Siyaseti nasıl yapmalı?

Evvelki yazımızda kapitalist dünya imparatorluğunun modernist ufku tümüyle karanlığa gömerek uygarlık ve kültür kaynaklarını kuruttuğunu, sol ve radikal düşüncenin de bu sıkışmayı aşacak bir hamleyi henüz üretemediğini; bir önceki yazıda ise solun önündeki en büyük sorunun etkili bir siyaset pratiği geliştirememek ve yanlış sorulara yanlış yanıtlar verdikçe kendi duygusal dünyasına hapsolmak olduğunu yazmıştık.

Doğal olarak etkili siyasetten ne kast ettiğimizi ve bunun nasıl hayata geçirileceğini tartışarak devam etmemiz anlaşılır bir tercih olacaktır.

O halde, öncelikle siyasetin doğası ve kaynakları üzerine düşünmek, buradan hareketle etkili bir siyaset pratiğinin koşullarını tarif etmek gerekiyor.

***

Siyaset verili bir zeminde yapılır. Siyasetin verili zemini, tarihsel sürecin ve güncel dinamiklerin özgül bir bileşimi anlamında siyaset yapan öznenin etrafını kuşatan koşulları ifade eder. Bu koşulların ötesi ya da dışı yoktur. Her siyasal özne, kendisini bu koşulların çerçevelediği alanda var etmek zorundadır.

O halde, solun etkili bir siyaset geliştirmek yönündeki çabaları, öncelikle verili zeminin ve koşulların tanınmasını gerektirir. Dikkat edilirse, kabulden değil, tanınmadan bahsediyoruz ve tanınma ile de zemini ve koşulları hem sınırlılıkları hem de olanakları ile bilince çıkarmayı kast ediyoruz. Dolayısıyla, solun etkili ve radikal bir siyaset yürütmenin ölçütü olarak “her şeye karşı” olmayı seçmesinin, romantik tatmini dışında, bir karşılığı yoktur.

Diyalektik, Lukacs’ın dediği gibi, verili gerçekliği tanımayla onu aşmanın tek bir harekette bütünleştirilmesidir ve siyasette de diyalektiğin bu iki yanı iş başındadır. Dahası, “düzen dışı” olmak adına verili zemin ve koşullar ile her tür ilişkiyi reddeden sekterlik, kapitalizmi yıkmayı değil, onun dışında kalmayı, kendi “ada”sında sıfırdan bir toplumsal yaşam kurmayı öğütleyen liberal/ütopyacı perspektifle soy ortaklığına sahiptir. Zira devrimci siyaset, düzen “dışı” değil, düzen karşıtıdır.

***

Nesnellik ile öznellik birbirinden ayrı iki varlık alanı değildir. Her nesnellik barındırdığı öznellikle, her öznellik de kuşatıldığı nesnellikle tanımlanabilir. Dolayısıyla, nesnellik dendiğinde, öznelliğin yokluğu anlaşılmamalıdır. Nesnellik, özneleri olmayan bir hayalet alan gibi düşünülmemelidir.

O halde, siyasal mücadele pratiğine girişen solun, nesnelliğe dair değerlendirmesinin önemli bir bölümünü, o nesnelliğin barındırdığı öznel güçler oluşturur. Bu güçlerin güncel pozisyonları yekpare ve durağan değil, hem nesnelliğin dönüşümüyle hem de diğer öznelliklerin müdahaleleriyle sürekli değişen bir hareket halindedir. Mevcut nesnelliğe dair çözümlemenin, bir kere üretilip, ondan sonraki uzun yıllar boyunca hiç güncellenmeden cepte tutulması, tutarlılık ya da ilkelilik değil, basbayağı taşlaşmadır. Dolayısıyla, çözümleme ve değerlendirme hiçbir biçimde katılaşıp donmamalı, her yeni durumun özgül karakterini içermelidir. Somut durumun somut çözümlemesi, biraz da bu demektir.

Daha önemlisi ise, nesnelliğin dönüştürülmesi, solun salt kendi öznelliğinin gücüyle değil, diğer öznellikler üzerindeki etkilerinin ve yönlendirmelerinin de etkisiyle mümkündür. Bu anlamda, kapitalizmle veya düzenle mücadele, iki düşmanın yalın kılıç düellosundan çok, karmaşık ilişkilenmelerin ve yer değiştirmelerin taktik ustalığına ihtiyaç duyar. Nesnelliğin, diğer bütün öznelerin silikleştiği ve solun tek özne olarak kaldığı bir biçimde sadeleşmesi, eşyanın doğasına aykırıdır. Dolayısıyla, solun, aynı nesnellik alanını paylaştığı diğer öznelliklerle hiçbir temas kurmadan etkili olması mümkün değildir. Bu temas uzlaşmaz bir mücadele olabileceği gibi, geçici ya da sürekli güç birlikleri ya da yönlendirmeler de olabilir. Ancak her durumda, etkili ve dönüştürücü bir siyaset pratiği, öznenin kurduğu karmaşık ilişkilenme biçimleri ile hayata geçirilebilir.

***

Siyaset, çoğu zaman bir dil aracılığıyla kendini gösterse de, asla bir söylemden ibaret değildir. Siyaset, gerçek toplumsal yapının gerçek dinamikleriyle kurulan gerçek ilişkileri ifade eder ve aynı gerçeklik siyasetin etkileri açısından da geçerlidir. Diğer bir deyişle, siyaset, sadece konusu veya malzemesi ile değil, etkileri ile de gerçek sonuçlar yaratmayı hedefleyen bir etkinliktir.

O halde, bir tür konuşma üslubuna, bir dile ya da jargona indirgenmiş siyaset, gerçek toplumsal zemininden yoksun kaldığı için, gerçek etkiler de yaratamayacak, yani tümüyle gerçeklikten kopuk hale gelecektir. Oysa solun siyaset anlayışının temeli, değiştirmeye ve dönüştürmeye, yani gerçekliği bir başka gerçekliğe çevirmekle ilgilidir. Bunun anlamı, siyasetin maddi bir pratik olduğu, maddi dinamiklerin o ya da bu yönde hareket ettirilmesiyle ilgilendiğidir.

Buradan çıkan sonuç ise, siyasetin hiçbir zaman “sözünü söylemek” olarak tarif edilemeyeceğidir. Solda, bir başka mücadele döneminin ihtiyaçları içinde şekillenmiş bir anlayış nedeniyle, “sözünü söylemek”, “tavrını göstermek”, “akıntıya kürek çekmek” gibi romantik tutumlar, siyaset yapmak sanılmaya devam etmektedir. Oysa siyaset, sözün veya tavrın, güçlenerek bir gerçeklik haline gelmesi ve mevcut gerçekliği dönüştürmesidir. Esasında gayet iyi konuşan ve konuştuğunda dinleyenler nezdinde sempati de yaratan solun, bir türlü gerçek bir güce dönüşememesinin gizi de burada saklıdır. Uzun zamandır sol, konuşmayı devrimci pratiğin kendisi saymakta ve üslubunun güzelliğiyle avunmaktadır.

***

Siyasetin gerçek etkiler yaratması gerektiğini söyledikten sonra, bu etkinin yönelimini de tarif etmek gereklidir. Siyasetin hedefi ve yönelimi, her durumda “dışarı”sıdır. Dışarıya dönüklük ise, hem siyasetin hedefinin öznenin içi/içerisi olmaması, hem de siyasetin üretiminin içsel belirlenimli olmaması anlamındadır.

Daha açık bir deyişle, solda yerleşik hale gelmiş olan siyaseti örgütün konsolidasyonunun bir aracına dönüştürme eğilimi tümüyle yanlıştır. Siyasetin hedefi, örgütün ihtiyaçları değil, toplumsal ilişkilere yönelik dönüştürücü müdahalelerin gerçeklik kazanmasıdır. Bu süreç, yaydığı etkilerle örgütün içine de uzanacak ve kolektif önderlik mekanizmaları bu etkinin örgütün çıkarlarına en uygun biçimi alması için gerekli müdahaleleri yapacaktır elbette. Ancak, siyasetin örgütü toparlaması ile örgütü toparlayacak siyasetin üretilmesi farklı şeylerdir ve ikincisi, çok da uzak olmayan bir mesafe ile apolitizme çıkmaktadır.

Solun yaşadığı sorunların en önemlilerinden birisi olan apolitizmin temelinde, yıkıcı ve devrimci enerjinin kendisine hareket sahası olarak örgüt içini bulması vardır. Dolayısıyla, solda uzun zamandır yoldaşlık ve devrimcilerin gönüllü birlikteliği anlamında örgütlülük değil, standart tarifelerle yönetilen bir şirket yapısı, tarikat münzeviliği, marjinal kadro tipolojisi, fetişleştirilmiş liderlik kültü ve öznel tarih menkıbeleri baskın hale gelmiştir. Yani siyasetin ve devrimci enerjinin dışarıya değil, içeriye yansıtılması, sadece etkin siyaset arayışını başarısızlığa sürüklememekte, aynı zamanda örgütlü mücadeleyi de çürütmektedir.

***

Toplumun gündemine gelen başlıklarda dolaysız bir karşıtlık üzerinden geliştirilen söylem, ödünsüz bir siyaset tarzı anlamına gelmemektedir. Daha çok ideolojik referansların ve tarihsel ilkelerin deklarasyonundan ibaret olan böylesi tutumlar, solun mücadelesinde önemli bir yer tutmaktadır kuşkusuz. Ancak, bu tür uğraşlara genel olarak “ideolojik mücadele” denmesinin de bir nedeni vardır. Çünkü bu biçimde yapılan şeye, siyaset demek mümkün olmamaktadır.

İdeoloji ve siyaset alanında yürütülen mücadele birbiriyle ayrılmaz bir bağa sahiptir. Yine de, bu iki alanın farklı ve kendine özgü nitelikleri karıştırılmamalıdır. İdeolojik mücadele, derinleşme ve sadeleşme ile tarif edilirken, siyaset yaygınlaşma ve dolayımlanma ile anlam bulmaktadır. Eğer bu ayrım doğru ise, solun kendisine ve yakın çevresine yaklaşırken daha çok ideoloji, geniş kitlelere ve topluma yönelik müdahalelerinde de ise daha çok siyaset taşıması gerektiği söylenebilecektir. Solda ideolojik mücadelenin öne çıkmasının, solun kitle bağlarının kaybolduğu ve giderek marjinalleştiği dönemlere denk gelmesinin; etkili siyaset arayışlarının ise toplumsal dinamiklerin harekete geçtiği ve solun marjinal konumundan kurtulma olanaklarının belirdiği dönemlerde öne çıkmasının nedeni de budur.

Bu ayrımın farkına varamayan sol, topluma ve geniş kitlelere yönelik çalışmalarında sürekli “ilkeler”e referans vererek siyasetini oldukça dar bir alanda inşa etmek zorunda kalmaktadır. Bunun alternatifi elbette ilkesizlik değildir. Hatta, sorunun özü ilkelerle ilgili bile değildir. Ancak söz ettiğimiz ayrım göz önünde tutulmadığı sürece, solun kendini anlatma üslubu ve jargonu bir keşişin vaazlarını andırmaya devam etmektedir. Bunun en önemli ve tehlikeli sonucu, siyasetin bir tür ahlakçılığa dönüşmesidir. Solun, önüne bir gündem geldiğinde öncelikle ve sürekli biçimde “iğfal” endişesi taşıması, bu ahlakçılığın en bilindik görünümüdür.

***

Kuşkusuz, siyasetin doğası ve tarzı hakkında söylenecekler bunlarla sınırlı değil. Ancak yerimizi fazla zorlamadan ve bir köşe yazısını suistimal etmeden bitirmek zorundayız. Cumartesi devam edeceğiz.