Roma: 'Sinemanın geleceğine' dair tartışmaların ortasına düşen bir film

Hollywood’a transfer olmuş Meksikalı yönetmen Alfonso Cuarón’un yıllar sonra anavatanında çektiği yeni filmi Roma’nın Venedik Film Festivali’nde en büyük ödül olan Altın Aslan’ı kazandıktan sonra Oscar adaylığı için zorunlu olan asgari gösterimler hariç küresel ölçekte sinemalarda vizyona girip girmeyeceği tartışılır olmuştu çünkü filmin ticari hakları, abonelerine internet üzerinden film sunan ve sinema salonlarında gösterime öncelik vermemesiyle tanınan Netflix’e aitti. Netflix, Roma’nın az sayıda ülkede vizyona gireceğini açıkladıktan sonra da bu kez ülkemizdeki sinemaseverleri Türkiye’nin bu ülkeler arasında yer alıp almayacağı merakı sarmıştı.

Nihayet Roma dün (Cuma) internet üzerinden izlemeye açılmasıyla eşzamanlı olarak Türkiye’de de yedi büyük şehirde vizyona girebildi. Bu kez de sosyal medyada sinemaseverler arasında Roma’nın hangi mecrada seyredilmesi gerektiğine ilişkin polemikler baş göstermiş görünüyor, filmi daha önce festivallerde izlemiş olanlar büyük perdede izleme şansı olanların bu şansı kaçırmamaları gerektiği uyarısını yaparken zaman zaman ‘sana ne, keyfimin kahyası mısın? nerede istersem orada izlerim’ gibi tepkiler alıyorlar (filmin vizyona girmediği yörelerde yaşayanların meşru sitemlerini ise tabii ki bu kategoride saymıyorum). Roma aslında bu yıl başlarında Cannes Film Festivali ile Netflix arasındaki restleşmenin ortasında kaldığından beri kendi meziyetlerinin yanı sıra yoğun biçimde bu ve benzeri minvaldeki tartışmalarla da birlikte anılır olmuş durumda.

Sinemanın ekonomi-politiğinin bir veçhesindeki güç mücadelesine ve bu veçhenin bu mücadele ışığında gelecekte alacağı biçime dair önemli bir tartışma başlığı içerse de, konunun bu yönünü de ele almadan önce Roma’nın hakkını Roma’ya verelim. Hollywood’da Harry Potter ve Azkaban Tutsağı (Harry Potter and the Prisoner of Azkaban, 2004) ile Yerçekimi (Gravity, 2013) gibi janr sineması kalıplarında en kalburüstü çalışmalardan bazılarına imza atmış olan Cuarón’un bu toplumsal-gerçekçi (toplumcu gerçekçi değil, toplumsal-gerçekçi) siyah-beyaz çalışması, yılın en iyi filmlerinden biri ve evet, özellikle görsel-işitsel dokusunun inşasında sergilenen maharet dolayısıyla tam randımanla deneyimlenebilmesi için kesinlikle sinema ortamında izlenmesi gerekiyor.

Cuarón, görüntü yönetmenliğini de bizzat üstlendiği Roma’nın senaryosunu kendi çocukluk anılarından hareketle yazmış. İsmini Mexico City’nin bir semtinden alan film, üst-orta sınıf bir ailenin yanında hizmetçi olarak çalışan Cleo’nun yaşamından bir kesiti perdeye getiriyor. Sınıfsal farklılıkların da yansıtıldığı filmin daha ziyade öne çıkan eksenini ise erkekler tarafından yüzüstü bırakılan iki kadının karşılaştıkları zorluklar oluşturuyor: Cleo, kendisini hamile bırakan genç bir erkek tarafından terkedilirken ev sahibesi Sofia’nın kocası da sözüm ona ne zaman biteceği belli olmayan bir iş gezisi bahanesiyle ama besbelli bir başka kadınla beraber olmak için temelli olarak evi terk ediyor. Sofia, hamile kaldığı için kovulacağından endişe eden Cleo’ya tam tersine kol kanat gerip örneğin onun doktor muayene masraflarını karşılarken Cleo da hamile halde çocukların bakımı dahil ev işlerini aksatmamaya devam ediyor. Ancak bu gönüllü veya zoraki karşılıklı dayanışmaya karşın iki kadın arasındaki hiyerarşi de hiçbir zaman gözden kaçmıyor: Daha filmin en başında Cleo’nun, diğer aile fertleriyle birlikte, onlar koltukta otururken kendisi onların yanında yerde bir minder üzerinde olduğu halde televizyon izlerken Sofia’nın “kalk, bir çay koy” demesiyle televizyon izlemeyi bırakıp mutfağa gitmek durumunda kalmasını görüyoruz örneğin. Film boyunca da Sofia zaman zaman Cleo’yu sertçe azarlamaktan geri durmuyor.

Bu iki eksen en örtük ama en anlamlı ve iç acıtıcı biçimde finaldeki sahil sahnesinde bir araya geliyor [filmin finalinin açık edilmesini istemeyenler burada yazımın bir sonraki alt-bölümüne atlayabilirler], bir süre önce düşük yapmış olan Cleo, hizmetçi olarak çalıştığı evin çocuklarını boğulmaktan kurtardıktan sonra kendi bebeğinin zaten ölü doğmuş olmasını dilemiş olduğunu göz yaşları içinde itiraf ediyor… Kendi öz evladının ölü doğmasını dilemek durumunda kalmış bir kadının, başkalarının evlatlarının hayatını kurtarmak için kendi hayatını dahi tehlikeye atması kadar trajik bir başka durum tasavvur edemiyorum şahsen. Öte yandan Roma’da bu durumun trajikliğinin ve bunun altında yatan sınıfsal çelişkinin altı çizilmek bir yana tatil dönüşü Cleo’nun çok güzel günler geçirdiğini söylemesi ve filmin tam da bu replikle bitmesi bu trajedinin duyumsanmasını hafifletiyor, sınıfsal çelişkinin üstünü örtüyor ve ‘acı, tatlı anılarla hayat devam ediyor işte’ minvalinde bir hisse yol veriyor.

'SİNEMANIN GELECEĞİ'

Roma, Türkiye dahil pek çok ülkede sinemalarda gösterime, internette Netflix abonelerine sunulmasıyla eş zamanlı olarak girse de Los Angeles, New York ve Mexico City’de üç hafta önce sınırlı ölçekte vizyona girmişti ve bu birkaç haftalık zaman dilimi Netflix’in filmlerini internette ve sinema salonlarında eş zamanlı olarak izleyici karşısına çıkarma konusundaki katı ve çokça eleştirilen politikasında küçücük bir ödün oluşturmuş oldu. Pek çok ülkede sinema sektörünü korumak adına, vizyona giren filmlerin vizyon tarihinden belli bir müddet sonra internette izlemeye açılması konusunda kanuni mevzuat veya sektör-içi centilmenlik anlaşmaları, en azından yerleşik teamüller var. Netflix ise “eş zamanlılık” dayatmasıyla bu yerleşik uygulamayı yerle yeksan etmeye agresif biçimde yönelmiş durumda. Nitekim Cannes bu sebeple Netflix filmlerini festivalin ana yarışmasından men etmeyi kararlaştırmış, buna misilleme olarak da Netflix, Cannes’ı çağa uyum sağlamamakla suçlayıp, sinemanın geleceğini ise kendilerinin temsil ettiğini iddia eden polemik yüklü bir açıklamayla Roma dahil tüm filmlerini Cannes’ın yarışma-dışı yan bölümlerinden de çekmişti.

Netflix, Roma’nın vizyon sürecinde ise Roma’yı sinemada izlemek isteyenlere bu olanağı tanıdıkları ama sinemada izleme şansı olmayan “milyonlara” da internetten izleme hizmeti sundukları şeklinde daha ‘sureti haktan’ görünmeye yönelen bir halkla ilişkiler politikası yürütüyor. Birkaç gün önce bir Netflix yöneticisi Amerikan sinema sektörünün nüfuzlu dergisi Variety’nin düzenlediği bir etkinlikte “sinemada izleyenler de, cep telefonlarından izleyenler de Roma’ya bayılacaklar” şeklinde konuştu.

Duayen Amerikalı sinemacı David Lynch’in doğrudan bu beyana karşılık olarak mı yoksa önceden genel olarak mı hazırladığından emin olmadığım, şahsen yeni denk geldiğim bir video konuşmasında veciz biçimde söylediği gibi “bir filmi … cep telefonunuz (*) üzerinden izlemeyi, o filmi izlemiş olmak diye zannetmek çok üzücü” ve konunun bu yönü üzerinde daha fazla söz söylemeye gerek yok.

Ayrıca Roma özelinde Netflix’in bu filmi sınırlı ölçekte de olsa vizyona sokmasının, filmi sinemada deneyimlemek isteyenlere bu olanağı tanımak gibi ulvi bir amaçtan ziyade filmin Oscar şansını arttırmak amacı güttüğü tahmin edilebilir. Konunun, yaşadığı yörede vizyona girmeyen bir filmi başka şekilde izleme şansı olmayan “milyonlar” yönü ise biraz daha çetrefilli. Yeni filmleri vizyon tarihleriyle eş zamanlı olarak internette sunmanın, filmlerin vizyona girme kanallarını uzun vadede daraltacağı güçlü bir argüman ve nitekim bundan hareketle “eş zamanlılık” uygulamasından sektörün diğer özneleri kaçınıyorlar.

İnternetin yaygınlaştığı çağımızda artık internetten film indirip izleme olanağı dolayısıyla sinemanın miadının dolduğu bir zamanlar sıkça söyleniyordu ancak şu ana dek hiçbir gösterge bu kehaneti doğrulamıyor. Nitekim son on yıldır ABD’de dahi sinema izleyici sayısında yıllar içinde ufak iniş ve çıkışlar olsa da süregiden bir eğilim olarak herhangi bir esaslı azalma olmuş, yani internet sinemayı kayda değer biçimde geriletmiş değil. Ancak keza yine on yıldır internetten film izlemek, ya korsan film indirme veya resmi, yasal sunumlarda ise vizyon süreçleri tamamlandıktan sonra söz konusuydu. Netflix’in bu konudaki zıt politikasını aynı agresiflikle sürdürüp sürdür(e)meyeceği, sürdürmesi durumunda ise sinemanın bundan nasıl etkileneceği şimdilik açık uçlu ama endişe verici bir soru.

(*) Lynch konuşmasının bu yerinde cep telefonlarını anarken ağır bir küfür de ediyor.