Seçimler, sosyalistler ve Kürt siyaseti

İkinci cumhuriyet rejiminin inşa sürecinde, sosyalistlerin ve Kürt siyasetinin aldığı pozisyonlar önemliydi, bugün de önemli olmaya devam edecek.

Bu süreç boyunca alınan pozisyonların bir bölünmüşlük yarattığı ise objektif bir tespit olarak okunmalı.

Sosyalistler ikinci cumhuriyet rejimini doğrudan karşılarına aldılar ve sosyalizmin değerlerine en yakın olan, sosyalizm mücadelesine kazanılması gereken, ülkenin cumhuriyetçi, yurtsever, laik, özgürlükçü ve geniş bir kısmı emekçi karakterli olan toplumsal kesimlerine yüzlerini döndüler.  

Kürt siyasetinin ise önceliği Kürtlere statü arayışı oldu. Gerek bölgesel, gerekse ülke içi dengeler açısından ikinci Cumhuriyet’in bu arayışa daha geniş bir alan açtığı saptandı. Bu açıdan strateji de, süreçten olabilen en yüksek faydayla çıkmak, bu amaçla yeni rejimin inşasının önüne çıkabilecek engelleri etkisizleştirmek üzerine kuruldu. AKP muhatap olarak bellendi. AKP iktidarı önemsendi.

AKP, birinci Cumhuriyet’in tasfiyesi için gerekli olan saldırgan ve gerici müdahalelere zemin sağlayan çözücü müdahaleyi, bu stratejik farka oynayarak, gerektiği her durumda bu stratejinin ekseninde pozisyon alan liberal unsurları kullanmaktan çekinmeyerek yerine getirdi. Dileyen daha anlaşılır olması açısından Ufuk Uras solculuğunun süreç içindeki performansına bakabilir. Türkiye’de bu tür solculuğa işaret edilen bir dönem yaşadık.  

Suriye’nin teslim alınamaması ve Türkiye’de Haziran direnişi dengeleri değiştirdi.

AKP İkinci Cumhuriyetin inşası için kurucu müdahalesini tamamlayamadı fakat inisiyatif kaybetse de iktidar koltuğuna tutunabildi.

Bu durum bir ara rejim yarattı. Bu ara rejim özünde faşizmdir.

Sosyalistler, Cumhuriyetin tasfiyesine karşı mücadele ederken de, ikinci cumhuriyetin kuruluşuna direnirken de özü faşizm olan bu yönelime barikat örmeye çalışmıştı. Haziran direnişiyle bu barikatın toplumsal karşılığı açığa çıktı.

Bu nedenle sosyalistler için, “yetmez ama evet” sloganıyla somutlanan “Batı demokrasilerinde hangi özgürlükler varsa bizde de o olacak”, “vesayet kalkacak, halkın tamamının temsili esasına dayalı bir demokrasi inşa edilecek”, “Kürt realitesi tanınacak, federasyon dahil her şey tartışılacak”, “Yargı tarafsız, bürokrasi şeffaf olacak” gibi argümanlarla makyajlanan ama boyası aktığında ardındaki çirkin yüzü açığa çıkan ikinci cumhuriyet karşısında, sosyalist cumhuriyet, gerçekliği olan güncel bir pozisyon alışa denk düşüyordu.   

Sosyalistlerin pozisyonu stratejik olarak doğrulandığı oranda, bu pozisyonun gerçek bir toplumsal seçenek olarak örgütlenmesi görevi yakıcı olarak kendini hissettiriyordu.

Birleşik Haziran Hareketi bu görevin hakkını verebilecek bir mücadele zemini olduğu için gündeme geldi, değer kazandı.

Diğer taraftan ara rejim Kürt siyasetinin de pozisyonunu değiştirmedi. Bölgede AKP’nin inisiyatif kaybetmesi ile ortaya çıkan boşluk, emperyalizmin bölgesel yönelimlerinin açtığı alan hem de bölgede hegemonya mücadelesi veren unsurlarla ilişki ya da mücadeleler, Kürt siyasetinin Kürtlere statü arayışına kuvvet verdi. Strateji değişmediği gibi, AKP muhatap olmaya, önemsenmeye devam etti. Bugün de ediliyor. Tek farkla, Kürt siyaseti bugün “daha fazlası” için, elini daha kuvvetli hissediyor

Fakat Kürt siyasetinin stratejisi, AKP faşizmi karşısında inleyen cumhuriyetçi, yurtsever, laik, özgürlükçü ve geniş bir kısmı emekçi karakterli olan toplumsal kesimlerle mesafeyi kapatmaya el vermediği gibi, yoksul Kürt halkının, sermaye ve emperyalizm karşısındaki sınıf çıkarlarını da gözetmiyor.

Mesafenin sosyalistler tarafından kapanması imkanı ise yapısal olarak bulunmuyor.

Çünkü mesafenin sosyalistler tarafından kapanmasını istemek, sosyalistlerin Türkiye’ye sınıf penceresinden bakmalarını reddetmelerini istemekle eşdeğer hale geliyor.

Bu değerlendirme, bölünmüşlük zemininde birlikte mücadele etme olanaklarının peşinen ortadan kalktığı anlamına mı geliyor?

İki güncel mücadele başlığına değinerek cevaplayayım;

Birincisi, AKP’nin gerici saldırılarına karşı, 13 Şubat’ta gerçekleşecek, laik ve bilimsel eğitim için boykot.

İkincisi, Meclis genel kurulunda, kamuoyuna "İç Güvenlik Paketi" olarak yansıyan, sıkıyönetim paketine karşı mücadele.

Her iki başlık da, birlikte mücadele olanaklarının olduğunu göstermesi açısından en iyi şekilde değerlendirilebilir.

Örneğin, Türkiye sosyalistleri, meclise getirilecek sıkıyönetim paketiyle, sadece ülkenin cumhuriyetçi, yurtsever, laik, özgürlükçü kesimlerinin değil, bir bütün olarak Kürt halkının mücadelesinin de tehdit edildiğini söylemekten geri durmayacak, Kobane’yle dayanışma eylemlerinden sonra gündeme gelen bu paketin, “terörle mücadele” paketi olarak meşrulaştırılmasına izin vermemeyi de öncelikli bir görev olarak üstlenecek.

Diğer taraftan gericiliğin sadece ülkenin batısını ilgilendiren bir sorun değil, ülkenin bütününü karanlığa sürükleyen bir tehdit olduğunun bilinciyle, 13 Şubat’ta sosyalistlerin bir gözü kulağı da, Diyarbakır’dan, Mardin’den, Batman’dan, Bitlis’ten, Siirt’ten, Şırnak’tan, Van’dan, Hakkâri’den gelecek boykot haberlerinde olacak.

Peki ya güncel saldırı başlıklarına dair yan yana gelmesinde sorun olmayan Sosyalistleri ve Kürt siyasetini, bugüne kadarki stratejik pozisyon alışlarını değiştireceklerine dair her hangi bir veri yokken, örneğin seçim platformunda yan yana düşünmek için, bugün elde iyi niyetten başka herhangi bir gerekçe var mı?

Eğer başkanlık sistemine de, AKP Anayasası’na da geçit yok denecek, kalıcı bir toplumsal barış, gerçek bir emekçi kardeşliği için önce AKP yıkılacak denecekse durum elbette farklı.

Ama o zaman da akla gelen şu sorunun yanıtlanması gerekmiyor mu?

Heval, Haziran’da mümkün değil miydi?