Siyasetten kaçış

Dönemi geliyor coşuyoruz, taşıyoruz, umutlanıyoruz. Bir süre sonra karşılıksız yahut boşta kaldığını düşünüyoruz, duruluyoruz, başka işlerimize bakıyor, uzaklaşıyoruz. 

Coşku dönemi bir acayip. Her şey ortada işte. Doğrular ve eğriler, neredeyse gün gibi apaçık orada. Herkes görsün yahu. Dosdoğru gözükene yürümek, yürümesi gerekenleri fişteklemek gerekli bunun için. Yazıp çizip anlatmak, lafı dolandırmadan dümdüz söylemek de buna dönük bir müdahale girişimi... Saflık yahut naiflik bu tabii, öyle değil mi? (*)

“O dediğin öyle olmaz…”, “Doğru diyor olabilirsin ama o işler bildiğin gibi değil…”, “Tamam şimdi dediğin gibi olabilir de, içeride senin bilmediğin bir sürü denge vardır…”, “Henüz falanca filanca buna hazır değildir...”, “Biz ona şey yaparız da o bize şey yapar mı bakalım...”, “Tek doğru yok biliyorsun, yollar dolambaçlı ve engebeli…” ve benzeri ve benzeri…

Mesele doğruculuk ve onun getirdiği normatiflikte falan değil tabii ki. Coşkun ruh halleri ve önerileri hızla sönümlendirmeyi başaran bir atmosferde. 

“Yan yana gelip düşmana yüklenmek” diyorsunuz, hemen “yan yana gelinecek özne”ye yamanacak mıyız acaba, bu bir ilhak mıdır, o büyük limana yanaşırsak eriyip gitmez miyiz, biz ne tasfiyeler gördük vb. endişeler başlıyor. Solun birlikte yürüyüş olanaklarını tartıp düşmana ittifak haline yüklenmenin başka bir yerinden tutsanız, başka türlü kayıtlar ve kaygılar. E, hiç tutmamak, “sol blok” önerileri geliştirmemek, “düşmana karşı ittifak”, “aktif dayanışma” gibi lafları ağza almamak en iyisi galiba. Coşkulu halden bezgin hale hızlı ve sıçramalı bir geçiş ya da...

Dışarıdan gözlemleme, içten içe sorgulama geliyor bu durumda. Bir ucunda kendine güvensizlik, bir ucunda yan yana gelme ihtimali olunan kesimlere dönük şu ya da bu nedenle oluşmuş husumetler, bir ucunda “bu dönem iş yapmasak da bağımsız olmak/kalmak daha önemli, sabırlı davranmalıyız” kaygısı falan belki, hepsi birden tartılıyor. Akla öneriler geliyor, sonra onların nasıl daha etkili olabileceği yahut tam tersine, etkisiz kalabileceği... Örneğin, “Yargılanmalılar – Yargılanacaklar” vb. diyip kendi çapında çok etkili olamayan bir kampanya yürütmek de mümkün, tüm sol güçler bir araya gelip birlikte gerçek bir basınç oluşturabilmek de. Ama ne hikmetse, “gerçek basınç”  dediğimiz hayal, ilki hakikat! 

Aklınızdan böyle düşünceler geçerken, yakın düşüncelere sahip olduğunuz birisinin yazısının engellendiğini görüyorsunuz sonra. Ardından bunu haklı gören/gösteren paylaşımları ve daha fazlasını isteyenleri. Geleneği/genetiği devam ettiren ilahlar susamışlar belli ki… Ve coşkunun eriyip gitmesinin ardından bir iç sıkıntısı geliyor böylece. 

Heyecanlı/coşkulu olmak, biraz da “tespitler”in ürünü galiba. “Solun acil görevleri” diye saptamalar öne çıktığında, abartılı ve heyecanı yükselten “diktatörlük, felaket eşiği, faşizm geliyor, bu son şans” gibi tanım ve tasvirler çoğaldığında, siyasetin ısındığı seçim heyecanı yaşandığında vb. çıkış ve çözüm önerileriyle bezeli coşku da artıyor haliyle.  Sonra “Amaaaan, bu da öylesine bir dönemmiş işte, sabırla, itidalle ve sükunet içerisinde iğneyle kuyu kazmaya, suya/buza falan yazmaya devam işte...”

Dönem, Gezi’nin 2 yıl sonrası olduğu için başka şeyler de gelebiliyor akla tabii ki. 

“Solcuların, sol örgütlerin Gezi’den çıkarması gereken dersler” diye popüler bir tartışma başlığı var ya hani, arada gündeme giriyor, çıkıyor falan… Her neyse, o derslerin en etkililerinden biri şu olabilir mi: Savunulması ve yapılması gereken apaçık belliyken, doğrular gün gibi ortadayken, bir türlü bir şeyler yapamayan örgütsel yapılara,  “Eeeeh, madem siz yapmıyorsunuz, biz toplu halde yapalım, siz de gelirsiniz nasılsa” dersi... 

Sola kalsa – harekete geçmeden önce – özgürlükleri savunmanın liberalizmle, “occupy” eylemlerinin emperyalizmle, parkı savunmanın çevre ve doğa mücadelesinin kısıtlarıyla ve tüm bunların sosyalizm ve sınıflar mücadelesiyle ilişkilerine vb. dair bir dolu tespit yapmak gerekebilirdi. 

Yanlış anlaşılmasın, sonuçta “devrimci teori olmadan devrimci pratik olmaz” tabii ki! Ama siyaseten yol alınacaksa, düşmana yüklenmek için uygun bir dönemse, her yerimiz teorik tartışmayla da dolmaz. Uzaklardaki bir yerdeki gri kuramı, yaşamın yemyeşil ağacıyla buluşturma konusundaki klasik sorunumuz – belki de siyasetin ta kendisi - böyle karşımıza çıkıp durmaz. 

Bir diğer genel geçer doğruyla “Somut durumun somut tahlilini yapmadan” da olmaz tabii ama mevcut durum içerisinde geç kalındığında, asıl konumuz ve konumumuz da, “somut dramın soyut tahlili”ne doğru evriliyor sanki. 

Neticede arada coşuyoruz böyle, siyasi konulara dalıyor, pratik, somut, mevzi kazandırabilecek siyasal hedefler göstermeye çalışıyoruz ve bir müddet sonra “Iıh, olmaz öyle” baskın geliyor her zamanki gibi. Çekiliyoruz edebiyatımıza, müziğimize, başka türlü sevinçlere ve siyaseten de daha depresif bir ruh haline... 

Siyaset ya da siyasal akıl, manik-depresif bir şey galiba. Sürekli manik olsa, Gezi olur, devrim olur, Ulysses olur, John Coltrane olur, Jimi Hendix olur, sürekli devrim olur zaten, Allah muhafaza… 


(*) Tam olarak ne mi bu naiflik? Meltem Gürle pek güzel anlattı kendisini: http://www.birgun.net/haber-detay/naif-82772.html