Suriyeliler ve ensar yalanları

Tayyip Erdoğan, Suriyeli sığınmacılar konusunda kirli pazarlıkların yürütüldüğü dönemde AB yetkililerine şunları söylediğini gururla vurgulamıştı: “Edirne’den insanları otobüslere bindirdik tekrar geri çevirdik, ama bu bir olur, iki olur, ondan sonra da, kusura bakmayın biz de kapıları açarız, hadi hayırlı yolculuklar deriz.”

Erdoğan, aynı konuşmasında, desteklerini yetersiz bulduğu Birleşmiş Milletler’i de suçlamış ve bu kuruma şöyle seslenmişti: “Dünyadaki diğer ülkelerin kabul ettiği mülteci sayısı ne kadar? Bazıları 100 tane, bazıları 300, 500, 1000 tane almış. Bizim alnımızda enayi yazmıyor, kusura bakmayın. İşin aslı neyse bunu yapın. Sabır, sabır, sabır; ondan sonra gereği neyse bunu yaparız. Herhalde otobüsler, uçaklar boşuna durmuyor, gereği neyse bundan sonra o yapılır.”

Otobüslerin, uçakların, deniz araçlarının, can yeleklerinin, uyduruk botların boşuna durmadığı bu sözlerden önce somut olarak gösterilmiş, Türkiye’deki Suriyeli sığınmacılar Avrupa’ya yönlendirilmişti. AB’den para koparılmasının ardından da sığınmacı akını büyük ölçüde durdurulmuştu.

Suriye’de iç savaş kışkırtıcılığı yaparak ve cihatçı örgütleri destekleyerek milyonlarca Suriyelinin göç etmek zorunda kalmasına yol açan AKP/Saray rejiminin sığınmacı politikaları yalanlar üzerine kurulu. 

“Ensar” lafını dilinden düşürmeyen Tayyip Erdoğan, Birleşmiş Milletler’i suçlarken, Türkiye’nin Suriyeli sığınmacılara “mültecilik” statüsünü vermediğini ve bu nedenle de mültecilerle ilgili uluslararası anlaşmalardan yararlanmalarına olanak tanımadığını kendi halkından gizliyordu. Oysa Suriyelilerin öncelikli talebi, Türkiye’ye özgü bir düzenleme olan “geçici koruma” kapsamından çıkarılıp mülteci olarak kabul edilmeleriydi. 

Mültecilik statüsü verilenler Türkiye’de yasal olarak çalışabilirken, geçici koruma kapsamındakilerin çalışma izni almaları gerekiyor (mevsimlik tarım ve hayvancılık işleri hariç). Bunun zorlukları nedeniyle çok sayıda sığınmacı izinsiz ve dolayısıyla da güvencesiz olarak ve düşük ücretlerle çalıştırılıyor. 

Bu arada, okul çağındaki 400 binden fazla Suriyeli çocuk eğitim alamıyor, pek çoğu en düşük ücretli işlerde çalışmak ya da dilencilik yapmak zorunda bırakılıyor, çok sayıda kız çocuğu erken yaşta evlendiriliyor. Kadınlar kumalığa ve fuhşa zorlanıyor. Bunların üzerine çocuk istismarı olayları ekleniyor. Ensar Vakfı’na kol kanat gerilen bir ülkede başka türlüsü mümkün mü?

Ve daha bu yılın başlarında Türkiye’deki Suriyelileri otobüslerle, uçaklarla başka ülkelere yollama tehditleri savuran Tayyip Erdoğan, birdenbire, mültecilik statüsü bile verilmeyen sığınmacıların vatandaşlığa alınacağını açıkladı. 

Bunun yol açtığı ırkçı tepkilere karşı mücadele etmek gerekiyor elbette. “Ülkemde Suriyeli istemiyorum” sözü ile “Türken raus” sloganı arasında pek bir farkın bulunmadığı açık. Sözcü gazetesinin Suriyelileri hedef gösteren yayınlarının insanlık suçları kapsamında değerlendirilmesi gerektiği de... 

Ne var ki, Tayyip Erdoğan’ın bu yeni girişiminden kaygı duyan herkesin ırkçılıkla (ve/veya orta sınıf konformistliğiyle) suçlanması, aşırı indirgemeci bir tutum. 

Suriye’de iç savaş kışkırtıcılığı yapmış ve cihatçı örgütleri desteklemiş, Türkiye’yi bu örgütlerin hedef tahtası hâline getirmiş, ülkeyi yeniden iç savaş ortamına sokmuş olan ve mezhepçi bir çizgi izleyen AKP/Saray rejiminin vatandaşlık açılımının ardında “insanî” kaygıların bulunmadığı da açık. 

Suriyelilerin sorunları, ancak, Suriye’deki iç savaşın son bulmasıyla çözülebilir. Bunun için de, öncelikle, AKP/Saray rejiminin cihatçı örgütlere desteğini kesmesini sağlamak gerekiyor. 

Buna karşın, aynı rejim, Türkiye’deki sığınmacıları, Suriye’nin geleceği üzerinde daha fazla söz sahibi olabilmek için koz olarak kullanma hayalleri kuruyor. Yandaş medyada, Suriye’nin parçalanması durumunda yeni “vatandaş”ların bu ülkeden toprak kazanmak için kullanılması olasılığı ciddi ciddi tartışılabiliyor. Böylesi bir maceracılığın ülkemize ve bölge halklarına daha fazla acıdan başka bir şey getirmesi mümkün mü?

Diğer taraftan, ne kadarına vatandaşlık verileceğinden bağımsız olarak, bazı tahminlere göre sayıları 3 milyona yaklaşan Suriyeli sığınmacıların kalıcı şekillerde yerleştirilmesinden söz ediliyor. TOKİ’yi bu amaç doğrultusunda kullanma planlarının bulunduğu anlaşılıyor. Mezhepçi AKP/Saray rejiminin demografik dengeleri değiştirmek için bu yola başvurması, ırkçılığın geriletilmesine değil, halklar arasındaki düşmanlıkların körüklenmesine yol açar. Alevi köylerinin bulunduğu bölgelere sığınmacı kampları kurma girişimlerine haklı olarak karşı çıkılmışken, bu politikanın çok daha geniş kapsamlı bir şekilde yürütülmesi tehlikesine karşı da mücadele etmek gerekmiyor mu?

Ayrıca, Suriyelilerin vatandaş yapılması, gerçekler ne olursa olsun, yoksullaşan yurttaşlarımıza, sorunlarının temel bir nedeniymiş gibi gösterilmeyecek mi? Avrupa’dakine benzer bir yabancı düşmanlığı ülkemizde de körüklenmeyecek mi?

Suriyeli sığınmacılar, emperyalist ülkelerin ve AKP/Saray rejiminin müdahaleleri nedeniyle ülkemize gelmek zorunda kalmış olan kardeşlerimiz. İçlerinden pek çoğunun dilencilik yapmak zorunda kalması, cihatçı örgütlerin pençesine düşmesi, mafyatik örgütlenmelere bulaşması vb., onların suçu değil. En düşük ücretlerle en ağır işleri yapmak zorunda kalmaları da...

Sığınmacılara iltica hakkının tanınması ve insanca yaşamalarının sağlanması için mücadele etmeliyiz. Ülkelerindeki iç savaşın en kısa zamanda son bulması için çaba harcamalıyız. İç savaş son bulduktan sonra Türkiye’de kurdukları yaşamları sürdürmek isteyenlere açık olmalıyız.

Ama bunları yapabilmek için, her şeyden önce, onları mezhepçi ve halkları düşmanlaştırıcı politikaları için kullanmaya çalışan AKP/Saray rejiminin kirli planlarını boşa çıkarmak zorundayız. Suriyeli kardeşlerimizle ortak çıkarlarımız doğrultusunda!