Türkiye solsuz, sol aydınsız

“Aydın” tartışmasını açmak zordur. Her şeyden önce tartışmayı açacak “uslu” bir gerekçeye ihtiyacınız vardır. Üstelik bu gerekçenin kırıcı olmaması, bir tartışmayı daha baştan boğmayacak şekilde ölçülü izah edilmesi gerekir.

Neyse ki Metin Çulhaoğlu, geçtiğimiz günlerde İleri’de yayınlanan bir yazısı ile aydın tartışmasını yeniden gündeme getirdi de biz de bu fırsattan istifade konuya değinmeye cesaret edebildik.

***

Bizim açımızdan tartışma konusu olanın solun aydınları olduğunu belirtmemiz şart. Gerçi bugünün koşullarında, solda olmadan aydın olmanın mümkün olup olmadığı da hayli kuşkulu. Yine de iddiamızı biraz küçültelim ve sadece solun aydınlarından söz etmeye devam edelim.

Solun aydınları, Türkiye’de ilerici, insancıl, özgürleşmeye ve bağımsızlaşmaya meyilli ne varsa onun yaratıcısıdır. Türkiye sağının ve islamcılığının bu konudaki karnesi rezalettir. Bu, solun aydınlarının kudretini ve üretkenliğini gösterdiği kadar, solsuz ve aydınsız kalmış Türkiye’nin nasıl hızla çürümeye ve yok oluşa sürüklendiğini de açıklayan bir olgudur.

Türkiye’nin çöküşü, çürüyüşü, çözülüşü, Türkiye’nin solsuz, solun aydınsız kalışının da hikayesidir aslında.

Demek ki, bizim ülkemizin solsuz ve aydınsız kalışına paralel biçimde, solun da aydınsız kaldığı, sol ile aydınlar arasındaki bağların zayıfladığı, hele hele yeni kuşaklar söz konusu olduğunda durumun daha da iç karartıcı olduğu söylenebilir.

Türkiye’de solun aydınları vardır elbette. Türkiye’de solun aydınlarının önemli bir kısmı, çürüme şöyle dursun, tarihimizin en hakikatli ve onurlu direncini göstermektedir de. 

Bu böyle olmakla birlikte, Türkiye’de solun aydınlarının sayısı günden güne azalmıştır. Şimdi sırtımızı dayadığımız aydınlar, geçmişle kıyaslandığında küçük bir öbeğe kadar daralmıştır. 

Dahası, Türkiye’de solun aydınları, tam da solun bir önceki döneminin, yani sol ile aydınlar arasındaki bağın canlı ve süreklileşmiş biçimde kurulabildiği yılların aydınıdır. 

Bugün Türkiye’de sol mücadeleyi sırtlanan kuşak (yaklaşık olarak 80’liler) kendi içinden aydın yetiştirememiş, kendi dışından aydın geliştirememiş, ya faşizan bir aydın düşmanlığı ile bu eksiğini küçümsemeye ya da geçmişin aydınlarının haysiyet ve yaratıcılığına baka baka hayallenmeye yönelmiştir.

Türkiye’de solun aydın yetiştirememesinin nedenlerine girmeyeceğiz; uzun baskı yılları, ideolojik saldırılar, toplumun gericileşmesi, tıynetsiz şefler, tekkeye dönüştürülmüş örgütler, düşünce zenginliği yerine ezbere nutuklar yayan dergiler, gazeteler; bunlar ve daha birçok neden sayılabilir.

Ama şurası nettir: Türkiye solu, aydınsız olduğunu kabul etmediği, bu eksiği gidermek için kolları sıvamadığı sürece birkaç adımda bir tökezlemeye mahkumdur. 

Solsuz kalan Türkiye’nin başına gelenler, aydınsız kalan sola acı bir derstir.

***

Solun aydınsızlaşması derken hep sola, solun basiretsizliğine dair konuştuk. İyi de bunun bir de aydınlar tarafı yok mu?

Var elbette.

Geçmişten bu yana mücadeleye devam edenleri bir kenara koyarsak, Türkiye’de son 30 yılın, son 20 yılın, son 10 yılın kendi aydını yoktur. Türkiye’de bu dönemler içinde etkili olmuş siyasetçiler, yazarlar, gazeteciler, biliminsanları olmuştur ama bunların özel bir aydın topluluğu veya kuşağı olarak konumlandığını söylemek mümkün değildir.

Bunun da birden çok nedeni vardır tabi. Ama belki de en ciddi olanı şudur: Günümüzün “aydın”ı düşünü, ütopyasını, gelecek hakkındaki tahayyülünü kaybetmiştir. 

Metin Çulhaoğlu’nun bir başka çalışmasında vurguladığı gibi, aydının temel motivasyonu değişim arayışı ve uyumsuzluk değil, düzen ve uyum arayışıdır. Diğer bir deyişle, aydında gözlenen dönüştürücü, eleştirici ve ilerletici dinamik, gelecekte erişileceği umulan akılcı bir düzene, uyuma ve hedefe ulaşmanın aracıdır. Aydın, gelecekte erişeceği bir düşün, ütopyanın peşinde koştuğu için eleştirel ve uyumsuzdur yani.

Bugün ise, “aydın”, gelecek hedefini yitirmiştir.

Bugün aydın, evrenselleştirebileceği, bir uygarlık ve insanlık ideali haline getirebileceği, hem bireysel olarak hem de bir topluluğun parçası halinde uğruna mücadele edebileceği kavramlardan, tasarımlardan, zihinsel ve fiziksel yordamdan mahrumdur.

Ve sanılanın aksine, bu mahrumiyeti gidermek, öncelikle aydınların değil, solun görevidir.

Aydına, kendisini bir evrensel ütopyanın taşıyıcısı ve aracısı olarak görebileceği kavramları ve tasarımları verecek, sosyalizmin bir toplum ve uygarlık ölçütü olarak işlendiği insanlık idealini sunacak olan solun bizzat kendisidir.

Nasıl ki solun yükü bugün bir kuşağın sırtındadır, o yükün belki de en ağır ve acil kısmı burasıdır.