Sermaye ile gericiliğin ittifakı

Dokunulmazlıklar kaldırıldı.  Erdoğan’ın istediği hükümet kuruldu. İslamcı faşizm doğrultusunda bir adım daha atıldı. Sermayenin kolektif iradesini yansıtan borsa ertesi gün coştu. Mehmet Şimşek başbakan yardımcısı olmasaydı ne olurdu? Belki 5-10 puan fark ederdi; o kadar…

Öyle görülüyor ki Türkiye’de sermaye ile gericilik fiilen ittifak halindedir. Başka görüntüler, çok sayıda dolaylı-dolaysız kanıt da var.

Peki, metropol sermayesinin “üst akılları”, örneğin bu devletlerin yöneticileri, çevrelerinde (Türkiye’de) gerçekleşen anti-demokratik gelişmelere karşı duyarlılık taşımazlar mı?

Britanya Başbakanı Cameron “Türkiye bu gidişle AB’ye ancak 3000’de girer” deyince liberallerimiz (böyle bir duyarlılık algılayarak) heyecanlandılar.  Ama anlaşıldı ki, Cameron, “AB’den çıkış” (Brexit) kampanyasının öncüsü olan (eski Londra Belediye Başkanı) Boris Johnson ile çekiştiği için bu demeci vermiş. Johnson, Spectator dergisinin açtığı “en incitici Erdoğan şiiri” yarışmasını kazanmış.  Başbakan Cameron da Türkiye aleyhtarlığında rakibinin gerisinde kalmamak için “AB üyeliği ancak 3000’de” diye tepki göstermiş. Yani, bir demokratik duyarlılık değil, düzeysiz bir küçümseme söz konusudur.     

AB’nin fiili patronu Merkel’den ümit yok mu?  Geçen Pazartesi Erdoğan ile (kim bilir kaçıncı defa) görüştükten sonra “ziyaretin çok faydalı geçtiğini, Türkiye ile Almanya arasındaki ilişkileri güçlendirdiğini” söylemedi mi? Umut fakirin (liberallerimizin) ekmeği… Neymiş? Almanya’daki eleştirilere karşı, “parlamenter rejimle ilgili endişelerini ifade etmiş olduğunu” daha sonra belirtmiş.

Liberallerimiz, AB’nin bir demokrasi kalesi olduğu yanılgısından ne zaman vazgeçecekler? Avrupa’da neo-faşizme kadar uzanan aşırı sağ akımlarla uzlaşma süreci gündemdedir.  Avrupa Parlamentosu seçimlerinde iki aşırı sağcı parti (Fransa’da Ulusal Cephe, Britanya’da UKIP) birinci parti olmadı mı? Avusturya Cumhurbaşkanlığı seçimini aşırı sağcı Hürriyet Partisi adayı Norbert Hofer sadece 31000 oy farkıyla (ve ülke dışındaki seçmenler sayesinde) yitirmedi mi? Kazansaydı, tebrik edilecekti; o kadar… 2000’de yine Avusturya’da Hürriyet Partisi lideri neo-faşist Haider’in hükümet kurmasını engelleyen demokratik AB duyarlılığı artık yoktur.        

 Örnekler? Ukrayna’nın seçilmiş cumhurbaşkanını deviren darbe iki yıl önce AB ve ABD’nin açık desteğiyle başarılmadı mı? Bu ikili, aşırı milliyetçi, hızla yozlaşan darbeci rejimi IMF katkılarıyla birlikte ayakta tutmuyor mu?

Ukrayna dışarıdadır. AB’nin  içindeki gerici iktidarlara bakalım. Doğu Avrupa’daki aşırı sağcı iki üye ülkede (Polonya ve Macaristan’da) anti-demokratik uygulamalar karşısında ciddi tepkiler nerede? Örneğin Polonya’nın, Anayasa Mahkemesi’ni yetkisiz kılan; medya üzerindeki hükümet denetimini de yoğunlaştıran kararlarına karşı Avrupa sermayesinin üst kurumu olan AB Komisyonu hareketsiz kaldı. Aynı yoldan daha önce geçmiş olan Macaristan Başbakanı Orban da, Polonya’ya karşı olası yaptırımları veto edeceğini peşinen ilan etti.

Kısacası “yükselen aşırı sağ”, AB’nin değerler sistemine yerleşmektedir. Avrupa sermayesi, bu akımı “zararsız” halde tutmanın çabaları içindedir.

Hangi anlamda zararsız? Burjuvazinin “âkil” sözcülerinden biri, Martin Wolf bir yanıt veriyor (Financial Times, 26 Ocak 2016).  Ona göre, bugünkü “popülistler” (yani aşırı sağ) geleneksel sosyalizmin devletçi ve küreselleşme-karşıtı etkilerinden arındırılmak şartıyla siyasetin merkezine yerleşebilmelidir. Bu da, aşırı sağın göçmen-karşıtı, milliyetçi, tutucu özlemleri ile uzlaşma anlamındadır.

Bu öneri tutarlıdır; adım adım gerçekleşecektir. Zira, büyük sermaye, bu aşamada, Avrupa içindeki yedek emek ordusunu daha fazla şişirmek gereksinimi duymamaktadır. Emperyalizmin çevresi, sınırsız emek depoları barındırmaktadır; sermaye ihraç imkânları da kısıtsızdır. 

Geleneksel solun kamu mülkiyeti ve anti-emperyalizm sapkınlıklarından uzak duran aşırı sağa “hoş geldin” diyen sermaye, Avrupa gericiliği ile ittifak kapısını aralamaktadır.  Bu, neo-faşizmin burjuva siyasetiyle kaynaşması anlamına gelir.

AB içinde oluşan gericilik-sermaye ittifakı, Avrupa’nın yakın çevresine niçin taşınmasın? AB Komisyonu, Türkiye gericiliği ile niçin uzlaşmasın? Emeği disiplin altında tutan, sermaye hareketlerine sınırsızca açık, otoriter, baskıcı ama istikrarlı bir rejim sağladığı için AKP Türkiyesi ile uzun vadeli bir işbirliği herkesin hayrına değil midir?

Bu işbirliğinin oluşma koşulları (sığınmacılar vesilesiyle) müzakere edilmektedir. Merkel de “bu mutabakatı çökmeden yönetmek istiyorum” demiş. İnsan hakları, bu uzlaşmanın bir öğesi değildir.

***

Peki, Amerika’dan katkılar? Joe Biden Türkiye ziyaretinde muhalif çevrelerle temas etti; baskı altındaki aydınları destekleyen demeçler verdi. ABD yönetiminin içinden, yakınından AKP’yi eleştiren görüşler,   Türkiye’ye sürekli aktarılır. Bu olaylar, bilgiler, liberal çevrelerde iyimserliklere yol açar.

Bir başka olumlu beklenti de Erdoğan’ın Suriye politikasının iflası üzerinde inşa ediliyor. Silahlı bir dış macera arayışı, “Esad’ı yıkma ve Halep fatihi olma” beklentileri çökmektedir. İslamcı faşizmi besleyen ana damarlardan biri, bu sayede tıkanabilecektir.

Ne var ki, bu algılamaları kısmen besleyen Obama dönemi son bulmaktadır. Trump veya Clinton’un oluşturacağı yeni yönetimler ise Türkiye’deki liberalleri hayal kırıklığına sürükleyecektir.

Donald Trump, esasen, ABD gericiliği ile sermaye arasındaki ittifakı temsil etmektedir. Bu ittifakın Orta Doğu’ya, Türkiye’ye demokratikleşme taşıması, eşyanın doğası ile uzlaşmaz. Hillary Clinton’un başkanlığı ise Türkiye için çok daha tehlikeli olasılıklar taşımaktadır. Bu siyasetçinin Dışişleri Bakanlığı’ndaki sicili lekelidir; (Honduras’ta) darbecilik içerir.  Arap halk ayaklanmalarını, köktendinci İslamcılara teslim eden  politikaların uygulayıcısıdır. Türkiye’nin Suriye cihatçılarını besleyen kaynak ülke olmasına doğrudan katkı yapmıştır. Clinton, Kaddafi’nin onurunu parçalayan işkencelerle linç edilmesini izledikten sonra, “veni, vidi and he’s dead” ("geldim, gördüm ve öldü…”) diyebilmiştir. (Kaddafi’nin linçini de içeren bu TV yayınını benim gibi doğrudan seyredenler vardır.) Bu sefil kadının yönlendireceği ABD dış politikası Türkiye, Suriye ve Orta Doğu’ya sadece kan, yıkım ve ek felaketler getirecektir.

Başkanlık kampanyası sırasında Erdoğan’ın “uçuşa yasak, güvenli bölge” önerisini destekledi. Suriye El Kaidesi olan Nusra’yı olası bir müttefik olarak öneren CIA’nın eski başkanı General Petraeus’la uzlaşmaktadır. Suudi, Katar ve Türkiye ittifakı içinde Suriye’ye cihatçı akımı (Obama’nın gönülsüzlüğü ve Rusya’nın müdahalesi nedeniyle) sekteye uğradı. Clinton bu senaryoyu, “güvenli bölge” eklentisiyle canlandırmaya niyetlidir.

Gerçekleşmesi Erdoğan’ın hedefidir; beklentisidir. İslamcı faşizme geçişin son  adımlarından birini oluşturabilir. 

***

Kıssadan hisse: Avrupa’da, Amerika’da sermaye ile gericilik arasında ittifaklar oluşmaktadır.  Bunlar, kendi çevrelerine de demokrasiyi   taşıyamaz. Tam aksine, Orta Doğu’da, Türkiye’de  olduğu gibi İslamcı gericiliği besler.

Dahası da var: Bir dizi benzer ittifak, bugünlerde, solcu iktidarların kaderini de belirlemektedir. 

Neoliberalizm 21’nci yüzyılda kendi karşıtını yarattı. Yerli burjuvazilerin ve emperyalizmin tahakkümünü emekçi sınıflar lehine sınırlamayı    hedefleyen solcu hareketler, liderler iktidara geldi. Geniş bir yelpaze  söz konusudur. Venezuela, Brezilya, Bolivya, ilk Syriza hükümeti gibi örnekler…

Emperyalizm, bu ülkelerin en gerici akımları, hareketleri, çevreleri ile birlikte bu örneklerin çoğalmamasını; var olanların son bulmasını hedeflemektedir. “Silahsız darbeler” aracılığıyla sol iktidarlara son verme    yöntemlerini geliştirmektedir. Sermaye - gericilik ittifaklarının yeni biçimleri de, böylece oluşmaktadır.

Halk sınıfları, dünyanın her köşesinde (tabii ki  Türkiye’de de) bu karanlık ittifaklarla  cebelleşmeye mahkûm edilmiştir. Bu, emeğin, demokrasinin ve aydınlanmanın kavgasıdır. Güç dengeleri eşitsizdir. Yakın gelecek çetin mücadelelere gebedir.