarak, bir katil sürüsünün mağdur gösterildiğine, işbirlikçilerin korunduğuna, ülkesini ve halkını savunanların suçlandığına çokça tanık olduk.

Bu örnekleri saflık olarak, vicdan yanılgısı olarak tanımlamak fazla hoşgörülü de diyebilirsiniz. Varsın öyle olalım. Ya da, tüm bu örneklerde en vicdani olanını seçelim. 12 Eylül nedeniyle bütün yaşamı alt üst olmuş, yakınlarını kaybetmiş bir yurttaşın "darbecileri yargılayacağız" diyen iktidara yalnız vicdani nedenlerle de olsa destek vermesi olsun bir örneğimiz. Bu tutum karşısında ne diyebilirsiniz?

Ya da, her şeyini paylaştığı, çok sevdiği başörtülü arkadaşı bir gün okul kapısından içeri alınmayan bir öğrencinin "türbana özgürlük" şeklinde dışa vuran tepkisinin gayri insani olduğu söylenebilir mi? 

Aynı şey, Ergenekon konusunda da geçerliydi. Veli Küçük'lerden bahsediyoruz, düşünsenize... Aklı başında hangi insan bu tiplerin masum olduğunu söyleyebilir. Yüzlerce hafta Galatasaray Lisesi önünde faili meçhul evladı için nöbet tutmuş bir anneye anlatın bakalım derdinizi... 

Kolay değildi, kolay değil, bundan sonra da kolay olmayacak...   

Dün bir görüntüyle çalkalandı Türkiye... 

Hacı Lokman Birlik'in cesedini polis aracının arkasına bağlayıp yolda sürükleyen bir barbarlığın görüntülerini izlemek zorunda bırakıldık. 

Bu görüntü üzerine belki binlerce evde bir kez daha bir vicdani hesaplaşma yaşandı. Gözyaşları döküldü... 
IŞİD'in vahşet görüntülerinin, Suruç Katliamı'nın, Aylan'ın kıyıya vuran cesedinin ardından bir kez daha insani, vicdani, duygusal olmaktan da öte bir uygarlık sorgulaması yapıldı.
 
Bu satırların yazarı, tarihte çoğu zaman bu tür görüntülerin belirli bir amaç uğruna kullanıldığını, bazılarının birer mizansenden ibaret olduğu, hele ki görsellik çağında bu tür malzemelerin çok işe yarayabildiğini biliyor. 
 
O yüzden meseleyi vicdan kriterinden kurtarmayı öneriyorum. 
 
Hacı Lokman Birlik, elbette o görüntüyü hak etmedi. Hiçbir insan hak etmez... Ama o görüntünün oluşabileceğini de göze alarak, belki de tam da bu nedenle gönüllü bir mücadelenin içindeydi, hayatını kaybetti. Bilinçli bir tercihti, Hacı'nın yaptığı. Toplum, tarih, ulus kriterlerinden yola çıkılarak ulaşılmış bilinçli bir tercihin ürünü olarak bir kavgaya girişti ve katledildi. 
 
Benim bilinçli tercihim de, aynı kriterlere yaslanıyor. Yanına (belki Hacı'da da olan) bir sınıf kıstasını da ekliyorum. Vardığım sonuç, belki Hacı'nınkiyle aynı değil. Aynı hedeflere sahip değiliz, aynı mücadele yöntemlerini benimsemiyoruz. 
 
Hacı'dan farklı düşündüğüm, düşündüğümüz noktaları öne çıkarmak üzere yazılmıyor bu yazı. Bu bilinsin... O yüzden şimdi yazacaklarım Hacı da böyle düşünmüştür, diye okunmamasını tercih ederim. 
 
AKP rejimi nedeniyle Türkiye'de sermaye düzeni en büyük krizini yaşıyor. Bu rejimin yıkımı denen şeyin, yani AKP iktidarda olsun olmasın, kapıları 12 Eylül'le açılan bir paylaşım modelinin, buna uygun ideolojik şekillenmenin ve iktidar biçiminin nasıl yıkılacağı ve yerine ne konacağı sorusu beklenenden de sarsıcı oluyor, olacak. Çünkü mesele Türkiye'ye ait bir mesele olmaktan çıktı, bölgesel bir kriz halini aldı. Dahası, mesele Türkiye'ye hangi üretim ve paylaşım modelinin önerileceği sorununu da aştı, dünya kapitalist-emperyalist sisteminde dengelerin değiştiği bir dönemde, belirleyici ve sadeleştirici bir dış desteğin koşulları giderek ortadan kalkıyor. Bunu gören AKP ve Saray, bilinçli bir savaş siyaseti uyguluyor. Hedefi belli, yolları, yöntemleri belli. Ergenekon, KCK vb. dava süreçleri de bir politik tercihin ürünüydü. Net olarak karşısında yer aldık. Bu seferki tercih farklı ama hedef aynı...

Bu tabloyu öngörmüş olduğumuz için gururlanamıyoruz... Politik ve örgütlü bireyler olarak bizlerden beklenen var olanı değiştirme iradesidir. Bu müdahaleyi yapmadığınızda, yapamadığınızda bütün bahaneler ortadan kalkıyor. Hatta, daha yapısal sorunlarla karşılaşıyorsunuz. Yeni bir durum oluşuyor ve bu yeni durum sizi daha önceki pozisyonunuzdan da daha geri bir noktaya itiyor, yeni tespitler yapmanız kaçınılmaz hale geliyor. 
 
Yine de ısrar edeceğiz. Madem ki, bu yazının yazılmasına Hacı vesile oldu, vicdani değil politik tutumumuzda ısrar edeceğiz. 
 
Türkiye kapitalizminin bu büyük krizine müdahale etme çabasına devam edeceğiz. Hem oraya, hem buraya vurmayacağız. Bir noktaya yükleneceğiz.
 
"Saray yenilecek" tutumuzda ısrar edeceğiz. İnsanlığı yerlerde sürükleyen Saray rejimiyle gerçek bir kavga içinde büyüteceğiz mücadelemizi ve bedellerini göze alacağız.
 
Bu büyük alt üst oluş ve yıkım içinde Türk, Kürt, ve Arap emekçilerinin yurtsever ve aydınlanmacı birliği hedefimizden bir an olsun vazgeçmeyeceğiz. Emperyalizmin krizinin, bölge halklarına bir kurtuluş umudu yarattığının farkında olacak; bölge kaynaklarını uluslararası sermayenin masasına sunmak isteyenlerle ya da dinsel gericiliğin palazlanmasından medet umanlarla veya bu krizden devrim değil reform çıkaralım diyenlerle yılmadan mücadele edeceğiz. 
 
Sosyalizm seçeneğini bu kavga içinde gerçek bir toplumsal güç haline getireceğiz. Bu hedefe sahip kimse için kayıt tutmuyoruz. Dargınlığımız, kırgınlığımız yok. Herkesin bir hesap yapması gerekiyor. Ya bu kaotik, öngörülemez, bu bakımdan korkutucu ama muazzam olanakları da açan süreçte sosyalist mücadeleyi toplumsallaştıracak yollar üzerine hep birlikte kafa yoracağız ya da kendi dar dükkanlarımızda tuttuğumuz yıllanmış hesaplar belirleyici olacak. 
 
Hacı'nın cansız ve bir polis aracının arkasına bağlanarak sürüklenen bedeni emeğin iktidarını isteyen bizlere tek bir şey söylüyor: 
 
"Saray'ı yıkın!"