Söyleyip ruhunu kurtarma yazısı

Bu yazıyı 30 Nisan günü yazıp iletiyoruz. Yayınlanacağı 1 Mayıs’ta okurları zaten alanlarda olacak. Dolayısıyla bu seferki 1 Mayıs’ın özel anlamı ve önemi konusunda yazmak bir işe yaramayacağı gibi gerçekleştiği haliyle 1 Mayıs’ın hangi önemli eğilimlere işaret ettiğini değerlendirme imkânımız da yok.

Neyse, geçmekte olan ya da geçmiş 1 Mayıs herkese kutlu olsun…

***

Son on yıl içinde Türkiye’de kaç seçim ve referandum yapıldığını bir düşünelim…

Üstelik bunların tek tek her birine “son derece kritik”, “yaşamsal önemde”, “ülkenin geleceğini belirleyecek” gibi nitelemelerin eşlik ettiğini de hatırlayalım.

24 Haziran için de benzer şeyler söylenmektedir ve tarih yaklaştıkça bu tür nitelemelerin ağırlığının daha da artacağı kesindir.

Başkalarını bilemeyiz ama ortada bize biraz “tuhaf”, hadi öyle demeyelim de “ilginç”  gelen bir durum var. Şöyle anlatmaya çalışalım: “Demokrasinin beşiği” sayılan ülkelerin birinden, gerçekten demokrat, hatta sosyalist, Marksist bir aydına ülkedeki rejimin yaptıklarından söz edelim. İşçi sınıfına, aydınlara, akademisyenlere, meslek örgütlerinin yöneticilerine, sosyalistlere, medya mensuplarına vb. şöyle; Kürtlere, parlamenterlere, yargıya vb. böyle yapıyorlar diye ne varsa hepsini anlatalım.

Otoritarizm, totalitarizm, despotizm, faşizm, neo-faşizm gibi kavramları serbestçe kullanalım.

Muhatabımız gerçekten üzülerek vah vah diyecek ya da öfkelenecek, ama şunu da eklemeyi ihmal etmeyecektir: “Bütün bunlara rağmen ülkenizde demokrasinin seçim ve referandum gibi mekanizmalarının iyi işlediği, hatta bizdekine göre daha sık işletildiği anlaşılıyor… Eee, o zaman siz de…”

Evet, zaten biz de “eee, o zaman biz de…” diyoruz…

Demiyor muyuz?  

***

Şu meşhur “zor” ve “onay” ikilisinden “onay’ı” alırsak, durumun açıklanmasına yönelik bir yaklaşım şu olabilir: En azından Türkiye’de, “onay” denilen olgunun tarihsel, bloksal, ideolojik ve kültürel temelleri giderek daha fazla sorgulanmaktadır. Sınıfın egemenliğini koruyup sürdürmesinde siyasal alan diğer tüm alanların üzerine çıkmaktadır. Böyle olunca da elde başat mekanizmalar olarak seçimler ve referandumlar kalmaktadır…

Önemli bir ek daha: Zor ile onay’ın birbirini dışlayan iki unsur olmayıp her zaman özel bileşimlerle bir arada şekillendiği düşünülürse, onay’ın zor’u diğer alanlara göre en fazla ve en doğrudan besleyen halinin seçim sonuçları olduğunu söylemek mümkündür. 

Bir “taraf” açısından durum aşağı yukarı böyledir.

Ya “diğer taraf”?

Bir tarafın, mutlak üstünlük taşıdığı ya da öyle olduğunu düşündüğü bir alana aşırı yüklenmesinin zamanla bir aşınmayı, doldurulması giderek güçleşen gedikleri ve pek hesapta olmayan karşı tepkileri de beraberinde getirmesi “teorik olarak” mümkündür.  Burada, muhalif tarafın kendi stratejik-taktik vb. becerilerinin dışında, daha “nesnel” bir olasılıktan söz ediyoruz.

Ve 24 Haziran’da böyle bir olasılığın var olduğunu kabul ediyoruz.

Sonuçta, abartılı atıf ve yakıştırmalardan sakınarak “muhalif tarafın” 24 Haziran seçimlerini önemseyip bu seçimlere yüklenmesinin belirli bir anlam taşıdığını söylemiş oluyoruz.

***

Ancaaaak…    

Bu ülkede genel olarak “muhalefetin” olmasa bile sol-sosyalist muhalefetin seçim-referandum gibi mekanizmalara kendini fazla alıştırması pey hayırlı bir durum değildir.

Bu alışmışlığın, ileride, pekâlâ karşılık bulup etkili olabilecek “boykot” gibi bir silahı büsbütün gündemden düşürmesi gibi bir tehlike de söz konusudur.

Sonra, ülkedeki rejimin mahiyeti, başkanlık sisteminin özellikleri, parlamentonun durumu ve benzer konularda bunca söz ettikten sonra, parlamenter çerçevede yapılabileceklerin ötesine geçip örneğin 1965-69 dönemi göndermeli düşler beslenmesi tam bir aymazlık sayılmalıdır.

Bütün bunlardan sonra biz de “söyleyip ruhunu kurtarmış” yazar sayılırsak ne âlâ…