Sansür, sansürcüler ve sansür savunucularına dair

Türkiye’de yaklaşık on yıl kadar önce sinemayı destekleme ve denetleme konusunda yeni bir yasa çıkması ve bu yasada yaş sınırlaması uygulamasına da yer verilmesiyle birlikte sinemamızın başına ezelden beri bela olan sansürün artık sonunda kalktığına dair bir algı yaratılmaya başlanmıştı. Yasanın hazırlanması sürecine dahil olmuş bazı sinema sektörü temsilcileri de bu algı operasyonunda rol almışlardı. Oysa gerçek aslında çok farklıydı. Gerek vizyon ve dvd mecralarında, gerekse festival mecrasında devlet sansürü hem mevzuatta mevcudiyetini koruyordu, hem de on yıl boyunca bütün bu mecralarda nispeten düşük yoğunluklu olarak da olsa uygulanmaya devam edecekti. Son bir kaç yıldır ise sansür tekrardan yüksek yoğunluklu biçimde çirkin yüzünü göstermeye başladı. Önce dünyaca ünlü yönetmen Lars von Trier’in Nymphomaniac adlı filminin oto-sansürlü bir versiyonun dahi vizyona girmesinin külliyen yasaklanmasıyla ‘yaş sınırlaması uygulaması geldi, sansür bitti’ balonu patladı. Geçen yıl Antalya Film Festivali’nde Gezi direnişine dair Yeryüzü Aşkın Yüzü Oluncaya Dek adlı belgeselin festival yönetimi tarafından keyfi olarak yarışmadan çıkarılması ise sansürün devlet eliyle uygulanmasına gerek kalmadan durumdan vazife çıkaran kimi kesimlerin sansürcü zihniyeti içselleştirdiklerinin acı bir göstergesi oldu. Geçen haftasonu İstanbul Film Festivali’nde patlak veren sansür krizi ise, Antalya’daki süreçten farklı olarak, ülkemizde festival mecrasının üzerindeki doğrudan devlet sansürünün tezahürü olarak kendini gösterdi.

Kültür Bakanlığı’nın ve gerek matbu, gerek sosyal medyadaki kimi ‘yandaş’ isimlerin tüm çarpıtmalarına karşın güneş balçıkla sıvanamaz. İstanbul Film Festivali’nde patlak veren ve akabinde Ankara Film Festivali’ni de etkileyen, hatta ülkemizdeki tüm festivalleri etkilemesi beklenen bu kriz, güya bir belge çıkarılmasının ve/veya bu belgenin çıkarılmasının istenmesinin ‘ihmal’ edilmesi sorunu değil, apaçık bir biçimde bir sansür uygulamasıdır ve bu sansür uygulamasının kaynağı da Kültür Bakanlığı’dır. Bu belgeye sahip olmayan kimi yerli yapım belgesel ve kısa filmler festivalin başından beri gösterilmişken, gösterim sırası ancak Bakur (Kuzey) adlı belgesele geldiğinde sözkonusu belgenin gösterim için gerekli olduğunun aniden Bakanlık tarafından festivale birkaç kanaldan ‘hatırlatılması’, bakanlığın belirli bir belgeselin gösteriminin engellenmesi saikiyle hareket ettiğinin açık göstergesidir (bu arada festivallerde yerli filmler için bu belgenin gerekli olduğuna dair bakanlık yazısının nispeten eski tarihli olması yalnızca kafaları karıştırmaya yönelik bir saptırma, önemli olan bu yazının Bakur’un gösteriminden yalnızca bir-iki gün önce festivale telefon, eposta ve polis gönderme yoluyla birkaç kanaldan ‘hatırlatılması’). Bu arada bu belgenin mevzuata göre yalnızca yerli filmlerden istenir oluşu, festivalde gösterilecek yabancı filmlerin bu belgeyi ibraz etmekten muaf oluşu, mevzuat düzeyinde de varolan bir başka çifte standart ve konunun özünün yerli sinemanın sansürüne dair bir demokles kılıcının mevcudiyeti olduğunun bir diğer göstergesi.

Patlak veren kriz akabindeki gelişmelerin çirkin ve endişe verici diğer bir yönü ise, sansüre tepki veren kesimlerin iktidar ve yandaşları tarafından kamuoyu nezdinde hedef gösterilmeye başlanması. Oysa bu satırların yazarının yöneticileri arasında yeraldığı Sinema Yazarları Derneği (SİYAD) dahil festivaldeki sansüre tepki koyanlar olarak, yalnızca belirli bir filmin sansürüne değil, sansür uygulamasına özgür sinema adına karşı çıkıyoruz, daha dün başka mecralarda başka filmlerin sansürüne karşı çıktığımız gibi.